İçeriğe geç

Tanrı’nın Çılgın Planı Kitap Alıntıları – Isagani R. Cruz

Isagani R. Cruz kitaplarından Tanrı’nın Çılgın Planı kitap alıntıları sizlerle…

Tanrı’nın Çılgın Planı Kitap Alıntıları

İmkansızı elediğinde geriye kalan ne kadar inanılması güç de olsa gerçektir.
Basari sayılacaktır en tatlısı
O hiç başaramamışlar tarafindan
Para gerçekten de kötülüğün köküdür..
Çok sayıda insan düşünmeden ‘seni seviyorum’ diyor, diye sürdürdü Tanrı. Bu cümleyi sanki ‘nasılsın?’ ya da ‘hadi yemek yiyelim’ der gibi söylüyorlar. Cep telefonu diyaloglarında bile, ‘hoşça kal’ yerine kullanıyorlar..
Cennetin hep bir çeşit kütüphane olacağını hayal ettim derdi..

– Jorge Luis Borges

Dünyadaki işlere karışmak istemiyorum. Hep fazla pislik var..
İmkansızı elediğinde geriye kalan ne kadar inanılması güç de olsa gerçektir..
Mümkün imkânsızsa, imkânsız mümkündür..
Doğru şeyi doğru şekilde yaptığın sürece, pişman olacağın bir şey yoktur..
Dışarıdan gülümserken içinin ağlamasının ne demek olduğunu iyi bilirdi..
Aşk her şeye hükmeder, intihar düşüncesine bile.
Duvar herhangi bir şey olabilirdi: ırk, sınıf, cinsiyet, dil, eğitim durumu, servet, aile, aşıkları ayıran her şey.
Mümkün imkansızsa, imkansız mümkündür.
Ona aşık değilsin, o da sana aşık değil ama sen artık bana da aşık değilsin.
Her zaman, emirlerine uymadığım halde beni cezalandırmayan Tanrı’ya teşekkür edebilmeyi çok eğlenceli bulmuşumdur.
Ah, ne saftı bu ölümlüler! Aşksız evleniyorlardı.
Mümkün imkânsızsa, imkânsız mümkündür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ölü yazarların sohbetini canlı kadınlara tercih ediyordum.
Mutluydu ya da en azından olmalıydı ama değildi.
Ölüm harika bir yazar olmanın en iyi kanıtıydı. Kötü yazarlar asla ölmez, unutulup giderdi; tıpkı silah arkadaşları ülkeleri uğruna can verirken sadece bir gün daha yaşamak için uğraşan korkak askerler gibi
Christine
George tanıştığımız gibi evlenme teklif ettiğinde kız arkadaşım Annie sinirden çılgına dönmüştü. Tek isteği seninle sevişmek, diye bağırmıştı bana Manila’daki bir apartmandaki tek odalı dairemizde. Cevap olarak, Kıskanıyorsun, diye bağırmış, hızla banyoya gidip onu arkamda ağlar halde bırakmıştım. Annie’yle üç yıldır birlikte yaşıyorduk. Yediğimiz içtiğimiz de ayrı gitmezdi. Tek eşliydik, sadece birbirimizle sevişirdik; hatta kız kardeşlerimizin eş değiştirdiği partiler sırasında bile. Arkadaşlarımız arasında konu sekse gelince baş muhafazakarlar olarak bilinirdik. George, iş için öğle yemeğinde Payatas’taki o ünlü roket gemisi görünümlü binanın karşısındaki o temiz, kötü mobilyalı restoranda buluştuğum bir Amerikalıydı. Müdürü olduğum anaokuluna bilgisayar bağışı yapmak istediğini yazıyla bildirmişti. Tabii erkeklerden hoşlanmadığımı bilmiyordu çünkü dışarıdan bakınca anaokulu öğretmenlerinden beklendiği şekilde giyinmiştim. Halbuki Annie kısacık saçları ve bol paça kot pantolonuyla tipik bir butch’tu·. Tipikleştirilmekten güceneceğimizi düşünen, politik dili sahiplenmiş akademisyenlere hep kahkahalarla gülmüşüzdür. Ben tipik lezbiyen kadın eş, Annie de tipik lezbiyen kocaydı. Tabii ki gerçek hayatta rolleri değişiyorduk ancak tipik bir çift olarak heteroseksüel dünyayla başa çıkmak daha kolaydı. Üç yıl içinde onlarca erkek bana, genellikle de iş yemeklerinde çeşitli hamleler yaptı. Birlikte iş yapmak istiyorsam saf gülümsememi hazırda tutardım ama bakışlarımla bir profesyonel olduğumu ve işle aşkı karıştırmadığımı belli ederdim. Bu biyolojik olarak erkek olan işadamlarının biri bile onlara karşı fiziksel bir arzum olmadığından şüphe etmezlerdi. Cinsel açıdan Annie’yle tamamen tatmin oluyordum, bana göre dünya üzerindeki en harika sevgiliydi. Bana karşı kesinlikle özenli ve samimi bir aşk besliyordu. O benimle ben de onunla ilgilenirdik. Ülkemizin evlilik tanımındaki yasalarının teknik aksaklıkları sebebiyle yasal olarak evlenemesek de evli bir heteroseksüel çift gibi yaşıyorduk. Ancak bedenimi isteyen bu adamlardan hiçbiri, ilk görüşmemizde evlilik sözünü geçirmemişti. Cinsel hamleleri daha ziyade akşam yemeği veya sinema ve konser davetlerini kapsardı. Daha kaba olanları elimi okşar, karşıdan karşıya geçerken ya da masaya ilerlerken koluma girerdi ancak böyle zararsız bir uzvun temasından dahi keskin şekilde kaçınırdım. Açıkçası mecburi el sıkışma dışında bir erkek tarafından dokunulma düşüncesine katlanamıyordum. George ise farklıydı. Çoğu adamın aksine restoranda karşıma değil yanıma oturmuştu. Kolunu hemen sandalyeme koymuştu. Sırtıma dokunmaması için öne eğilmiştim. Hareketimi anlamayıp kolunu olduğu yerde tutmuştu. Bilgisayarlarla ilgili teklifini yapamadan çekip gitmek istemiyordum. Hızla büyüyen anaokulumda üç yüz tane çocuk vardı, alanda avantaj sağlamak için yeni bilgisayarlar kesinlikle işime yarardı. Fiziksel anlamda adamla ilgilenmiyordum. Zaten heteroseksüel olsaydım bile vücudunda çekici bir şey yoktu. Kafası bedenine oranla fazla küçüktü. Göbekliydi. Oturuş pozisyonuyla kötü yontulmuş bir Buda heykeline benziyordu. Kendisini tanıttığında soyadına dikkat etmemiştim. Sadece George Herhangi Biri ‘ydi. Yine de okulumdan ziyade sırtıma ya da saçlarıma dokunmakla daha fazla ilgileniyordu. Aslına bakılırsa son moda aletlere sahip olmadıkları halde okulumdaki çocukların ne kadar zeki olduğundan bahsettiğimde sadece başını salladı, sabırsız görünüyordu. Ancak en önemlisi, adam para babası gibi görünmüyordu. Ucuz takımında kat izleri vardı, kravatı indirim reyonundan alınmış gibi görünüyordu, tırnakları bir eğitimcinin nasıl yapılır dersi için özellikle kötü bırakılmış gibiydi. Ayakkabılarından bile hoşlanmamıştım, kesinlikle bir mağazada gidip inceleyeceğim türden değillerdi. Çok uzun zamandır gerçekten parası olan birini arıyordum; Annie’nin hastane işinden kazandığı gibi olmayan türden. Evet, Annie de zengindi ya da çoğu kardeşimizden daha iyi durumdaydı ama beni, hayalini kurmaya bayıldığım o tekne seyahatlerine çıkaracak parası yoktu. İkinci ayımızda Baltık Denizi’nde tekne gezisine çıkmıştık ama o kadardı. Ondan sonra bir şeyler için para biriktirmemiz, akrabalara göndermemiz, sinir bozucu vergileri ödememiz gerektiği hakkında konuşmaya başlamıştı. Birbirimizi cenneti yaşatacak kadar yalamadan hemen önce ya da daha kötüsü, hemen sonra para konuşmak iyi bir şey değildi. George’a Size bilgisayarların karşılığını nasıl verebilirim? diye sordum ama daha o an böylesine zengin bir adam için fazlasıyla açık bir sinyal gönderdiğimi düşünerek pişman oldum. Umursamamış gibiydi. Ah, dedi, bir şey yapmanıza gerek yok. Biraz param birikti. Zaten bir yerlerde okumuşsunuzdur. Her neyden bahsediyorsa, hiçbir yerde okumamıştım. Üzgünüm, dedim, çantamda bir şeyler arıyor numarası yaparak. Bana verdiğiniz kartı kaybetmiş olmalıyım. Bir tane daha var mı acaba? Tabii ki bana kartını vermediğinin gayet güzel farkındaydı. Bir yandan yanağıma dokunmaya çalışırken kartını çıkaramazdı. Gülümsedi ve sonunda kolunu sandalyemden çekip gömlek cebinden altın kaplamalı kartlığını çıkararak birini bana uzattı. İsmiyle soyadına bir kere bakınca kiminle muhatap olduğumu anladım. Forbes ‘un son milyarderler listesindeydi, ancak en zenginlerden değildi, listenin altlarındaydı. O listeyi ezbere bilirdim, güzellik salonunda beklerken saatlerce okur, hayaller kurardım. Etkilenmemiş gibi davranmaya çalıştım ama sıradaki cümlesi ağzımı açık bıraktı. Seninle evlenmek istiyorum. Ne diyor bu adam, dedim kendi kendime. Hayatım boyunca duyduğum en garip cümle olmalıydı. Akşam yemeğine, sinemaya, konsere, ceptelefonu konuşmalarına, iyi geceler ya da günaydın mesajlarına, flörtleşmeye, evlilik öncesi sekse ne olmuştu? Pardon? diye mırıldandım. Doğru duydun, diye sözlerini sürdürdü. Seninle daha birkaç dakika önce tanışmış olabilirim ama insan sarrafıyımdır. Seninle evlenmek istediğimi biliyorum. Tam, ama beni tanımıyorsunuz bile, diyecektim ki bu kadar garip bir duruma fazla klişe kaçacağını düşündüm. Sadece yüksek sesle kahkaha attım. Sesim o kadar yüksek çıkmıştı ki yan masadaki kadınla çocuk dönüp bize bakmışlardı. Ne zaman? Kahkahalarını kesilmedi. İki hafta içinde, dedi, yüzü son derece ciddiydi. Avukatlarıma evlilik öncesi sözleşmesi hazırlatacağım. Böylece, birlikte ilk gecemizden sonra beni terk etmek istersen koruma altında olacaksın. Sadece seks, diye bağırdı Annie. Emziğini kaybetmiş bir bebek gibi ağlamayı sürdürüyordu. Ona aşık değilsin, o da sana aşık değil ama sen artık bana da aşık değilsin. İşte o aralık akşamı işler gerçekten çirkinleşti.
Annie
Christine hızla banyoya giderken, Tek isteği seninle sevişmek, diye bağırdım. Ne cevap verdiğini duyamadım ama kıskançlıkla ilgili bir şeydi sanırım. Sadece seks, diye bağırdım. Banyo kapısının ardından sesimi duyacağını biliyordum. Sesim Christine’den çok daha yüksek çıkıyordu. Aslına bakılırsa bazen sağır olmam, kendimi bile duyamamam, hatta fısıldadığımı sandığımda bile bağırmamla ilgili alay ederdi. Her seferinde alınmış numarası yapardım, hatta çalıştığım hastanenin acil servisindeki sesin, tahmin bile edemeyeceği kadar gürültülü olduğundan şikayet ederdim. Hastalar hep çok bekledikleri konusunda söylenirdi. Sadece hemşireler sessiz kalırdı çünkü ciddi bir durumda, herkes koşarak acile indiğinde bile hiçbir şey ters gitmiyormuş gibi davranma konusunda eğitim almışlardı. Ülkedeki sayılı acil servis uzmanından biriydim. Çoğumuz hastaneler arasında koştururduk ama ben o kadar çalışkan değildim. Birkaç hastanede birden doktorluk yaparak daha fazla kazanabileceğimi biliyordum ancak hayatta büyük arzularım yoktu. Christine’im bana yeterdi. Evim bana yeterdi. Hayatım bana yeterdi. Aynca acil servis doktoru olarak da aranan bir isim değildim. Ünlü San Francisco Hastanesi’ndeki ihtisasıma rağmen hastane yöneticileri beni son çare olarak işe almıştı. Hepsi de sanki kadın hastaların benim yanımda rahat hissetmediklerini seziyor gibiydi. Heteroseksüelliğin artık norm dahi olmadığı bu zamanlarda bile kadın hastaların onlara dokunduğumda gerildiklerini sanmıyordum ama öyleydi. Aynca nasıl oluyordu da giyinişime bakarak cinsel yönelimimi biliyorlardı? Hastane önlüğüyle bütün doktorlar birbirine benzer görünüyordu. Ona aşık değilsin, o da sana aşık değil ama sen artık bana da aşık değilsin, diye bağırdım ya da belki fısıldadım. İkisini birbirinden ayıramıyordum, hele ki şu an bebek gibi ağlıyorken. Kendimi kontrol edemiyordum. Nöbet geçiriyor gibiydim. Eğer acil serviste olsam stajyerlerin beni muhtemelen iğneyle sakinleştireceklerini hayal ettim. Doktor kendini kaybediyor, diye bağırırlardı, sonra da deli gibi gülerlerdi. Belki de deli olan bendim. Bu düşünce de öfkemi dindirmeye yetmedi. Düşünmeden, önce kendime sonra da Christine’e, Kendimi öldürürüm, dedim. Üç yıllık ilişkimizde ilk kez böyle bir şey söylemiştim. Aslına bakılırsa hayatımda ilk kez bunu ciddiyetle söylemiştim. Eskiden tıp okurken notlarımız duvara isimlerimizle değil de numaralarımızla asıldığında ama zaten gereksiz meziyetlerimizden olan hafızamızın kuvveti sebebiyle hepimizin birbirimizin numarasını ezbere bildiği ve kimin kaç aldığını gördüğü zamanlarda, sınıf arkadaşlarıma kendimi öldüreceğimi söylediğim olmuştu. Notlarım geçer notun biraz üzerinde olduğu her seferinde bunu tekrarlardım. Aslında kolesterol seviyem Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek seviyeye gelince, fakültenin arkasındaki uyduruk lokantadan kızarmış patates yemeyi bırakmam gerektiğinde de bunu pek çok kez söylemiştim. Balık fıletosuyla servis edilen patateslerin cezasını çekmiştim. Ailemin kısıtlı harçlığını harcamaktan nefret ediyordum. Birinci sınıf boyunca yediğim bütün o balık filetolu sandviçleri ve üçüncü sınıfta balık filetosunun en az hamburger kadar zararlı olduğunun anlatıldığı dersi dinlemediğimi düşününce gülümsemeyi başardım. O zamanlar nasıl da kara cahildim. O kadar bilgisizdim ki sadece erkek tişörtleri ve ayakkabıları giyiyorum diye bütün kadınların benden etkileneceğini sanıyordum. Hastanedeki erkek doktorlarla rekabetim konusundaki güvensizliğimi nasıl da sadece Christine ‘in anladığını düşündüm. Christine’i seviyordum. Gerçekten seviyordum, onun da beni sevdiğini düşünüyordum. Ancak biri sizi sevip de başka bir adam için nasıl terk ederdi? Kendimi öldürürüm, diye tekrarladım. Bu kez gerçekten bağırıyor, Christine ‘in banyodan koşarak çıkmasını, yanıma gelip beni kollarına alarak teselli etmesini, beni asla bir erkek ya da herhangi biri için terk etmeyeceğini, beni denediğini filan söylemesini umuyordum. Christine banyodan çıkıp geldi, evet ama beni teselli etmek için değildi. George’la birlikte kadın olacağım, gerçek bir kadın, dedi. Bu cümle lezbiyenlik tümörümü kesip alması gereken ameliyat bıçağıydı ama onun yerine beni öldürmüştü. Klişesinin şokunu atlatamadan ön kapıya varmıştı bile. Onu yakalamak için hızla giyindim ama geç kalmıştım. Gerçekten gitmişti. Ölüden farkım yoktu, o yüzden de kendimi öldürmeye karar verdim. Kafamda hızlıca Acil Servis Kılavuzu’ndaki kendini sakatlamaya yönelik yaralanmalar bölümünü gözden geçirdim. Bilek kesme nadiren işe yarardı . Kimse bilekteki yaralardan ölmezdi. Bu tür yaralar acıtırdı ama öldürmezdi. Ölümcül olacaksa da uzun zaman geçmesi gerekirdi çünkü bu tür bir kesikten kan o kadar da hızla akmazdı. Bileğimi doğru şekilde kesebilirdim, ancak bu kılavuzda bulunmuyordu çünkü doğru kesiği atanlar acil servise geldiğinde ölmüş olurdu. Bir doktorun o sırada ne yapması gerektiğini bilmesine gerek yoktu çünkü yapacak bir şey kalmazdı. Kendimi filmlerdeki gibi başımdan ya da ağzımdan vurabilirdim. Bu da çoğu zaman işe yarardı ama her seferinde değildi. Kendimi felç etme riskini alabilirdim, ölümden bile beter olurdu. Zaten silahım da yoktu, o yüzden bunu eledim. Kendimi asabilirdim ama onun da işi çoktu. Çoğu kişi bunu sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da yapardı ama izleyicilerin sandığından daha zor işte. Bir keresinde kendisini kemerle asan birini hayata döndürmüştüm. Bilinç kazandığında beni boğazını mahvetmekle suçlamıştı. O kadar çok nankör hastamız var ki. Hayatlarını kurtarırsın, nasıl kurtardığın hakkında şikayet eder, canlarını yaktığımız için dava açmakla tehdit ederler. Tıp minnetsiz bir mesleğe dönüşebilir. Doktorluğu sürdürmemin tek sebebi Tanrı rolünü oynaktan hoşlanmamdı. Tamam, söyledim; kelimelerle anlatılamaz olanı söyledim : Tanrı rolünü oynamak hoşuma gidiyordu. Biz doktorların sağlık şehidi olmamız, başkaları için kendi hayatımızdan vazgeçmemiz beklenirdi. Aslında sınıf arkadaşlarımın çoğu da böyle tiplerdi. Herkesi sağlıklı tutma arzusuyla motive olmuş, hayır, hırslanmışlardı. Hatta bazıları hükümete girmek için tıbbı bırakmış, iki tanesi sağlık bakanı bile olmuştu. Bana neden devletin üst makamlarında çalışmayı istemediğim, hatta hastane müdürü bile olmak istemediğim sorulduğunda elimden geldiğince neşeyle gülümserdim. İçinden daha bile kocaman gülerdim. Benim Christine’im, evim ve hayatım vardı. Ancak o gün Tanrı ‘yı oynamıyordum. Christine’i kontrol edememiştim. Hastaneye gidip iğneyle infazda kullanılan ilaçlardan almaya karar verdim. Hastane kapısına gidene dek zihnim bomboştu. Sadece kendimi öldüreceğimi düşünüyordum. Hastaneye girdiğim an kendi kendime, Tanrı bana oyunlar oynuyor olmalı, dedim. Doğrudan eczane kısmına gidip infazlarda kullanılan sodyum tiyopental istemek konusunda kafamı toparlamıştım. Oldukça kısıtlı kullanılan bir ilaçtı ama sorguya çekilmeyecektim. Sadece ilacı bir hastada kullanmak üzere aldığıma dair bir belge imzalayacak ama onun yerine ilacı almış halde ölü bulunacaktım. O yüzden sahtecilik konusunda endişelenmeme gerek yoktu. Reçeteyi bir kenara atabilir ya da polise beklenmedik ölümümde şüphe olmadığını göstermek için gösterebilirlerdi. İntihar olduğunu söyleyeceklerdi ama medyadan saklayacaklardı çünkü bir hastanenin intihara meyilli doktorlarıyla tanınması hoş değildi. Hastanenin tam girişinde güvenlik görevlisi beni durdurup hemen acil servise gitmemi söyledi. Başka acil servis doktoru yoktu, çok sayıda hasta sıra bekliyordu. Pazar akşamıydı ve pazarları acil servise alışveriş merkezi derdik. Pazar günleri bütün klinikler kapalıydı, normalde özel doktorlarına giden hastalar bile bir şeyden şüphelenirse acile gelirdi. Pazar ayrıca ailelerin nedense toplu kontrole gitmeye karar verdikleri gündü. Eğer gerçekten hepsi de hastaysa pazar gelene dek hayata tutunuyor, sonra da ailecek hastaneye geliyorlardı. İstendiği üzere acile gittim çünkü doktorlar buna mecburdur. Biri o hastanın dikkate ihtiyacı olduğunu söylerse o hastanın yanına giderlerdi. O akşam görünüşe bakılırsa bin tane hastanın dikkate ihtiyacı vardı. Sağda solda dikilen ya da uzanan insanlar vardı, kaldırımlar ve otopark bile doluydu. Acil servis diğer bütün pazarlar gibi o günün de tuzu biberiydi. Erken saatte burası daha beter bir sirke dönmüştür, diye kendimi teselli ettim. Elime dosyaları alıp hastalara teker teker baktım, bazılarını sakinleştirdim, bazılarını kabul masasına yönlendirdim ve diğerlerine de gerekmese bile yapılacak tahlilleri yazdım. Biz doktorlar hastalardan, özellikle de gömecek parası olan ya da içindeki bulundukları acıdan kurtulmak için evlerini ipotek ettirebilecek durumdaki, her şeyini vermeye razı olanlardan MRI, tomografi, kan sayımı, ultrason, yani hastaneye ek gelir getirecek her şeyi istemeye mecburuzdur. Sonuç olarak tıp, din değildir. Kilise papazları bazı şeyleri bedavaya yapıyor olabilir -gerçi çoğu da bunu yapmaz- ancak doktorlar yaşamak, hastaneler de hissedarlarının isteklerine cevap vermek zorundadırlar. Tıp, tıptır; para da para. En azından hastane yönetiminin bize söylediği budur. Gereksiz tahlil istemekten nefret ederdim ama tam zamanlı işimin son sözü şuydu : Ya bunu yaparım ya da hayat tarzımı sürdürmek için farklı bir hastaneye giderim. Derken onu gördüm. Muhteşem bir kadındı. Bu sıfat bile ona haksızlık sayılabilirdi. Uğrunda ölünecek kadar muhteşemdi. Yüzü bir meleği andırıyordu. Vücudu güzellik yarışmalarına layıktı. Tavrı kraliyete aitti. Bana tıbbi geçmişini ve şikayetini anlatma sırası ona gelince, yüzüne profesyonel gözlerle bakmakta zorlandım ama doktor kimliğime bürünüp elimden geldiğince objektif davranmaya çalıştım. Bana kalırsa tek sorunu uyku eksikliğiydi. Bir başka deyişle, büyük ihtimal önceki gece uyumamıştı. Baş dönmesi ve baş ağrısı şikayeti vardı ancak bunlar arada bir herkesin başına gelirdi. Baş dönmesi ve ağrı sebebiyle acil servise ya da hastaneye gelmeye pek gerek yoktu. Bu semptomlarda korkacak bir şey yoktu. Biz doktorlar belirtilere bakardık, semptomlara değil. Laboratuvar tahlillerine güvenirdik, hastaların şikayetlerine değil. Öte yandan, tabii ki herkesin hastanelerden uzak kalıp, bilindik ilaçlara güvenmelerini de istemezdik. O ilaçların, özellikle de patent dışı ya da gıda takviyelerinin zararı olmayabilirdi ancak kimseye faydası da dokunmazdı; tabii dağıtımcıları dışında. Aslında bazen reklamı çok yapılan gıda takviyelerinin zararı da olabilirdi, özellikle de hastalar ciddi hastalıklara dönüşebilecek şeyler için doktorlara danışmadığında. Kadına mecburi soruları yönelttim. Düşmüş müydü? Başını bir yere vurmuş muydu? Bilincini kaybetmiş miydi? Midesi bulanıyor muydu? Boynunda ateş hissediyor muydu? Gözlerinde sorun var mıydı? Görüşü bulanık mıydı? Kulaklarında sorun var mıydı? Kol ve bacaklarında hissizlik var mıydı? Kötü hissetmesinin belirli bir sebebi var mıydı? Benim gelirimin çok ötesinde, muhtemelen pahalı bir evi, hatta yatı filan varmış gibi göründüğü için hastanenin sunduğu bütün tahlilleri yaptırmasını istemeliydim. Ancak yapmadım. Yapamadım. İnsanlığın bu mükemmel ürününü kandıramadım. Cennetten gelmeydi. Benim olacaktı. Evet, daha o anda onu nasıl yavaşça soyacağımı, bir kadına aşık olma korkusunu yenmekte nasıl yardımcı olacağımı, göğüslerine nazikçe dokunacağımı, iç çamaşırlarının içine avcumu götüreceğimi düşünmüştüm. Tanrım, böylesine harika bir insan bedenine yapacaklarımı hayal ederken bile ıslanmıştım. Doğal olarak kendimi öldürmeyi filan tamamıyla unutmuştum. Bu hastaya kıyasla Christine bir hiçti. Kırık bir kalbi onarmak için yeni bir aşk gibisi yoktu. Juliet ile tanışınca Rosaline ‘i unutan Romeo’ydum. Juliet ‘imi bulmuştum. Bir doktor olarak hasta isimlerini hatırlamakta hiç iyi değildim. Hastalan hastalıklarıyla ilişkilendirirdim. Kalabalık acil serviste hemşireler, stajyerler, asistanlar ve danışmanlarla kime dikkat etmeleri konusunda iletişim kurmanın en hızlı yolu buydu. Bu kadının ismini kesinlikle hatırlayacaktım. Teşhis koymam için gerekli soruları yönelttikten hemen sonra adını sordum. Faith Brown, dedi. İçinde hava yolu şirketi, iki petrol fabrikası, üç yolcu gemisi, çeşitli ülkelerde birkaç medya kanalı bulunduran holdingi kuran ve dünyanın en büyük sanat koleksiyonuna sahip olmasıyla tanınan, meşhur Brown klanına ait olup olmadığını sormama gerek yoktu. Tavrı ve edası, Filipinler’in güneyindeki şahsi adasının dışında nadiren görünen, meşhur Brown kadını olduğunu gösteriyordu; yaşadığı adayı ne Çin ne de Filipinler umursuyordu; etrafındaki adalar ise balıkçılar, savaş gemileri ve politikacıların gözdesiydi. Dedikodular Brown’ların Çin ve Filipinler ‘in liderlerini satın aldığı yönündeydi. Ona anlamsız bir reçete yazdım. Hastaların ihtiyaçları olmasa da reçete isteyeceklerini bilecek kadar uzun zamandır doktorluk yapıyordum. Çoğu ilaç içindeki vitaminlerle teselliden başka bir şey değildi. Çoğunlukla sudan başka bir şey içermezlerdi bile. Tabii ki telefon numarasını dosyasına iliştirilmiş bilgisinden ezberledim. Onu arayacaktım. Henüz Romeo değildim. Ancak olmaya niyetliydim.
Ölü yazarların sohbetini canlı insanlara tercih ediyordum.
Zavallı Will. Zavallı ben. Trajedilerin ne kadar zekice olduğunun, dünyayı nasıl da yerinden oynattığının, pek çok dildeki pek çok yerde tekrar tekrar sahnelendiğinin, hatta filmlerinin çekileceğinin o zamanlar farkında bile değildim. Hatta dizelerimin klişe olacağının!
İnsanların dünyadaki cehaletlerini buraya geldikleri gibi bırakmaları ve Tanrı’nın yarattığı milyarlarca yaratığı görmelerini deneyimlemek muhteşemdi. Daha zeki, daha akıllı, daha yaratıcı ve daha başarılı birkaç milyar yaratığı gözlerinle görünce kendinle o kadar da böbürlenemiyordun. Buradaki bütün o kahramanlarla tanışınca Tanrı’nın beni anavatanıma bir hediye olarak gönderdiği fikrinden hemen kurtulmuştum. Onlar da on dokuzuncu yüzyılda ülkem için benzer şeyler yapmışlardı. Ayrıca o kadar harika romanları vardı ki !
Herman Melville’in 1851 tarihli Moby Dick’inin içinde Seksin Seksiliği isimli bir ara bölüm vardır. Seks, Adem ve Havva çıplak olduklarını fark ettiğinden beri alçak bir tanıma sahiptir. Nasıl olup da bir bahçede yalnızlarken ve etrafta da kıyafet dükkanı yokken çıplak olduklarını fark etmemeleri, seksin ilk gizemlerinden biridir. Muhtemelen seksin kendisini nasıl keşfettiklerini yanıtlaması daha kolaydır, hatta afrodizyak etkisi bilinmeyen elmayı ısırmamış olsalar bile. Çünkü doğa vakumdan tiksinir, insan vücudundaki delikler de tabii ki birer vakumdur. Çocuklarının seksi nasıl keşfettiği ve ilahi düzeni sürdürmek için sürekli birbirleriyle nasıl sevişmek zorunda kaldıklarını ise anlaması kolay değildi. Her tür matematikçi, bir kadının yumurtaları ve bir adamın spermlerinden gelen yüz sekiz milyar insanı açıklamak için bir formül üretmekte zorlanacaktır. Ne zaman bir kadın ve adam bir araya gelip bir bebeğe ya da aynı anda on taneye (evet, Virginia’da onlu doğum mevcut) sahip olsa, ritüel olarak Adem ve Havva’nın birbirini ilk kez görüp de vücutlarındaki deliklerinin uyumunu keşfetmelerini tekrarlamış oluyor. Kabil ve Habil belki de deliklerin amacından şaşıp sonradan nefret edilip kınanan şeyi yapmıştır ama tabii bu cinayetin sebebi olamaz. Seth ‘in ise daha iyi bir fikri vardı çünkü her ne kadar dünya üzerinde kalan dördüncü insan olsa da (anne babası muhtemelen yeni keşfettikleri keyfi araştırmayı sürdürmek için ortadan kaybolduktan sonra ve kardeşi şuçu yüzünden cezalandırmadığı için) seks yapıp üreyecek birini bulmuştur. Sonuç olarak bu medeniyetin doğuşudur, o yüzden yeterince medeni değillerdir, saymayı da bilmezler. Seksin neden bütün varoluşun başı ve sonu olduğu, bazen yemeğin, dinlenmenin, nefes almanın bile önüne geçtiği, bütün felsefenin Kutsal Kasesi’dir. Herkes onu gördüğünü iddia eder ama aslında yakınına yaklaşan yoktur. Filozofların dediği üzere herkes filozof olduğuna göre, her kadın ve erkek ya da erkek ve erkek ya da kadın ve kadın ya da bütün birlikteki insan kombinasyonları, hatta infiagrante delicto (açıkça leziz durumlar olarak çevrilir) bir araya gelen insan dışındaki canlılar da insanlık tarihinin yüce eylemini gerçekleştiriyor demektir. Bütün insan olan ve insan için müınkün şeyler gibi seks de tamamıyla demokratik, anarşist ve uygundur. Denenmiş ve test edilmiş çelişmezlik prensibine göre bir mantıkçı sadece üç muhtemel seçenek görebilir ( erkek üstte, kadın üstte, hiçbiri üstte değil) ancak lezbiyenler, geyler, biseksüeller, transseksüeller, maçolar, homofobikler, heterofobikler, omnifobikler ve akla gelen bütün cinsel tercihler, kimlikler, yönelimler mantığı yapı sökümüne uğratmış, yüzlerce, hayır binlerce akla gelen ve gelmeyen pozisyon üretmiştir. Gerçek anlamda seks, karşı konulamaz güçle harekete geçirilen hareketsiz objeyi örnekler. Bu yüzden terim olarak göz önüne alındığında, seks insan ırkının evreni -tabii eninde sonunda da cenneti- mesken edinen sayısız yaratıklar dokumasına katkısı ilan edilebilir.

Dipnot:Herman Melville, Amerikalı yazar. Bir Amerikan edebiyat klasiği kabul edilen Moby Dick adlı ünlü romanın yazarıdır. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalmış; 1920’li yıllarda yeniden keşfedilip büyük bir yazar olarak kabul edilmiştir.

Ancak hepimiz ölüydük. İşte bu komikti. Gerçekten komikti. Sanırım cennetteki komiklikler konusunda bir şey yayımlamalıydım. Ancak artık ölüydüm. Artık yayıncılık yoktu. Yine de Emily Dickinson, bizzat, kanlı canlı ya da her neyse, ruhuyla, bilinciyle filan karşımdaydı. Yine de benden şiirlerini yayımlamamı istiyordu. Demek ki hala kitap yayımlayabiliyordum! Demek ki her şey değişmemişti. Emily gülümseyip, Tanıştığımıza memnun oldum, Bay Danny Livingstone. Sizi görmek için uzun yoldan geldim. Cennette de dünyada da bana yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunuzu biliyorum. Şiirlerimi tam olarak yazdığım şekliyle yayımlamanız gerekiyor, dedi.
Eğer kendisinin sinir krizi geçirdiğini sanıyorsa, benim neler yaşadığımdan haberi bile yoktu. Ölmüş, dünyaya geri dönmüş, yaşayan biriyle konuşuyordum, onun yüksek sesle konuşması­na gerek yoktu -Tanrım!- ve burada ne yapıyordum? Ne zaman intihar edecekti? Hastanenin çatısından atladığı sırada onu ya­kalamam mı gerekiyordu? Elindeki zehirli hapları vitaminle mi değiştirmem gerekiyordu? Kendisini astığı sırada ayağının altına sandalye mi yerleştirmeliydim? Güvenlik görevlisinin kemerin­den çaldığı silahın kurşunlarını kurusıkıyla mı değiştirecektim? Önüne atladığı sırada otobüsü, treni ya da artık hangi araçsa onu durdurmalı mıydım?
Önceki Gün ya da Bir Yıl Öncesi Danny Livingstone, sol kulağının içindeki kulak çubuğunu elinde çevirdiği sırada kendi kendisine, burası cennet, dedi. Yanına kar kalan birkaç günlük keyfinden biri de buydu, çünkü yüzlerini bile hatırlayamadığı kadar çok kadınla yatıp kalktıktan (ki kendileriyle bir daha karşılaşmayı filan arzulamıyordu), o güya gurme yemeklerini yeyip en iyi şarapları içtikten, gezegenin en lüks yerlerine gittikten, eleştirmenlerin övgü dolu sözleriyle karşılanmış ya da üniversite profesörleri tarafından alaya alınmış bütün o şiir ve romanları okuduktan ve zenginlerin ölmeden önce görmesi gereken bin bir yere gittikten sonra geriye işte bu kulak çubuğu kalmıştı. Hatta dahil olduğu bütün müsabakalarda ödüller kazanmıştı, bunlardan bazıları da satrançta Uluslararası Usta ödülü, briç turnuvasında Hayat Boyu Başarı ödülü, yüzmede Asya Oyunları şampiyonluğu, profesyonel polo oyunculuğu, üst düzey at biniciliği, Avustralya engelli golf turnuvasında on iki engel atışı, yalnızca bir kez kaybettiği ve üç defa kazandığı (biri nakavt) karşılaşmayla amatör boksörlük ve hatta üniversite karmasında altı numarada forma giymekti. O zamanlar 1.95 boy yeterince iyiydi ancak artık pota yüksekliği 2.43 ‘e çekilince (Filipinler sisteminde sekiz fit) mahalle maçlarında bile oynayamaz olmuştu. Zaten mahallesinde karma maç yapıldığı da yoktu; arkadaşları daha ziyade bilgisayarlarının başında oturan ve okullar arası karşılaşmalardaki seremoni atışı dışında eline basket topu bile almayan, ufak tefek tiplerdi. Komşularının aksine toplarını elinden düşürmezdi ancak metaforun gidebileceği yerleri düşününce kendi kendisine gülümseyip, Her neyse. Oradaydım, hepsini yaptım, dedi. Kendi kendine konuşmayı seviyordu, daha doğrusu son zamanlarda kendisini etrafı parazit ya da fillerle sarılıyken bile kimseyle konuşmazken buluyordu. Bütün astlarını ya da Livingstone Creations’ın yönetim kurulundaki parazitleri aramıştı; evet, onlar parazitten başka bir şey değildi. Ne istese olumlu yanıt veriyorlardı, en olmadık taleplerine bile evet diyorlardı ve yönettiği toplantılarda asla tek soru dahi sormuyorlardı. Kendisi hatalı olduğunu bilse ve onlar da hatasını görseler bile haklı olduğunu söylüyorlardı. Aslında çoğu zaman haklıydı, ancak bu nadir anlarda, içgüdüleri onu hayal kırıklığına uğrattığında da haklı sayılırdı; en azından şu parazitlerden daha haklı olduğu kesindi. Kıçını yalamayanlara fil diyordu çünkü kalın kafalıydılar ve o uzun burunlarını dedikodu için uzatmaktan başka gösterecekleri bir şeyleri yoktu. Ona kalırsa hepsi aptaldı çünkü ortalama IQ’ları onun 260’lık derecesinin yakınına bile yaklaşamıyordu; MENSA’ya kabul edilirken test yaptırmıştı. Bunlar bir yana, o geçerken bakışlarını çevirmedikleri ya da, Merhaba, efendim, diye mırıldanmadıkları ya da halihazırda ölmüşlerse de gelecekte bir gün, hepsi öldükten sonra bu adam gibi bir dahinin çıkagelip de bütün dünyanın sorunlarını çözeceğini görmedikleri için birer parazit ve fildiler. Bilhassa geçmişin bütün öncü ve yenilikçilerini küçümsüyordu çünkü kulak bilgisayarıyla onların bütün öncü yeniliklerinin ötesine geçmişti. Kulağına kulak pamuğu sokmak sadece günlük bir esriklik keyfi değildi, aynı zamanda insan kulağının beyne açılan bir pencere olarak potansiyelini ortaya çıkarmasıyla kazandığı serveti hatırlatıyordu. Sol kulağını kurcalamayı seviyordu çünkü aksi halde bu kulak tamamen işlevsizdi. Kulağına sokuşturduğu bütün o bilgisayarlar yüzünden duyma yetisini mahvetmişti. Kendisinden önce kimsenin icatlarını denemesini kabul etmiyordu; bu yüzden de voleyi vurana kadar -kulak bilgisayarı- uğraştığı her şey, denemeden ziyade hataydı. Orijinal kulak bilgisayarı sol kulağına tam uyana dek ekibinin aklına gelen bütün teknik gelişmelerden geçmiş ama konsept aynı kalmıştı: Sol kulağı kullanarak insan beynine ulaşmak mümkündür. Her bir kulak bilgisayarı bir diğerine yol göstermiş, sonunda da kendi kulak bilgisayarına mümkün olan bütün bilgisayar verilerini girmeyi başarmıştı. Diğer insanlar yazılım ve uygulamalar geliştirdiyse de patent ondaydı. Artık dünya üzerine kulak bilgisayarını kullanan milyarlarca insan ona diyetini ödemişti; artık bir kulak ne kadar ederse. Sol kulağının duyma yetisini kaybetmesi bir milyoner olması karşılığında ödediği küçük bir bedeldi sadece. Banyo aynasında kendisine bakıp iç çekti. Her şey dünle, ondan önceki ve ondan önceki günle hatta bir yıl öncesiyle aynıydı. Bir insanın kazanabileceği bütün milyonlara sahip olmuştu, önemli-önemsiz bütün dergilerin kapağına çıkmıştı, bütün madalyaları ve ödülleri almış, canlı ya da kayıttan her tür izleyiciye seslenmişti. Başarı rutinleşmiş, dolayısıyla da sıkıcı hale gelmişti. Ayrıca yeni bir alet icat etme ihtiyacı da hissetmiyordu; zaten orijinal kulak bilgisayarı İsviçre hesabını otomatik olarak her saniye dolduruyordu. Bir de üzerine diğer parlak buluşu olan Bookamin vardı. Aslında ona doğrudan alet denemezdi ama o da milyarlarca satılmıştı çünkü okumak, promosyonlar ve reklamlara döktüğü milyonlar sayesinde tekrar popüler hale gelmişti. Tabii her hafta yeni başlıklar bularak yönetim kurulunun arzularını tatmin etmesi gerekiyordu; kuruldaki üst düzey üniversitelerin post-doktorasını tamamlamış profesörleri her gün yüzlerce yeni başvuruyla geliyor ve ona yayınları onaylamaktan başka çare bırakmıyorlardı. Tembel olmak istemiyordu ama tembellik de verimliliğin sonucuydu. O kadar iyi bir CEO’ydu ki kendisini lüzumsuz kılmıştı. Metro Manila’daki Payatas’ta bulunan ofis binasının 250. katındaki dairesinin balkonuna çıktı. Çatı katını bizzat dizayn etmiş, son teknolojiyle donatmış, dünyanın en iyi mimarları ve mühendislerinden yardım alarak Forbes Magazine’in listelediği diğer bütün milyonerlerin dudağını uçuklatmıştı. Balkondan bakınca, Luzon Adası’nın doğuya bakan dağlarının ardından doğan güneşi izleyebiliyordu. Dairenin batı yakasındaki balkondan da Manila Bay’ da batan güneşi izleyebiliyordu. Payatas’ta bina yaptırmayı akıl ettiği için kendisine minnet duydu. Burada, bir sonraki en yüksek bina elli kat alçak ve on milyon dolar daha ucuzdu. Geçen on iki yıl boyunca binası, dünyanın en yüksek binası sıfatına sahip olmuştu; 829.8 metre uzunluğundaki Burj Khalifa’yı ve Çin’in bir kilometrelik ikiz kulelerini cüce gibi gösteriyordu. Bangladeşliler tarafından yapılmakta olan bin katlı bina bu sıfatı talep edecekti ama umurunda değildi. Eskiden rekabetçiydi ama artık ihtiyacı kalmamıştı. Yine de binasının bulunduğu adayı satın alınca hem günbatımı hem de gün doğumunu izlediği sekiz yüz metrelik binasının önüne herhangi bir çirkin ofis binasının engel çıkarmamasını da garantilemişti. Ancak güneş onu hala meraklandırıyordu ve bu, hiçbir insan evladının -kendisinin bile – üzerine çıkamayacağı bir şey olmayı sürdürecekti. Mutluydu ya da en azından olmalıydı ama değildi. Aşağıdaki sokağa bakınca Danny bazen bu uzun binadayken hissettiği o duyguyu tekrar hissetti. Balkondan atlamak istedi. Hiç hissetmediği bir keyifti; kendisini yerçekiminin kuvvetine bırakınca yüzünde hissedeceği rüzgarın baskısı, bilinmeyen o son şeye -ölüme ya da antik metinlerin iddia ettiği üzere ölümden sonraki hayata- karşı ani korku. Bazen gerçekten de tırabzanları kavrar, atlamaya hazırlanırdı ama hemen geri çekilirdi. Zihni her şeyi, hatta ölümü tatma arzusuna karşı güçlü bir engel teşkil ediyordu. Kendisini neden öldürecekti ki? Dünya üzerine sahip olunabilecek her şey, hatta daha bile fazlası elinin altındaydı. Bir yaz akşamı kafasına kurşun sıkan Richard Cory olacak hali yoktu. Dışarıdan gülümserken içinin ağlamasının ne demek olduğunu iyi bilirdi. Aslında o ne içinden ne de dışından ağlamıştı; karısının öldüğü zaman dışında. Ancak ona ölümü düşündüren sadece karısının ölmesi değildi, sonuçta bunun üzerinden çok sular akmıştı. Ancak son zamanlarda kendisini ölüm hakkında eskisinden daha fazla düşünür buluyordu. Bir şey ona atlamanın o kadar da kötü olmayabileceğini düşündürüyordu. Emily Dickinson’ın ateşli bir hayranıydı. Emily Dickinson’ın şimdi bir müze olan Amherst’teki evine yıllık ziyaretler gerçekleştirir, bu seyahatlerine de hac derdi. Eğer gerçekten de öteki dünya varsa, orada Emily Dickinson’la buluşabileceğini hayal etmekten hoşlanıyordu. Acaba insanların öteki dünyada vücutları var mı, diye merak ediyordu. Kendisine göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi şairine temas edebilecek miydi? Hatta belki onu öpebilecek miydi? Pantolonun altında hafif bir gerilme hissetti. O anda çoktan ölmüş şaire hayranlığının entelektüellikten öte duygusal, hatta fiziksel olduğunu anladı. Ancak onu balkondan atlamaktan alıkoyan da Emily Dickinson’ın kendisiydi. Kendisine her sabah yüksek sesle okuduğu şiiri o yazmıştı. Açık gökyüzüne bakarak şiiri tekrar okudu: ben duramadığımdan çünkü -ölüm için o -benim için durdu- kibarca bir bizi aldı araba ve bir de ölümsüzlüğü yavaşça sürdük- hiç acelesi yoktu ve ben de bir yana koydum hem emeğimi hem de boş zamanımı onun kibarlığı karşısında okulu geçtik- çocukların itişip kakıştığı teneffüs vakti-halka olmuşgeçtik- gözü dalan ekin tarlalarını batan güneşi geçtikya da- o bizi geçtiçiğ damlaları düştü keskin ve ürpertici ağdan yapılmıştı çünkü giysim ve atkım -yalnızca tüldübir evin önünde durduk bir toprak yığınına benzeyen çatı görünmüyordu neredeyse -kornişler- yerin altındaydı ondan sonra-yüzyıllar oldu-ama bir günden kısa sanki -sanmıştım ki- önceleri atların başları sonsuzluğa çevriliydi. Gülümseyip cennetin bulunduğu malum yöne bir öpücük gönderdi. Çocukça bir hareket olduğunun farkındaydı ancak Emily Dickinson’ın cennette yaşayıp kendisini izlediğini hissetmişti. Ona üstten bakmadığını, aksine yıldan yıla Dickinson Turunda geçirdiği haftayı takdir ettiğini umuyordu. Ah, bir yüzyıl önce doğmuş olmayı nasıl da isterdi Ancak o zaman da yüz milyon baytı bir kulak bilgisayarına yüklemenin yolunu bulup da bu kadar zengin olamazdı. Elbise dolabının karşısına geçip o gün giyeceği takımı seçti. Aslında aradan seçmenin bir anlamı da yoktu çünkü otuz takım elbisesi de birbirinin aynıydı. İnsanlara çeşit çeşit kıyafeti olduğunu göstermek arzusunun üzerinden çok sular akmıştı. Artık dünya üzerine nefes alan en zengin adam olduğu için kimse takımlarını Paris ‘teki saçma bir butikten mi yoksa sefil Beverly Hills ‘teki terziden mi aldığını önemsemiyordu. Takımlardan birinin kokusunu içine çekti, takım kesinlikle meşhur bir kuru temizlemecinin aromalarını taşıyordu; bu dükkan, imza olarak naneli kolonya kullanırdı. Kokuyu umursamadı. Başkalarının fark etmesi de umurunda değildi çünkü zaten ağızlarını açıp da söyleyemezlerdi. Evi aynı zamanda antiseptik görevi de gören gül aromalı oda parfümü kokuyordu. Evine son model bir havalandırma ekipmanı kurdurtmuştu: Havadaki iyonları kontrol etmekle kalmıyor, aynı zamanda ısı ve nem ayarı da yapıyordu. Evdeki ve hatta ofisindeki diğer kulakla ilişkisiz bilgisayarlar gibi havalandırması da sesle kontrol ediliyor, güvenlik mekanizması efendisi olarak sadece onun sesini tanıyordu. Yüksek sesle, Program, dedi ve ofis bilgisayarına bağlı terminalin ışığı yandı. Her zamanki gibi, efendim, diye yanıtladı bir kadın sesi. Ek olarak Payatas Garden Club’ın nezaket ziyareti var. Donup kaldı. Nezaket ziyaretlerini hayatından çıkaralı epey olmuştu çünkü her zaman kaba ve saygısız olmalarının yanı sıra gereğinden uzun sürüyorlardı; zaten gereği de yoktu. Ne istiyorlar? dedi. Bilgisayar, sesindeki öfkeyi hemen algılamıştı. Üzgünüm, dedi bilgisayar. Size Payatas’ı kurtardığınız için takdirlerini sunmak üzere buradalar. Bu hayatımda duyduğum en saçma şey. Payatas’ı kurtarmadım. Ben dünyayı kurtardım! Danny doğruyu söylüyordu. Sahiden de dünyayı kurtarmıştı. Payatas buzul erimesinden kurtulmayı başarmıştı. Tabii dünyanın geri kalanı da. Yirminci yüzyılın sözde iklim bilimcileri iklim değişikliğinin Manila’yı devasa bir sel baskını altında bırakacağını öngörmüşlerdi. Böylece adanın çoğu deniz seviyesinin altında kalacak, dağlık alanlar ise adanın yeni kumsalları haline gelecekti. Metro Manila’nın merkezindeki Payatas, genişlemiş Manila Bay’ın ortasında kalacaktı. Dünya gezegeninin geri kalanındaki bütün ada ülkelerinin yok olacağı ve Atlantis gibi kayıp şehirlere dönüşeceği tahmin ediliyordu. Bu asla olmadı ve olmayacak da. Danny sayesinde. Danny buzulların erimemesine yardımcı oldu. Artık yaygın hale gelen, karbon ve metanı geri dönüştüren yel değirmenleriyle, Çin’deki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki artan karbon salınımı miktarını tersine çevirdi ve Kutuplar’daki muazzam metan salınımını nötr hale getirdi. Çin Birleşik Devletleri Ltd. gibi bir ekonomik süper gücün bir araya gelmesi ve kurulması, Avrupa Birliği, Asya Ekonomi Birliği ve Afrika Kıta Birliği’ne benzer olup şirketin hakkı sadece onun zeki ve karlı bir taleple yel değirmenlerini satmasıyla gerçekleşebilirdi. Danny sayesinde Payatas dünyanın en kötüleri sıralamasındaki konumundan kurtulmuştu. Danny’nin günlerinin çoğunu geçirdiği The Livingstone Creations binası bölgeyi kaplayan mimarı şaheserler arasında bile öne çıkıyordu ancak diğer binalar da muhteşemdi. Google Seven yerleşkesi sokağın ucundaydı : Antik firavunlara özenerek yapılmış yeraltı ofisli piramitleriyle muazzam bir alandı. Sy Tan Memorial Mall, tek raylı sistem ve olimpik boyuttaki havuzlar, Tacloban Uluslararası Havaalanı’ndan düzenli akışı hiç kesilmeyen turist helikopterleri pistlerini barındırıyordu. Danny bütün binaların tekdüze yeşile boyanması, dışarısında küçük bahçeleri ve helikopter pistsiz çatıları olmasında ısrar etmişti, böylece havadan bakınca Payatas bakir bir ormana benzeyecekti. Danny, binasının Dubai’den Makao’ya dek bütün müteahhitler tarafından kıskanılması için hiçbir masraftan kaçınmamıştı . Uzay mekiği görünümündeki binanın her iki yanında da güneş panelleri, çatısında da kendi karbon geri dönüşüm değirmenleri mevcuttu. Danny biraz ikna, daha çok da rüşvetle Payatas’ın hava sahasının uçuşa yasak bölge haline getirilmesini de sağladı; sadece Tacloban’ dan helikopterler için dar bir hava koridoru kullanılmasına izin veriliyordu. Kendi çatı katı da son moda tasarımla, minimalist, akıllı teknolojilerle ve dayanıklı malzeme kullanılarak döşendi. Bir ses kontrollü düğme tıklamasıyla zemindeki tenis kortunun yerini yüzme havuzu alıyordu. Sesli komutla multimedya odasının kapısını kapatıp duvarları Disney sinema salonuna çevirebiliyor ya da havada süzülüyormuş gibi hissetmesini sağlayacak şekilde uçsuz bucaksız bir koridor haline getirebiliyordu. Ki süzülüyor sayılabilirdi. Bilgisayarına, Nezaket ziyaretini iptal et, diye emretti, işte bu kadardı. Bugün farklı bir şey yapmak istiyordu, çalışmayacaktı. Halk arasına karışacaktı. On iki şoförünün itirazlarına rağmen antika Mercedes Benz ‘ini şahsen kullanmaya karar verdi. Zaten ağızlarını açacak değillerdi. Malacafiang Palace ‘a bağlı bilgisayarına, Polislere söyle, South Luzon Expressway ‘in giriş çıkışlarını kapatsınlar, diye komuta verdi.. Oradaki sekreterlerden biri bütün isteklerini dinlemeye hazır bekliyordu. Yoksa Danny, işletmesini onu dört gözle bekleyen Formosa ‘ya taşıyıverirdi. Eski arabasını Manila ‘dan Mayon Volcano’ya, ray hattının bittiği yere dek önüne engel çıkmadan, son sürat sürmek istiyordu. Otomatik vitesi idare edebileceğinden emin değildi çünkü sürme zahmetine girdiği az sayıda arabalarının hepsi sesle kontrol ediliyordu. Ancak bu tükenmişlikten, sıkıntıdan ya da işte ruh halini zayıflatan şey her ne ise ondan kurtulmak için yeni bir şey denemesi gerektiğini biliyordu. Depresyona girmek üzere olduğunun farkındaydı; Bookamin’lerinden birinde bu konuyu okumuştu. Belirtileri biliyordu. Reçetesi belliydi: Dışarı çık ve çiçekleri kokla. Lakin çiçekler kırsal kesimdeydi, şehir merkezinde değil. Mayon Volcano’ya gidecek ve geçen yılki volkan patlamalarından artakalan birkaç çiçeği koklayacaktı. Asansöre binip zemin kattaki arabalarının park halinde beklediği garaja indi, delirmiş gibi şoför odasını aramaya çalışan güvenlikten anahtarları alıp şoför mahalline oturdu. Biraz tuhaftı ama anahtarı bir yerlere takması, pedallara basması ve vitesi hareket ettirmesi gerektiğini biliyordu. Ulusal polis üzerine düşeni yapmıştı. Payatas’tan South Luzon Expressway’in gişelerine dek yolda kimse olmayacaktı. Yüksek sesle, Vites yükselt, dedi ama arabanın sesle komuta edilmediğini, otomatik vites olduğunu hatırladı. D yazılı yere bakınca otomatik arabaların vitesinin sürüş sırasında D ye getirilmesi gerektiğini hatırladı. Gaz pedalına basınca araba boş otoyola hızla girdi. Annesi, eskiden Makati ‘deki kiralık, virane apartman dairelerinden Manila’daki hastanenin acil servisine gittikleri her defasında, Neden bu kadar hızlı kullanıyorsun? diye sorardı. Çünkü bu acil bir durum, derdi seksen yaşındaki annesine. Annesinin on yıldan fazladır Alzheimer’ı vardı ve artık oğlunun adını bile zor hatırlıyordu. Niye acil durum? diye sorardı annesi. Tansiyonuna bakılması gerekiyor, anne, derdi sabırla. Daha dün baktırdım, diye karşı çıkar, hatırlamadığı için oğluna ayıplayarak bakardı. Biliyorum, anne, derdi Danny, ama doktor sürekli baktırmamız gerektiğini söyledi. Tansiyonuma bakılması hoşuma gidiyor, derdi annesi, sonra da uyuklamaya başlardı. Aslında hızlı sürmezdi, saatte otuz kilometreyi biraz geçerdi. Annesinin sürekli bilinmeyen bir nedenle kanaması olurdu. Ağzına kaşığı nasıl sokacağını hatırlamadığı için kendisini incitebilirdi. Danny ilaçlarla ilgilenirken yataktan düşebilirdi. Doktorların aslında ilgilenmek istemediği bir şeyler yapabilirdi. Önemli olan yaşam kalitesi, demişti bir doktor. Neyle uğraştığımızı bildiğimiz için laboratuvar testleri yapmamıza gerek yok, demişti bir başka doktor. Triage ‘ daki hasta kabul görevlisi daha doğrudan konuşmuştu. Üzgünüm beyefendi ama laboratuvar testlerini karşılayabileceğinizi sanmıyorum. Ne bilmek istiyorsunuz ki zaten? Danny gazı kökledi. Aslında zor zamanlarının, parasızlığının ve annesinin hala hayatta olduğu zamanların anısı canını sıkmamalıydı. Üzerinden çok zaman geçmişti. Artık dünyada bir başına olduğuna, karısı dahi öldüğüne, çocuk sahibi de olmadığına ve tek kız kardeşi de hiç ziyaretine gitmediği bir yerde yaşadığına göre bu anının bir anlamı yoktu. Yine de bir zamanlar fakir olduğu için öfkelendi. Scarlet O’Hara gibi bir daha asla fakir olmayacağına ant içmişti, şu anda da kesinlikle fakir değildi. Annesini düşününce kendi kendisine konuşmaya başladı : Ah, anne, ne yaptığımdan asla haberin olmadı. Gençken o işleri yaptığı geceleri düşündü. Ellerini battaniyesinin altına götürür ve kendisiyle oynamaya başlardı. Annesi hep yanlış zamanda, tam televizyon ekranında hangi film yıldızı varsa onun adını bağırmak üzereyken gelirdi. Ne yapıyorsun, Danny? diye sorardı annesi. Hiçbir şey, anne, diye yanıtlardı elinden geldiğince sakin bir tonda. Annesi, Benim yapmayacağım şeyleri sen de yapma, oğlum, der, sonra da kapıyı nazikçe arkasından kapatırdı. Tabii ki biliyordu, diye düşündü Danny kendi kendine. Annesi Sherlock Holmes değildi elbet ama bağnaz da sayılmazdı. Danny’yi doğurmadan önce birkaç erkek arkadaşı olmuştu ve babası da -artık her kimse- para istediği için onu terk eden adamlardan biriydi işte. Ancak annesi Danny’yi şımartmış, istediğini yapmasına müsaade etmişti. Danny battaniyenin altından çektiği ellerinin ıslaklıklarını, battaniyenin lekelerini fark ederdi. Ancak ellerini kıyafetlerine siler, annesi de battaniye ya da tişörtlerdeki lekelerin konusunu açmazdı. Bir keresinde, yıkanmak için banyoya gitmek üzere doğrulduğunda, kafasını daha önce bir kere bile bakmadığı eski kitapların bulunduğu rafa çarpmıştı. Oraya sadece duvarı renklendirmek amacıyla yerleştirilmişlerdi. Annesinin eski kitaplarıydı. Çoğu yıpranmış, sayfaları eksik haldeydi; onları sık sık raftan düşmesinler diye yeniden yerleştirirdi. Aslında kitapları önce boyuna, sonra ağırlığına ve en son da sırtlarının rengine göre yerleştirmekten hoşlanırdı. Hatta bazen isimlerinin ilk harfine ya da yazarının isim ya da soy isminin ilk ya da son harfine göre yerleştirdiği de olurdu. Ancak eline okumak için bir kere bile almamıştı. O seferinde yere düşmek üzere olan kitabı tutmak için ıslak elleriyle uzanması gerekmişti. Bir şiir koleksiyonuydu. Kapakta derli toplu oturan bir kadının eski bir fotoğrafı vardı. Arka kapakta ise aynı kadının yine derli toplu ancak başka bir kadınla otururken fotoğrafı vardı. İki kadının el ele tutuştuğunu fark etmişti. Sadece lezbiyenlerin öpüştüğünü hayal ederek fotoğrafa bakmıştı. Sonra da kitabı açtı. Yarısı yırtılmış ama dizeleri okunabilir halde bir sayfayı açmıştı. Başarı sayılacaktır en tatlısı O hiç başaramamışlar tarafından Kancaya o an takılmıştı. O andan sonra okul kütüphanesine gidip de Emily Dickinson’ın bulabildiği bütün şiirlerini nasıl da aradığını hatırlıyordu. Basılı kitapların modası geçip de elektronik kitaplar pahalılaşınca, elektronik kitapçıların şifrelerini kırıp Emily Dickinson şiirlerini içeren bütün şiir kitaplarına korsan şekilde ulaşmıştı. Şiirlerin çeşitli antolojilerde, basımlarda ve test kitaplarındaki farklı versiyonları karşısında büyüleniyordu. Sonunda başka şairlerin şiirlerini, ardından kısa öyküleri, romanları ve kurgu dışı kitapları da okumaya başladı. Otuzuna bastığında Emily Dickinson’ın bütün şiirlerinin yanı sıra başka şairlerin de bazı şiirlerini ezbere biliyordu. Sanal kitapçıların şifresini kırarak edindiği bilgiler sayesinde bilgisayarları çözmeyi de öğrenmişti. Ardından kulaktan beyne ulaşmanın anahtarına ulaştı, gerisi de zaten tarihi yeniden yazdı. Bu kişisel tarihiydi. Arabanın sol tarafından bir ses geliyordu. Gerçi ne olduğunu tam anlayamıyordu; ne de olsa sol sağır tarafıydı. Frene ya da fren olduğunu umduğu pedala bastı çünkü arabanın biri polis barikatını aşıp şahsi gezisine tecavüz ediyor olabilirdi. Araba gerçekten de yerinde zıpladı, köprü müteahhidinin araçları diğer tarafa geçmekten alıkoyma umuduyla inşa ettiği beton bariyerin üzerinden geçti. Danny bunun en azından yeni bir deneyim olduğunu düşündü. Yolculuk sandığı kadar sıkıcı geçmiyordu. Belki, dedi yüksek sesle, ölümün nasıl bir his olduğunu öğrenirim.
Hiçbir şeyi anımsayamıyor gibiydim. Korkmalıydım. Felç filan geçiriyor olabilirdim. Ancak korkmuyordum. Bu da garipti. Sadece çok garip hissediyordum.
George’la birlikte kadın olacağım, gerçek bir kadın, dedi. Bu cümle lezbiyenlik tümörümü kesip alması gereken ameliyat bıçağıydı ama onun yerine beni öldürmüştü.
Dışarıdan gülümserken içinin ağlamasının ne demek olduğunu iyi bilirdi. Aslında o ne içinden ne de dışından ağlamıştı; karısının öldüğü zaman dışında. Ancak ona ölümü düşündüren sadece karısının ölmesi değildi, sonuçta bunun üzerinden çok sular akmıştı. Ancak son zamanlarda kendisini ölüm hakkında eskisinden daha fazla düşünür buluyordu.
Eğer kadın olarak doğsaydım, Emily Dickinson olmak isterdim. Ah, onu tanımak için çok geç doğmuştum ama yirmi birinci yerine on dokuzuncu yüzyılda yayımcı olsaydım onu arayıp bulur, hatta evlenme teklif ederdim. Mükemmel koca olurdum. Onu asla aldatmaz, yıldönümlerimizi kaçırmazdım çünkü o benim bir aşık olduğum, tek gecelik değil de gerçek bir aşık olduğum gün olurdu. Onu mücevherlere boğar, araba, ev alırdım. Onunla evlenmek, başarı hakkındaki iki satırını , çok geçmeden de doğum günümde çocukluk aşkımın hediye verdiği kitaptaki diğer şiirlerini okuduğumdan beri kurduğum bir fanteziydi.
Cennette olumsuz düşünceler yoktur. Her şey olumludur. Zaten o yüzden cennettir. Tıpkı dünyadaki gibidir ama olumsuzluktan yoksundur. Tanrı burada bazen benim olumsuzluğumla alay ederdi ama benim hayattayken yazdıklarımla kıyaslanacak bir şey değildi.
Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun. -Matta 6: 1 O, King James Version
Bu maskaralığın gerçek olmasını çok istiyordum. Bu kadının gerçekten de Emily Dickinson olmasını istiyordum. Bunu kim yaptıysa kovmamayı, onun yerine terfi ettirmeyi ve bu kadını, bu oyuncuyu da şirkette bir pozisyonda işe almayı zihnime not ettim. Kadın -artık onu her kim göndermişse- bu karakteri neredeyse mükemmel canlandırmıştı. Emily Dickinson hakkında bilinebilecek her şey biliyordum ve bu oyuncu -tabii ki oyuncu olduğundan emindim- dersine iyi çalışmıştı. Lakin oyuncuların cazibesine kapılarak dünyanın en iyi yayıncısı olmamıştım.
Sadece bir-iki çocuk nöbet geçiriyor olsaydı onları herhangi bir doktora, hatta hastanesi uzak olduğu halde Annie’ye götürürdüm. Ancak bütün çocuklar. . . İstisnasız bütün çocuklarım . . . Bu en üst düzey büyü olmalıydı. Voldemort’un kızı ya da onunla kan bağı olan, ismi anılmayacak bir kötünün işi olmalıydı.
Thor değildim ama basit bir insan da değildim. Yüksek bir ahlaki temelim vardı. Önce ben gelmiştim. O taklitti.
Anaokulu yönetmek yabani ormanda olmaktan zordu. En azıdan yabani ormanlarda düşmanınızı tanırdınız. İlkokulda herkes size karşıydı.
Felsefe profesörünün bir lafını hatırladım: Mümkün imkansızsa, imkansız mümkündür. Sonradan bu sözü Sherlock Holmes’un dudakları arasına yerleştiren Sir Arthur Conan Doy le ‘ dan intihal yaptığını keşfetmiştim: Sana kaç kere imkansızı elediğinde geriye kalan ne kadar inanılması güç de olsa gerçektir, dedim? Şu an son derece mantıklı geliyordu.
Ama bu deliliği seviyorum. Aşık olmayı seviyorum.
Bienvenido Santos’un cennette yanına genç bir yazar yaklaştığında söylemekten hoşlandığı gibi; sadece mutlu birini alıp mutsuz et, al sana roman.
Laurence Sterne’nin Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri kitabının ruhunda bu hikayeyle az alakalı, neredeyse tamamı intihal edilmiş bir bölüm vardır. 1914’te George Lukacs Roman Teorisi’ni, bir dizi diyalog: Decameron’da salgından kaçan hikayeciler gibi çevrelerindeki savaş psikolojisinden kaçınan bir grup genç birbirlerini ve kendilerini diyalog yoluyla anlamaya çalışırlarken kitapta tartışılan sorunları, Dostoyevski dünyasının bakış açısını ortaya sererler, diye anlatmaya karar vermiştir. Bu duruma sinirlenmiş ve bugün bildiğimiz, öfkesi övülen ve asabiyeti haksız yere kınanan o kurgu dışı kitabını yazmıştır. Lukacs 1962 ‘de şahsen, Çoğu açıdan metodu son derece soyut kalmış, son derece önemli meseleleri bile katı sosyo-kültürel gerçekliklerden uzaklaştırmıştır. Bu sebeple, daha önce de altı çizildiği üzere, sık sık gelişigüzel entelektüel yapılara yol açmıştır Roman Teorisi hem tasarım hem de icra çabalarında başarısız bir deneme seviyesinde kalmıştır ama niyet ettiği doğru çözüme çağdaşlarından daha fazla yaklaşmıştır, demiştir. Roman o günden bu yana sadece Lukacs’ınkinden değil diğer formalistlerin, Yapı sökümcülerin, Marksistlerin, Feministlerin, Post-Yapısökümcülerin, post-, post-Feministlerin ve kesinlikle de romancıların kendi teorilerinden özgürleşmiştir. Kendi başına bırakıldığında roman J. K. Rowling, Bob Ong, Dan Brown, Neil Gaiman, E . L. James, Suzanne Collins ve Stephenie Meyer ‘in ellerinde tanınmaz hale gelmiştir. Üniversite profesörlerinin modemist ve postmodemist çizgiyi sürdürmekteki nafile çabalarına rağmen, yaratıcı yazarlar estetik önlemleri edebi rüzgarlara atmış, romanlarının arzuladıkları yere uçmasına izin vermiştir. Günün sonunda, roman teoriye, Lukacs’a ve akademisyenlere galip gelmiştir.
Daha Bile Eskisi (Belki Daha Bile Aleni) William Shakespeare, Globe Tiyatrosu ‘ndaki alkış kıyametin ve defalarca sahneye çağrılmanın sarhoşluğuyla, her zaman yaptığı gibi atına binip Oxford’ a sürdü, arkadaşı John Davenant’ ın sahibi olduğu Crown Tavem’da durdu. Davenant, hala zevk sarhoşu olan Will’i görür görmez, Yine bir gece, yine bir başarı, ha Will? diye haykırdı Sormana ne hacet? diye yanıtladı Shakespeare, sadece likör değil bir de at pisliği kokarken. Davenant, Will’e X işaretli bardağı uzattı. Peki, nerede benim tek ve biricik vaftiz oğlum William? diye bağırdı Shakespeare. Sesi en az Davenant’ınki kadar yüksekti. Davenant, Latince yazmayı öğreniyor, her zamanki gibi, diyerek kahkaha atarken, Shakespeare de zamanlarını derslere gitmek yerine tavernada dart oynayarak geçirmeyi yeğleyen New College öğrencileri gibi bu kahkahaya eşlik etti. Bu oğlan yine de beni aptal durumuna düşürecek, dedi Shakespeare. Davenant kahkahayla güldü. Sen zaten aptalsın, seni yaşlı palavracı ! Zavallı karını kurtaracak kadar ne okuman ne yazman var. Ah, dedi Shakespeare gözlerini devirerek, ama eve pastırma götürüyorum, değil mi? Bir çift kabadayı tavernaya girdiler. Tanrı sizi korusun, adaletli kraliçemiz ! diye bağırdı biri. Ve sizi de, değerli kral ! diye bağırdı diğeri. Ah, dedi Shakespeare, serkeşler ! John, canım, Dick ve Jane’le tanış. Dick isimli adam Jane isimli adama, Bekaret üzerine mi çalışıyorsun? dedi. Jane isimli adam Dick isimli adama, Evet. Sende bir asker edası var. Dur da sana bir soru sorayım. Erkek bekaretin düşmanıdır, ona karşı kaç barikat kurmalıdır? dedi. Davenant ve Shakespeare aynı anda, Elizabeth’in. son bit melodisi eşliğinde dizeyi mırıldandılar: Uzakta tut onu ! İçkiler dağıtılsın, dedi Davenant, ama kadehlerinizle paralarınıza sahip çıkın ! Shakespeare bir çanta bozukluk çıkardı. Her zamanki kadarını al, sevgili John. Jane, Ama o saldırıyor, bizim bekaretimiz ne kadar cesur olsa da savunması zayıftır. Bize savaşlara layık direniş bahşet, dedi. Dick, Yoktur böylesi ! diyerek Jane’i dudaklarından öptü. Shakespeare onları ayırana dek birkaç saniye öylece kaldılar. Burada olmaz, siz kadın ve adam ya da siz her neyseniz. Mecbursanız yukarıdaki odamı kullanın, dedi.
Bill
İşte yine gitmiş genel kurulu arıyordu. Tanrı her şeyi biliyordu ama yine de ne zaman dünyaya gidip eski kendime oyun oynasam böyle yapıyordu. Tanrı benimle oyunlar oynamayı severdi. Genel kurul diye bir şey olmadığından şüpheleniyordum. Sadece benim genel kurul diye bir şeyin var olduğunu düşünmemi istediğinden şüpheleniyordum. Oyun içinde oyunu, anlatı içinde anlatıyı, alt metin içinde alt metni sevdiğimi bildiğini bildiğimi bileceğini biliyordum aslında . Hatta Tanrı bana çeşitli formlarda beliriyordu, diğerlerine olduğu gibi. Yine de diğerlerine bir, belki iki formda belirdiğinden de şüpheleniyordum. Joe’ya, her zaman yaşlı bir adam olarak, hep okuduğu dini kitaplardaki şekliyle belirdiğini biliyordum . Albert Einstein Tanrı’nın kütle ve enerji karmaşası olduğuna yeminler etmişti, bir tür kütlenerji; bir kelime daha ürettim. Hatta Kamar gezegeninden Kamardianlar, Tanrı ‘nın bir sürü gövdesi bulunan bir ağaç olduğunu söylüyordu . Bana hep oyunlarımdan bir kadın karakter olarak görünüyordu. Kendi karakterlerim karşısındaki şaşkınlığıma bayılıyor olmalıydı. Benim karakterlerim. Benim uydurduğum karakterler. Ya da uydurmuş olmam gereken. Sanırım on yedinci yüzyıla dönüp durmamdan ya da on yedinci yüzyılın geri dönüşünden memnun değilmiş gibi davranıyordu. Bunu yapmak zorunda olduğumu biliyordu, yoksa tarih değişirdi. O oyunların hepsini yazmak zorundaydım. Dünyanın gördüğü en mükemmel yazar, William Shakespeare olmak zorundaydım. Sadece Tanrı ve ben bunun büyük bir yalan olduğunu biliyorduk. Ancak edebiyat zaten yalandı. Philip Sidney bu kelimelerle ifade etmese de bunu hep söylemişti. Yazma konusundaki gerçek fikirlerini saklamak için hep büyük kelimeler kullanırdı. Onun yerine İspanya ‘ya büyük bir saldırı planlamayı tercih etmişti. Kafayı buna takmıştı. Buralarda bir yerlerdeydi ama daha karşılaşmamıştık. Etraftaki İspanyollara karşı olumsuz duygularını saklamak için epey zorlanıyor olmalıydı. Ancak burası cennetti, hepimiz de harika vakit geçiriyorduk. Hepimiz cennetten beklediklerimizi alıyorduk. O da cennette hiç İspanyol olmayacağını hayal etmiş olmalıydı ancak Tanrı bunu sağlayamazdı. İspanya ona epey iyilik yapmıştı, hatta onu buralardaki en yakın dostum Joe da dahil bir sürü insana tanıtmıştı. Tanrı eskiden Stratford-upon-Avon’lu, arkadaşlarımın Will diye çağırdığı William Shakespeare olmamı, bütün oyunlarımın da Shakespeare kitaplarındaki şekliyle kronolojik olarak Bookamin’ i olmasını seviyordu. Yaşayan insanlar hala daha benim gibi bir cahilin, Will ‘in, nasıl böyle muhteşem oyunlar yazabildiğini merak ediyordu. Tabii ki onları asla şahsen yazamazdım ! Hayattayken değildi ! Okulu hiç bitirememiştim. Zavallı Ben Jonson’ ın söylediği gibi, biraz Latince, daha da az Yunanca biliyordum. Belki de beni kıskanıyordu ama şu an kıskançlığı hayal edemiyordum çünkü burada ölümcül günahlarımız yoktu. Tam olarak haklı da sayılmazdı. Latincem hiç yoktu, Yunanca eksiydi; eğer eksi bilgi diye bir şey varsa. Sanırım Albert bana negatif sayılar filan hakkında bir şeyler söylemişti ama önümde öğrenmek için sonsuzluk varken bile matematik güçlü yanım değildi; kendimi oturmuş bir şeyler hesaplarken hayal dahi edemiyordum. Sonuçta matematiğin özü buydu. Sadece hesaplamaydı. Kimseye, özellikle de ne hayattayken ne de cennette hakkımda kötü tek kelime etmemiş, nazik Albert’e bunu asla söylemiyordum. Burada asla tartışmıyorduk ki bu benim için kolay değildi çünkü ben bir oyun yazarıydım, oyun yazarıyım ve oyunlar tartışmaları ve çekişmeleriyle yaşar ya da ölürdü. Tanrı, Shakespeare Bookamin’lerinde pratik zekamı görmekten memnun oluyordu. Bazen eski halimin bira bardağına bir tane atıveriyordum. Bazen de ağzım kocaman açık horlarken ağzıma atıyordum. Bazen de ben, yani Will, her zaman yaptığı gibi asla dinlemeyip yemek pişirmeyi sürdüren karısına bir şey anlatırken araya sıkıştırıyordum. Her seferinde başarılı oluyordum. Tanrı ‘nın dünyaya gönderdiği diğer tipler gibi değildim. Onlar bazen, çoğu zaman başarısız oluyorlardı. Ben de bir kere başarısız olmuştum; yanlışlıkla Yeter ki Sonu İyi Bitsin’i barmenin ağzına düşürmüştüm. Will’le yanak yanağa şarkı söylerken o kadar çok hareket ediyorlardı ki yanlış ağzı hedef almıştım. Ona şimdiye dek yirmi dört oyunun Bookamin’ ini vermiştim. VI. Henry’ den beri yirmi dört olmuştu. Sonuncusu da Troilus ve Cressida’ydı. O kadar iyi bir oyun değildi ama yazmış olmam gerekiyordu, o yüzden fındıkları ağzıyla yakaladığı sırada yutmasını sağlamıştım. Zavallı Will. Zavallı ben. Trajedilerin ne kadar zekice olduğunun, dünyayı nasıl da yerinden oynattığının, pek çok dildeki pek çok yerde tekrar tekrar sahnelendiğinin, hatta filmlerinin çekileceğinin o zamanlar farkında bile değildim. Hatta dizelerimin klişe olacağının! Doğruyu söylemek gerekirse şimdi bile ne kadar zekice oldukları konusunda fikrim yoktu. Onları o zaman da yazmamıştım, şimdi de yazmıyordum. Sadece şu Danny Livingstone denen adamdan Bookamin’leri alıp Will’in, yani benim ağzıma atıyordum. Bu gece horladığı sırada Yeter ki Sonu İyi Bitsin’i yutmasını sağlayacaktım. Bu oyunu anlıyordum. Burada hapı yutmama da gerek yoktu, Joe bana konusunu anlatmıştı. Bayılmıştım. Halktan bir doktor kadın hakkındaydı. Kralın oğluna aşık oluyordu ama evlenemiyorlardı çünkü sıradan bir kadındı. Aksilikler üst üste geliyordu ama sonu beklendiği gibiydi. Tabii ki mutlu sondu çünkü bir komediydi. Mutlu sonları çok seviyordum ama diğer oyunlarımda mutlu son yoktu. O oyunların neden böyle olduğunu da bilmiyordum. Açıkçası üzerine para vermem gerekse oyunlarımı izlemezdim. Ben, yani Will, Yeter ki Sonu İyi Bitsin’i sevecekti. Basitti, öyle Danimarka prensi ya da kadından doğmamış adam hakkındaki gibi karmaşık değildi. Kadından doğmamış! Hepimiz kadınlardan doğardık, en azından dünya üzerindekiler. Kamardian’ları bilmiyordum gerçi. Hop! Neredeyse yine olumsuz bir şey söyleyecektim. Tanrı beni buraya getirdiğine pişman olmalıydı ama herkesi buraya getiriyordu. Ah, hatta felsefelerinde olmadığı için cenneti hiç düşlememiş olanları bile. Gördünüz mü, Will’in Bookamin’lerinden bir şeyler öğrenmiştim. Şimdi bir bakmalıydım. Oradaydım, uyuyordum, felsefeleri ya da cennet ve dünyadaki veya herhangi bir yerdeki bir şeyi rüyamda görmüyor, öylece horluyordum. Zavallı, cahil William Shakespeare. Zavallı, cahil ben. Keşke bütün o akademisyenler bu oyunların Stratford-upon-Avon’lu Will ya da cennetteki ben tarafından yazılmadığını bilselerdi. Aslında bu oyunları kimin yazdığını da bilmiyordum. Belki Tanrı yazmıştı. On Emir’i ve kim bilir daha neleri o yazmıştı sonuçta. Bazıları İncil’i de Tanrı ‘nın yazdığını söylüyordu ama onu Kral James yazmıştı ve o herif. . . Neyse. En iyisi bir an önce şu Bookamin’i eski benliğimin ağzına atıp cennete dönmemdi. Tanrı belki sabırlılar sabırlısı olabilirdi ama yine de Tanrı’ydı ve onun iradesini izlemeliydim. İradesi cennette her zaman hüküm sürerdi. Komikti ama orada hala, Senin iraden cennet gibi dünyada da hüküm sürecek, diye dua ediyorlardı. Bu nafile bir umuttu ancak sadece cennettekiler bunu bilebilirdi.
Joe
İşte böyle! Emily işi benim için yapmıştı. Teşekkürler, Emily. Artık Bill’le satrancıma geri dönebilirdim. Cennette satranç oynamaya bayılıyordum. İkimiz de hep kazanıyorduk. Gerçi gözümü Danny’nin üzerinde tutmalıydım. Oldukça ilginç bir adamdı, neredeyse hayattayken Manila’ dan San Francisco ‘ya giderken bindiğim gemideki yolculara benziyordu. O uzun yolculukta benim gibi görünmeyen insanlarla konuşarak o kadar çok dil öğrenmiştim ki. Akademisyenler tam olarak kaç dil bildiğim konusunu tartışmayı severlerdi. Yirmi bir ya da yirmi iki dil bilmiyordum. Sadece sokaklarda ya da tren istasyonlarında yolumu bulmaya yetecek kadar kelime biliyordum. Anakaranın umudu olacağına inandığım gençlik, yirminci yüzyılda çok daha iyisini yapmıştı. Google Translate’i bulmuş, böylece başka kelimelere gerek kalmamıştı. Ceptelefonlarında anadillerinde söyledikleri her şeyi başka bütün dillere çevirebilen mekanik bir ses bile vardı. Bill’le tanışmadan önce Emily’ye bir bakacaktım. Ah, işte bu epey ilginçti. Tanrı, Danny ‘nin ofisine girmişti . Bana yaşlı bir adam gibi görünüyordu ama Danny farklı görüyor olmalıydı çünkü hiç şaşırmamıştı. Emily’ye de farklı beliriyor olmalıydı ya da belki Emily onu hiç görmemişti bile. Kulak misafiri olmaya bayılırdım, özellikle de cennette; o yüzden dinlemeyi kesmeyecektim. Danny elini uzatıp, Amherst, Massachusetts ‘ten Emily Elizabeth Dickinson. Sizinle cennette tanıştığıma memnun oldum, dedi. Emily tereddüt edip eli sıktı. Belki tekrar dünyaya gönderileceklerinden endişeleniyordu. Ancak böyle şeyler kazayla gerçekleşmezdi. Cennete iradenizle hareket ederdiniz. Cennet standartlarında uzun bir tokalaşmaydı. Burada şehvet ve aşkın ötesindeydik. Burada, cennette fiziksel çekim yoktu çünkü, eh, fiziksel bedenlerimiz yoktu. Sadece olduğunu hayal ediyorduk. Bulunduğumuz bütün dünyayı sadece hayal ediyorduk. Bir keresinde Tanrı ‘ya çatışan arzularımıza rağmen nasıl mutlu olduğumuzu sormuştum. Tanrı cevap vermek istemediği bir şey sorulduğunda hep yaptığı gibi omuz silkmişti. Bir keresinde soruyu salakça bir şekilde sormuştum. Basketbol ya da futbol oynayan iki takım da kazanmak için sana dua ediyor, demiştim . Hangi duaya cevap vereceğini nereden biliyorsun? Bir takımın sana olan inancını kaybetmekten korkmuyor musun? Yüksek sesle kahkaha attığını duyduğum nadir zamanlardandı. Sevgili Joe, demişti, hala Cizvit eğitmenlerinle tartışır gibisin. Fakat sorumu hiç yanıtlamamıştı. Bu onun imtiyazıydı tabii. O Tanrı ‘ydı, beni yaratmıştı, o yüzden de cevap talep etme hakkım yoktu. Adaşım olan diğer Filipinli yazarı, Jose Garcia Villa’yı ve Tanrı’ya meydan okuyan şiirini düşündüm. Seni öldürmeyeceğim ! Seni ölçüp tartacağım, diyordu. Tanrı sadece istediğini yapmasına izin vermiş, sadece cennete bize katılacağı sırada gördüğü ışığı beklemişti. İnsanların dünyadaki cehaletlerini buraya geldikleri gibi bırakmaları ve Tanrı’nın yarattığı milyarlarca yaratığı görmelerini deneyimlemek muhteşemdi. Daha zeki, daha akıllı, daha yaratıcı ve daha başarılı birkaç milyar yaratığı gözlerinle görünce kendinle o kadar da böbürlenemiyordun. Buradaki bütün o kahramanlarla tanışınca Tanrı’nın beni anavatanıma bir hediye olarak gönderdiği fikrinden hemen kurtulmuştum. Onlar da on dokuzuncu yüzyılda ülkem için benzer şeyler yapmışlardı. Ayrıca o kadar harika romanları vardı ki ! Danny, Tanrı ‘yı gördü ama hiç şaşırmış gibi değildi. Ah, baba, dedi Danny. Senin de burada olacağını tahmin etmeliydim. Demek böyleydi. Tanrı, Danny’ye babası olarak görünüyordu. Tanrı gerçekten de insan evlatlarını nasıl rahatlatacağını iyi biliyordu. Ben baban değilim, Danny, dedi Tanrı. Seni buraya ben getirdim. Hakkını vermek lazımdı, Danny çabuk kavrıyordu. Diz çökmeye yeltenirken Tanrı ayağa kalkmasını işaret etti. Burada böyle şeyler yapmıyoruz, Danny. Burada aile arasındasın. Burası senin evin. Burada istediğini yapabilirsin. Bana bir şey sormana gerek yok. Sormak istediğin her şeyi zaten biliyorum ve sen daha sormadan veriyorum. Danny anlamış göründü ya da belki de bu, okumadığı halde kitaplarım yayımladığı yazarlarla buluştuğu zaman takındığı o aynı bakıştı. Tanrı, Emily’yi tamamıyla göz ardı ediyor gibiydi ama Emily’nin de umurunda değildi. Yine kafası başka yerde, ölüm hakkında yeni bir şiir filan düşünüyor olmalıydı. O kadar doğruydular ki. Vatana ihanetten suçlu bulunduktan sonra İspanyol yaylım ateşiyle öldürülmek üzereyken ve ben Vur emrini beklerken burnumun etrafında bir sinek vızıldıyordu. Onun şiirlerini seviyordum çünkü tam olarak başıma gelenleri anlatıyordu: Bir Sinek vızıltısı duydum -öldüğüm zamanOdadaki Durgunluk Havadaki Durgunluk gibiydi- Fırtına Dalgaları Arasında- Etraftaki Gözler -kurumuştu sıkılarakVe Nefesler tekindi O son Gündoğumunda – Kral Şahitlik ederken -o Odada- Diledim ki Andaçlarım -Devretse Benden ne kaldıysa Devredilebilir -ve işte sonunda Bir sinekti itiraz eden- Mavi -belirsiz- sürekli bir vızıltıylaIşıkla -benim- aramda Ve işte o zaman Pencereler düştüler – ve o zaman Göremedim görülecek olanı-
Göremedim görülecek olanı; ne kadar doğru, ne kadar tamdı. Ben uzaklaştırmaya çalıştıkça sinek burnuma konuyordu. Ellerim arkamda bağlıydı, o yüzden de bu musibetten sakınmak için başımı ve vücudumu oynatıyordum. Ancak askerler tam o anda ateş etmişti. Aldığım darbelerle arkamı dönmüştüm, yüzüm gökyüzünü görecek şekilde düşmüştüm, mermiler sırtımı yarıp geçiyordu. İnsanlar sırtımı dönmeyi önceden çalıştığımı düşünmüştü. Bu gerçekten de komikti. Eskrimdeki becerilerime rağmen, ki artık yetersiz olduklarını itiraf edebilirdim, o mermiler girdikten sonra vücudumu hareket ettiremezdim. Çoktan vücudumu buradan, cennetten izliyordum ve üzerinde hiç kontrolüm yoktu. Sadece o pis sinek ve burnuma konmasından kaçınma çabam vücudumu yerde o pozisyona sokmuştu. Gerçi kabul etmem gerekirdi ki güzel bir sembol olmuştu. Keşke ben düşünseydim. Benim için bir şey yapman gerekiyor, Danny, dedi Tanrı. Evet, elbette, ne isterseniz, diye fısıldadı Danny. Tanrım, daha hiçbir şey bilmiyordu. Tanrı burada, cennette insanlardan bir şey yapmasını istediğinde, her zaman bütün gücünüzü, iradenizi, inancınızı filan kullanmanız gerekirdi. Dünyaya geri dönüp birini kurtarmanı istiyorum. Metastatik pankreas kanserinin çaresini bulmak kaderinde yazılı, ki bu dünyada hala çaresiz görünüyor, ancak kısa süre sonunda klinik depresyona girecek ve kendisini öldürmek isteyecek. Kendisini daha önce öldürecekti ama hoşuna gidecek bir kadına mikrop yollayıp çalıştığı hastaneye gitmesini sağladım. Planım işe yaradı. Onu kısa süreliğine intihardan uzaklaştırdım ama geçiciydi. Çok yakında tekrar kendini öldürmeye çalışacak ve bu sefer dünya üzerindeki olaylara yeterince hızlı müdahale edemeyebilirim. Orada birine ihtiyacım var. Sen henüz geldin ve hala insanları memnun eden şeyleri hatırlıyorsun. Dünyada işlerin nasıl yürüdüğüne hala aşinasın. Oraya gidip ona yardım etmeni istiyorum. Hayatta kalmasını sağla. Çaresiz pankreas kanserinin çaresini bulacak kadar yaşamasını sağla. Tanrı bir şey talep ettiğinde bu bir istek değildir. Onun iradesi cennete her zaman gerçekleşir. Danny bunu henüz bilmiyordu ama yakında öğrenecekti. Danny onaylar gibi başını salladı. Emily’ bütün bu konuşmayı fark etmemiş gibiydi. Aslına bakılırsa Tanrı ‘yı hiç göımemişti sanki.
Ernest Hemingway’in 1924 tarihli şaheseri Zamanımızda geleneğinde bir ara bölüm vardır. Cenneti bütün rüyalarımızın gerçekleşeceği bir yer zannederiz. Evet, öyledir. Cenneti vücutsuz ruhlarımızın dolaşacağı bir yer zannederiz. Evet, öyledir. Cenneti sadece olumlu duyguların olacağı bir yer zannederiz. Evet, öyledir. Cenneti Yaratıcımızı sonunda yüz yüze göreceğimiz yer zannederiz. Evet, öyledir. Öte yandan, cennet ne sanıyorsak o olacaktır. Nasıl ki bizim rüyalarımız başkalarının rüyalarıyla çelişiyorsa cennetlerimiz de diğerlerininkinden farklı olacaktır. Nasıl ki hepimiz ruha inanmıyor, nasıl ki bazılarımız bedenleri ruhtan daha çok seviyorsak (ruhumuz olduğunu varsayarak), cennetlerimizde ya ruh ya beden olmayacak ama Matrix ya da benzer filmlerdeki karakterler gibi sadece bilincimiz olacaktır. Nasıl ki hepimiz neyin olumlu neyin olumsuz olduğunda hemfikir olamıyorsak, cennetteki duygularımız da diğerleri gibi olacak ya da olmayacak. Nasıl ki Yaratıcımızı çeşitli şekillerde düşünüyor, ona Tanrı ya da Tanrıça diyor ya da çeşitli isimler takıyorsak, onunla da hayal ettiğimiz formda karşılaşacağız. Sonuç olarak, nasıl ki Evren ‘de kesinlikle yalnız değilsek, nasıl ki minik gezegenimizin Evren’deki milyarlarca gezegen arasında hayat barındıran tek gezegen olduğunu düşünmek saçmaysa, cennetimizi de milyarlarca başka yaşam formuyla paylaşacağız.
Annie
Acil serviste işim bittiğinde neredeyse gün doğuyordu. Eve döndüm. Christine’e, artık ona ihtiyacım olmadığını, defolup istediği kişiyle evlenebileceğini, başkasını bulduğumu söylemeye hevesliydim. Fakat evin kapısını açtığımda o çoktan gitmişti. Üzgün hissetmek istemiyordum ama yarısı boş dolapları görünce kendimi tutamadım. Ancak Faith Brown’u düşününce o duygu hemen kayboluverdi. Tanrı’nın bir kapıyı kapatırken diğerini açması bu anlama mı geliyordu? Eh, Faith açılan, Christine kapanan kapıydı. Tek yapmam gereken Faith’in o kapıdan kollarıma gelmesini sağlamaktı Christine ‘in yanına almayı unuttuğu her şeyi toparlayıp attım. Tıp eğitimi beni biraz obsesif kompulsif yapmıştı, o yüzden de evimizin neredeyse hastanedeki ameliyathaneler gibi görünmesini istiyordum. Christine eskiden salondaki ameliyathane ışıkları yüzünden benimle alay ederdi. O daha ziyade yatak odamızdaki abajurun kısık ışığını seviyordu ama faturaları ödeyen ben olduğum için bu fikri kendisine saklıyordu; en azından çoğu zaman. Onunla ilgili sevdiğim şeylerden biri de buydu; değiştiremeyeceği ya da en azından buna cüret edemeyeceği şeyler konusunda sessiz kalırdı . İşte bu yüzden aniden heteroseksüel olmaya karar verince şoka girmiştim. Bana neden evlenmek istediğini de söylememişti. Artık bir önemi de yoktu. Artık zaten umursamıyordum çünkü gerçek bir aşk bulmuştum. Lisedeymişim gibi davrandığımı fark edince gülümsedim. Ergenler gibi hareket etmeyi seviyordum. Tabii ki ergen kafasıyla doktor olmamıştım. Faith Brown’u kazanmam gerektiğini biliyordum. Bir oyun planı ya da biz doktorların söylediği gibi, tedavi protokolü geliştirmem gerekliydi. Tabii benim sevdam bir hastalık değildi. Ha stalıkların ötesindeydi. Sistemimden çıkarmam gereken bir bakteri de değildi. Cinsel dürtüler ile aranan ruh eşini birbirine karıştıracak değildim. Tabii onu baştan çıkarmak kolay olmayacaktı çünkü Güney ‘de, ulaşılması zor bir yerlerde yaşıyordu. Baş ağrısı geçince -sadece uykusuzluktan kaynaklandığı için geçeceğinde şüphem yoktu- ortadan kaybolacaktı ve belki de onu bir daha hiç görmeyecektim. Hızlı hareket etmeliydim. Telefonumu çıkarıp ona mesaj attım. Bir konuda seni uyarmayı unuttum, yazdım mesajımda. Bu sabah buluşabilir miyiz? Pek etik bir hareket değildi ancak çaresiz zamanlar zavallı çözümler getirirdi. Romeo en azından Juliet’in evinin bahçesine girebiliyordu ama ben Faith ‘in evinin yerini bile bilmiyordum. Elimdeki tek şey telefon numarasıydı. Cevap çabucak gelmişti; şaşırmış ve keyiflenmiştim. Bu sabah sadece erken saatte boşum. Bir saat içinde Ortigas Center’daki Shangri-La Otel’de buluşabilir miyiz? Mesajında kelimeleri yazma tarzını sevmiştim. Çoğu kişi farklı anlamlara çıkabilecek kısaltmalar kullanırdı; en azından benim bakış açımdan. Biz doktorların kısaltmalardan hoşlandığını biliyordum ama okuldayken bu kısaltmaların anlamlarını ezberlerdik. Mesaj atanlar basit bir teşekkürler için bile bir sürii farklı yol deniyorlardı, mesela TŞK, TŞKR, TŞKRLR, hatta sadece gülücük. Ben kelimelerin tek tek yazılmasını tercih ediyordum. Evet, diye yanıtladım ve en şık kıyafetlerimi giydim. Bir saatte Shangri-La Otel’e zar zor yetiştim. Trafik felaketti ama DR plakam sayesinde kırmızı ışıklarda polis tarafından durdurulmadan geçebiliyordum. Doktor olmanın sevdiğim yanlarından biri de buydu, trafik kurallarından muaftım. Her zaman acil bir durum varmış gibi davranabiliyordum. Ancak bu kez gerek kalmamıştı, etrafta hiç polis yoktu. Hepsi bir yerlerde turistleri vurmaya çalışan çıldırmış bir polisi durdurmaya çalışıyordu. İşte orada, lobide tek başına oturuyordu. Güzeldi, yani gerçekten çok güzeldi. Beni görünce ayağa kalktı. Buraya gelmenizi istediğim için özür dilerim, dedi, ama tahmin edebileceğiniz gibi randevularım var ve . . . Cümlesini bitirmesine gerek yoktu, zaten durması için elimi kaldırmıştım. Lütfen, özür dileme. Zaten benim hatam. Acil serviste seninle daha uzun ilgilenmeliydim. Pürüzsüz alnında bir çizgi belirdi. Sorun nedir, doktor? Ciddi bir şey değil. Sadece önlem. Acil servisten çıktığım an fark ettim ama sen çoktan gitmiştin. Ah, evet, dedi. Ücreti korumam ödedi. Çok uzun bir sıra vardı, benim de çıkmam gerekiyordu. Üzgünüm. Özür dilemeniz gerekmiyor, dedim. Oturmasını işaret ettim. Ne içiyorsun? diye sordum. Bir tür meyve suyu, dedi. Garson getirdi. Yardımcım ben gelmeden sipariş vermiş. Köşede dikilmiş bizi izleyen, sert görünümlü ve çirkin bir adam fark ettim. Muhtemelen yardımcısı oydu. Koruması vardı. Ah, dedi bakışımı fark ederek. Kendisi benim yardımcım. Korumam az önce lavaboya gitti. Birkaç dakika içinde döner. Onu seveceksiniz. Ufak tefek bir kadındır ama İsrail ‘in meşru müdafaa sanatı Krav Maga eğitimi almış. O da, şey, sizin gibi giyiniyor. Krav Maga ‘yı biliyordum. Aslına bakılırsa her tür savaş ve savunma sanatını biliyordum. Bir keresinde kara kuşak karateci bir sevgilim olmuştu. Bana dokunma şekli pek hoş değildi. Her seferinde dokunuşları göğüslerime kalıcı hasar verecek diye korkardım. Peki benimle hastane dışında görüşmenizi gerektirecek kadar önemli olan şey ne? diye sordu Faith. Kendimi toparlamaya çalıştım. Bu kadının kalbini ya da en azından vücudunu nasıl kazanacağımı tam olarak bilmiyordum. Genellikle çekiciliğim, doktor oluşum, gençliğimde de parti hayatım benden genç ya da yaşlı birini çekmeme yetiyordu. Christine ‘le tanışmadan önce istediğim hemen herkese sahip oluyordum, özellikle de okuduğum kız okulundaki kızlara. O zamanlar lezbiyen olmak bir normdu, rahibeler kaş çatsa da öyle bir ekiptik. Rahibeler bunun normal olmadığını söylerdi ama biz sadece sırıtıp arkalarını döndükleri an öpüşürdük. Gerçi iğrenilecek derecede heteroseksüel kızlar olduğunu da kabul etmeliydim. Eh, kimse mükemmel değil, diye düşünürdüm kendi kendime. Doktor olduğumda ya da daha tıp okurken bile kadınlar, her ne kadar hayali de olsa servetimden etkilenirlerdi. Aslında doktorlar olarak o kadar da fazla kazanmıyorduk. Tabii bazılarımız vergilerinde hile yapıyordu, buna kendi aralarında vergi kaçırma yerine vergi iptali adını takmışlardı ama zaten ödemeler de o kadar yüklü değildi. Aslında sadece hastaların zihninde zengindik, genelde maaşlarımızı çok yüksek sanıyorlardı. Çok yüksekmiş ! Tıp okurken geçirdiğimiz onca yıldan sonra mı? Beş yıl tıp , üzerine üç yıl uzmanlık, sonra üç yıl daha alt uzmanlık, hatta bazen de çoğumuz için bir alt düzey uzmanlık alanı için bir ya da iki yıl daha. Kesinlikle yüksek maaşları hak ediyorduk ! Daha önce kadınlar üzerinde kullandığım tavlama cümlelerinin hepsini düşünmüştüm. Çoğu zaman onlara aşık olmadığım, sadece vücutlarını istediğim için o an bir şey uydururdum. Ancak bu kadınla olmuyordu. Net düşünemeyecek kadar heyecanlıydım. Ona sahip olmam gerektiğini biliyordum. Belki sadece Christine ‘in açığını kapatmak içindi. Belki sadece libidoydu. Her neyse, kesinlikle zapt edilemiyordu. Aklımı toparlayamıyordum. Benimle bir sevgili olarak ilgilenmesi için hangi tekniği kullanmam gerektiğini çözemiyordum. Affedersiniz, dedi Faith. Aklınızda bir sürü şey varmış gibi görünüyor. Ancak bir sorunum olup olmadığını bilmeyi çok istiyorum. Ayaklarım yere basmıştı. Hayır, diye yanıtladım. Bir sorununuz yok. Aslına bakılırsa mükemmel görünüyorsunuz, yani sağlık açısından. Mükemmelsiniz. Yıllar önce, daha lisenin ilk yılında bir öğretmeni arzularken yapacağım şekilde davranıyordum. Öğretmenimiz oldukça gençti, daha yeni mezun olduğu belliydi, ayrıca benimle ilgileniyordu. Yanımdan geçerken omzuma dokunma şeklinden bunu anlayabiliyordum. Ona beklentiyle baktığımda sorunun cevabını bildiğimi anlayarak benim ismimi söylemesinden, başka taraflara baktığımda cevabı bilmediğimi fark ederek asla adımı söylememesinden, beni asla aşağılamamasından, ders bitiminde tahtayı silmesine yardım etmem için kalmamı istemesinden anlıyordum. Dönem başladıktan iki ay sonra birlikte sinemaya gidiyorduk, başta sadece el ele tutuşuyorduk ama sonra birbirimizin lezzetli kısımlarını keşfetmeye başlamıştık . Gelmemi sağladığında çığlık atıyordum ama elini ağzıma koyuyordu. Sonrasında bir dondurmacıdan muz yatağında dondurma aldığımız sırada kahkahalarla gülüyorduk. Muz yatağında dondurmaya bayılıyor, saatlerce klasik muz yatağında dondurmanın nasıl da deği ştiği ve yeni moda sunumunun geleneğe ihaneti hakkında saatlerce konuşuyorduk . Faith’i benimle sinemada, onu parmaklayarak gelmesini sağlarken hayal ettim. Bağırır mıydı? Boştaki elimle ağzını kapatır mıydım? Bu cennete ait ağızdan çıkan bütün sesler de cennete ait olacaktı, hiç kimse de dünyayı bu seslerden mahrum bırakma hakkına sahip değildi . Fantezilerimin altında öyle eziliyordum ki elime dokunduğunda bilinçsizce gerildim . Doktor, dedi. İyi misiniz? Boşu boşuna deneyimli bir çapkın olmamıştım. Hemen boştaki elimle onun eline dokundum. Elini, kibar karşılanacağından daha uzun süre tutmama izin verdi . Evet, Faith, dedim, gayet iyiyim. Senden o kadar etkilendim ki, o kadar. .. Aklımdan vuruldum demek geçiyordu ama o zaman canını sıkardım. Gülümsedi. İnsanların benimle konuşurken biraz, şey, garip davranmasına alışığım. Boyum yüzünden olmalı . Bu ülkedeki çoğu erkekten uzunum. Avrupa’yı o yüzden seviyorum, erkekler daha iri ve daha az utangaç. Hemen hatasını anlamıştı. Affedersiniz, dedi tekrar. Dünyanın en çok özür dileyen insanı olmalıydı. Erkekler hakkında konuşmak istememiştim. Demek biliyordu ! Erkeklerle rekabet ettiğimin farkındaydı . Farklı niyetlerim olduğunu biliyordu. Elimden gelen en doktor ifademi takınıp, Acil servise geldiğinde hiçbir sorunun yoktu. Sana teselli ilacı verdim. Teselli ilacı demek Teselli ilacının anlamını biliyorum, doktor, dedi. Merak etmeyin. İlacı almadım. O zaman özür dilemeye geldiğimi de biliyorsun. Biz doktorların, hastalara yalan söylediğini düşünmeni istemedim. Doktorları bilirim, dedi. Annem de doktordu. Bana acil servis stajı sırasında üstündeki doktorun, halihazırda ölmüş bir hastayı sanki canlandırma ihtimalleri varmış gibi davranmasını istediğini, böylece akrabalarından daha fazla para alabildiklerini anlatırdı. Annem bundan hoşlanmamıştı. Acil servisi bırakıp cerrahiye geçmişti . O ve diğer cerrah arkadaşları benim önümde bile dahiliyeciler ve acil servis doktorlarıyla münakaşa ederlerdi. Bunu bütün mesleklerin cilvesi olarak düşünmüşümdür. Ben hep oralardaydım, doktor. Gerçekten gördüm. Sonra da kahkaha attı. Ne sevimli bir kahkahaydı ! Babam da tıp okumaya başlamış, diye sürdürdü sözlerini Faith. Ancak çok geçmeden kafasının iş dünyasına daha uygun olduğunu anlamış. Oldukça başarılıydı da. Hoşbeş zamanının geldiğini düşünmüştüm, o yüzden de sohbeti sürdürerek, Tanıdığım biri mi? diye sordum, gerçi cevabı zaten biliyordum. Onu herkes tanır, diye yanıtladı. George Brown. Christine Eh, sandığım gibi olmamıştı ama beraber ilk gecemiz fena değildi. George ‘ la, onun otel odasında, kelimenin tam anlamıyla yattım. Sadece uyudum, gerçekten de uyudum. Heteroseksüel seks diye bildiğim şeyi yapmadık. Yaptığımız şey Annie ‘yle yaşadığımın zayıf bir taklidiydi, sadece George erkekti. Bu gece ya travmatik ya heyecan verici olacaktı. Büyük Payatas Otel ‘ de kendisininkine bitişik bir süit rezerve etmişti. Böylesinin daha uygun olduğunu söylemişti. Ünlü bir adamdı, paparazziler hep etraftaydı ve gazetelerine yeni başlıklar arayarak dolaşıyorlardı. Kendi süitinin ek odası da olduğu için, onu bana tutmuştu. Odacı çocuklar olup bitenin farkındaydı ancak George yine de biri yemek getirdiğinde odalar arasındaki kapıyı kapatıyordu. Aşağıdaki restoran yerine her seferinde oda servisini tercih ediyordu. Ayrıca bir beyefendi olarak ama tabii önlem gereği benden de oda servisini kullanmamı istemişti. Ben de mönüde bulduğum en pahalı şeyleri sipariş ederek bu isteğe uydum. Yükseklerde yaşama hayalimi gerçekleştiriyordum, bunu bozmayacaktım da. Bu gece içime girdiğinde tamamıyla ayık olmak istiyordum. Lakin içime girmemişti. Görünüşe bakılırsa bir sürü şey için bir sürü ilaç alıyordu. Aldığı ilaçlardan biri beta engelleyiciydi ve onu erkek olmaktan alıkoyuyordu. Basitçe, ED, dedi ve ben de bu cevabı yeterli buldum. Annie bana, kendisine ereksiyon disfonksiyonu yaşayan hastaların ona söylediklerini anlatmıştı; onları hastanenin üroloğuna yönlendiriyordu. Annie bunu sadece gerçekten erkek olmadığını düşündüğü bir adam karşısında etkilenecek mi diye yaptıklarını düşünüyordu. George hoş sayılırdı. Benimle bir kadın gibi sevişmişti ama şefkat ve uzmanlığı yoktu. Yorgundu. Tanrım, gerçekten yorgundu. Önce dilini kullanmıştı ama nereyi kullanacağını, ne zaman emip ne zaman üfleyeceğini bilmiyordu. Yani gerçekten acemiydi. Sonra işaret parmağını kullandı. Ancak G-noktamın nerede olduğuna dair en ufak fikri yoktu. Yani o kadar kötüydü işte. Kendimi tutamadım. Kendi kendime daha derine, daha yukarı diye mırıldandım ama duyduğuna şüpheliydim çünkü kendisiyle fazla meşguldü. Neyse, ben gelmeye hazır değildim, özellikle de içime girmediği için. İki parmağını sokmayı denedi. Acı verici değildi ama işe de yaramamıştı. Bana yataktaki numaralarını anlatan pek çok heteroseksüel kadından öğrendiğim gibi orgazm numarası yaptım. İnledim, kasıldım, hatta yüksek sesle, Aman Tanrım, diye bağırdım. Neyse ki kadınlar hakkında az şey biliyor gibiydi. İçimden sıvı akmadığını fark etmedi. Duyduğum kadarıyla çoğu erkek, kadınların da seksten sonra çarşafta büyük lekeler bıraktığını bilmiyordu. Gelmesini sağlamak için onu yalayacaktım ama bunun için yeterince zaman olduğunu söyledi. Bu açıdan biraz tuhaftı. Numara yaptığım orgazmdan sonra beni bırakıp odasına gitti ama ara kapıyı açık bıraktı. Ağzını defalarca yıkadığını duyabiliyordum. Gerçekten iğrençti. Onu yalasaydım menisini yutardım. Sanki hiçbir parçamın içinde olmasını istemiyormuş gibiydi. Neden onunla evlenmemi istediğini merak ettim. Muhtemelen seks için değildi çünkü gayet iyi biliyordu ki ED’si varken beni -ya da hiçbir kadını- tatmin edemezdi. Öyle mükemmel de görünmüyordun. Düzenli olarak spor salonuna gidiyordum. Göğüslerimi büyüttürmüştüm. Erkek dergilerindeki kadınlar gibi görünmek için diğerlerinin yaptığı her şeyi ben de uygulamıştım. Gerçi bunları erkekler için değil, kadınlar için yapmıştım; özellikle de Annie için. Annie. Onu bu şekilde terk etmemiş olmayı diledim ama muhtemelen en iyisi buydu. Temiz bir kesik. Ferdinand Marcos’un yapmış olması gerektiği ama reddettiği gibi. Bu sebeple gömülmemiş, yolsuzluğuna inanmayanları kandırmak için mumyalanmıştı. Yolsuzluk yapmamışmış ! Hayal edebileceğiniz en çarpık adamlardan biriydi. Bunları ben uydurmuyordum. Guinness Rekorlar Kitabı’nda okumuştum. Tüm zamanların en yoz üç diktatörlüklerinden biri olarak listeye koymuşlardı. Tabii bu liste de biraz fazla katıydı. O listede Nero, Stalin, Mao gibi insanlar olmalıydı. Ancak ister ilk üçe girsin, ister girmesin, kesinlikle kötüydü. Daha lisedeyken bile erkek cinsinden kaçınmamın sebebi Marcos ‘tu. Tarih hocasından Marcos ‘un Filipinler’e yaptıklarını, yönetmesinin tek sebebinin daha fazla para arzusu olduğunu öğrendikten sonra, erkek ırkına lanet olsun, demiştim. Kadınları tercih edecektim. Imelda Marcos’ a hayrandım. Zevk sahibiydi. Soyluydu. Gücü vardı. Çocukları olmasaydı, bizden biri olacağına yemin edebilirdim. Onun yanında Ferdinand çelimsizdi. Kısa boyluydu bir kere. Komik bir Filipin aksanıyla konuşuyordu. Asla çağrı merkezi sektöründe iş bulamazdı. George ise Marcos ‘un aksine uzundu. Pek çok açıdan büyüktü; mesela işinde, gücünde, zekasında . . . Önem arz eden tek şey dışında her şeyi büyüktü. İşte orası gerçekten küçük, yani kısaydı. Daha önce seks filmleri izlemiş, seks sitelerine girmiştim; oralarda erkeklerinki hep uzun olurdu. Belki de kamera numarasıydı, bilgisayar yapımıydı; tıpkı kadınların saçlarının rüzgarda sadece bir dijital tasarımcının hayalindeki gibi uçuştuğunu gösteren şampuan reklamları gibi. Ancak George’unkinden daha kısasını hayal dahi edemiyordum. Yani içeri sokmayı başarsa bile farkına varamayabilirdim. Onunla parası dışında bir şey için evlenmediğimden, şikayet edemezdim. Gerçi ED’den başka bir sorun vardı. Bana Faith adında bir kadını anlatmaya çalışmıştı. Kızı ya da vasisi, belki de sevgilisiydi. Gerçi ED ‘siyle sevgilisi olamazdı. Onu sevdiği belliydi çünkü benim odamdaki akşam yemeğimiz sırasında sürekli telefonla arayıp durmuştu. Belli ki bir sebeple hastaneye gitmişti, George da endişeliydi. Muhtemelen hastaneden çıktığını filan söylemiş olacaktı ki George rahatlamış göründü. Keşke Annie yanımda olsaydı. Bana ED ‘si olan birinin nasıl sevgilisi, vasisi -ya da artık bu Faith denilen kadın her kimseolduğunu, neden hastaneyi bir saatten kısa sürede terk ettiğini açıklayabilirdi. Annie bir keresinde hastalık hastası tipler olduğunu ve acil servise gelip tansiyonlarını ölçtürmeden rahat edemediklerini anlatmıştı. Belki Faith de onlardan biriydi. George ‘la evliliğim sırasında onunla uğraşmak zorunda kalmamayı umdum. Ne olursa olsun her şeyi planlamıştım. Bana aylık bir milyon dolar vermeyi garantileyen bir evlilik öncesi sözleşmesi imzalayacak, George’la Fransa’nın güneyinde evlenecek, balayına çıkacak -gerçi ED yüzünden burayı değiştirmem gerekiyordu- sonra da ondan boşanacaktım. Sonra da Annie’ye dönecektim. Beni anlayıp bağışlamasını umuyordum, özellikle de ona gemiyle Ege turu ısmarladıktan sonra.
Danny
Bunun benim için yeni bir durum olduğunu kabul etmeliydim. Daha önce hiç ölmemiştim. Daha önce hiç ölü bir kadınla konuşmamıştım. Daha önce hiç Tanrı’yla karşılaşmamıştım. En vahşi fantezilerimde bile Tanrı ‘nın temsilcisi olacağım aklıma gelmemişti. Emily ‘nin de odada olmasından memnundum. Artık Tanrı gittiğine göre -ayrıca bana nasıl da babamı hatırlatıyordu- bana bütün mevzuyu anlatabilirdi. Öte yandan o Tanrı’yı hiç fark etmemiş gibiydi. Donup kalmış gibiydi, hani şu zamanı durdurabilen ya da hızlı akmasını filan sağlayan çocukların filmlerindeki gibiydi. Bu metaforun edebi eleştirisini yapan bir kitap yayımlamıştım. Fotoğrafın, zamanı kontrol altına alma yolu olduğunu iddia ediyordu. Sanırım Samuel Beckett hakkındaydı. Okuduğum her şeyi hatırlamam beklenemezdi çünkü Bookamin’leri almayı uzun zaman önce bırakmış, pek çoğunu Boşaltma Fonksiyonu’nu kullanarak ha fızamdan silmiştim. Hem karnım doysun, hem pastam dursun diyecek halim yoktu, o yüzden de kitaplarımı hem yayımlayıp hem okuyacak değildim. Her zaman orijinal işleri istemiştim. Bana uyan buydu. Tanrı benden dünyaya geri gitmemi istemişti . Bu kesinlikle orijinaldi. Bir kadını kurtarmamı istiyordu. Bu daha bile orijinaldi. Bana göre kadınlar kurtarılmazdı. Kullanılırlardı. Cennetin olumsuz düşüncelerle başa çıkma yoluna alışmalıydım. Politik doğruluğun anlamını biliyordum. Hatta şirketimin misyonumuz-vizyonumuz panosunda bile asmıştım. Her zaman doğru olmak: politik, finansal ve felsefi açılardan. Tabii bu misyon-vizyon bir anlam ifade etmiyordu ama kulağa hoş geliyordu. Artık onu ne kendi ne de çalışanlarımın panolarına asmış olmam gerektiğini anlıyordum. O zamanlar patrondum. Artık patron gibi hissetmiyordum. Etrafta Tanrı varken olamazdım. Komikti ama zaten patronluğu özlemiyordum da. Bu da o olumsuz duygulardan biriydi herhalde. Bu sabah uyandığımda her şeyin dünküyle aynı olacağını düşündüğümü hatırladım. Önce araba kazasını sonra da cenazeyi gördüğümü hatırladım. Emily ‘nin bir şekilde buradaki varlığını hatırladım. Ancak detayları hatırlayamıyor gibiydim. Bu da benim için yeni ve orijinaldi. Her zaman fotoğrafık hafızamla övünürdüm. Yani artık yayımladığım kitapların hiçbirini hatırlamıyordum, sadece şahsen denediğim ve boşaltmadığını ilk birkaç Bookamin dışında. Eskiden çok popüler olan o Google gibi bir tür kitap dizini icat etmeliydim. Yapması kolay olurdu. Basit bir programdı. Uykumda bile yapabilirdim. Ancak yapmadım. Ne kötüydü. Artık öldüğüme göre bir başkası yapmalıydı. Hayal edin. Kendi yapabileceğim bir şeyi bir başkasının yapmasını gerçekten istiyordum. Gururuma, hırsıma, kıskançlığıma ne olmuştu böyle? Ah, yine o olumsuz düşünceler. Başlıca günahlar. Ölümcül günahlar. O yüzden belki de cennet ölümcül günahların olmadığı yerdir. Ancak hepimiz ölüydük. İşte bu komikti. Gerçekten komikti. Sanırım cennetteki komiklikler konusunda bir şey yayımlamalıydım. Ancak artık ölüydüm. Artık yayıncılık yoktu. Yine de Emily Dickinson, bizzat, kanlı canlı ya da her neyse, ruhuyla, bilinciyle filan karşımdaydı. Yine de benden şiirlerini yayımlamamı istiyordu. Demek ki hala kitap yayımlayabiliyordum! Demek ki her şey değişmemişti. Emily gülümseyip, Tanıştığımıza memnun oldum, Bay Danny Livingstone. Sizi görmek için uzun yoldan geldim. Cennette de dünyada da bana yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunuzu biliyorum. Şiirlerimi tam olarak yazdığım şekliyle yayımlamanız gerekiyor, dedi. Sanırım bunu zaten söylemişti ama kendime, kibarlığın vücut bulmuş hali olduğumu hatırlattım -cennette kullanmak için garip bir tabir-, o yüzden de gülümseyip bütün cazibemle, Şiirlerinize bayılıyorum, Bayan Dickinson. Onları asla tahrif etmem. Benim için kutsallar, dedim. Böyle söylememeliydim, fazla cennete aitti. Emily, Bu benim dünyaya mektubumdur, dedi. Aniden İngilizce ders kitabımdaki haliyle şiiri hatırladım: Bu benim dünyaya mektubumdur, Bana hiç yazmamış olsa da, – Doğa’nın anlattığı basit haberleri, Ve hassas görkemiyle. Onun mesajı iletildi Göremediğim ellere; Onun aşkı için, sevimli kasabalılar, Hassasça beni yargıladı! Emily aniden, sesini biraz yükselterek, Tam kastettiğim şey, dedi. Zihnimi nasıl okuduğunu merak ettim. Belki de cennette insanlar zihin okuyabiliyordu. Ben kesinlikle onun zihnini okuyamadım. Belki Tanrı bana nasıl yapacağımı öğretebilirdi. Ben bunu yazmadım. Evimdeki arşivleri kontrol edebilirsin. Ne yazdığıma bakarsın. Daha da aniden evindeki arşivleri görebildim. İşte bu önemli bir şeydi. Görünüşe bakılırsa dünyadaki bazı şeylere erişebiliyordum. İşte orada, gözlerimin önünde, el yazısıyla şiiri duruyordu. Evet, gerçekten de basılı edisyonlarıyla alakası yoktu: Bu, Dünyaya Benim Mektubumdur Bana hiç yazmamış olsa da – Doğa’nın anlattığı Basit Haberler Ve hassas görkemiyle – Onun Mesajı iletildi Göremediğim Ellere Onun Aşkı için, Sevimli Kasabalılar – Hassasça -beni yargıladı Neredeyse her kelimeyi büyük harfle başlatmıştı. Artık müzesindeki müdürü nasıl aşağıladığımı hatırlıyordum. Büyük harfli kelimeler önemliydi. Küçük harfliler ise değildi. Okurun büyük harfli kelimeleri vurgulaması, küçük harflileri geçiştirmesi gerekiyordu. Benim. Mektubum. Dünyaya. Beni. Basit. Haberler. Görkem. Eğer yan yana farklı şekilde dizersek başka bir şiir ortaya çıkardı. Sonuç olarak dünyaya basit bir mektup değildi. Anladın! dedi Emily. Uzun eteğinin altında bacaklarının dans ettiğine yemin edebilirdim. Benim Güzel Meleğim’i hatırlayarak, yüksek sesle, Ah George*, anladım! dedim. Zaten Emily Dickinson eskiden de şimdi de benim için buydu. Bu da neydi? Artık cennette değildim. Aman Tanrım (ah pardon, Lordum), George diye bir herifle bir otel odasındaydım. Nasıl olmuştu bu? Hımın, belki de, Ah, George dediğim içindi. Yani bu kadar mıydı? Bir insandan yüksek sesle bahsedersem, o kişinin olduğu yere mi naklediliyordum? Ah, George, dedim ve işte burada, George isimli adamın yanındaydım. Duştan çıkıyordu. Karşı koyamayarak aşağı baktım. Penisi böbürlenilecek durumda değildi. Bu da neydi? Gerçekten de düşüncelerini duyabiliyordum. Lanet olası, kahverengi bir seks makinesiydi, bu sürtük başka bir şey değildi. Ne pis ağızdı böyle ! Onu susturmak ya da böyle düşünmesini engellemek için suratına tokat attım. Ancak elim kafasının içinden geçti. Yürürken önünden çekildim. Fakat duvar çok yakınımdaydı, o yüzden de tam olarak çekilemedim. İçimden geçip gitti. Beni görmüyor ya da hissetmiyordu! Kafasına vurdum, kıçını tekmeledim, karın boşluğuna vurdum ancak benim vücudum onunkinin içinden geçip durdu. Kulağına, George, her kimsen, kapat çeneni! diye bağırdım. Beni duymadı ama ben onu duyabiliyordum. Düşünceleri fazlasıyla yüksek sesli ve netti. Mary lanet olası Magdalene’di, bu lanet şeyleri nereden öğrenmişti? İnsanlığın en zayıf bahanelerinden biri olmalıydı. Tabii ki bunları kimseye söylemiyor, sadece düşünüyordu ama ben onu duyabiliyordum. Eminim Tanrı da onu duyabiliyordu. Durdum. Hayattayken kadınlar hakkında benim de böyle düşündüğümü hatırladım ama böyle bir ağızla değildi. Kendi kendime konuşurken bile daha kibardım. Ben hayattayken kadınların, nasıl söylesem, erkekleri memnun etmek için yaratıldıklarını düşünürdüm. Gel benimle yaşa, bütün zevkleri tadalım. Bu benim için eskiden kadınlarla bütün zevklerin tadılabileceğinin işaretiydi. Kadınların doldurabileceğim bir sürü boşluğu vardı; sadece pornolarda gösterilen üç deliği kastetmiyordum, ayn ı zamanda ceplerindeki, kalplerindeki, evet, kalplerindeki delikleri de dolduruyordum. Ayrıca St. Paul, Korintlilere mektubunda bizatihi, Erkekler kad ınlar uğruna değil, kadınlar erkekler uğruna yaratılmıştır, yazmamış mıydı? St. Paul’la konuşmalıydım. Tanrı için onca yaptığından sonra buralarda bir yerlerde olmalıydı. Ayrıca ona şu attan düşmesine sebep olan kör edici şimşeği de soracaktım. Yani sadece kötü bir binici miydi, yoksa H ıristiyanların tarihlerini daha az sıkıcı göstermek için uydurdukları hikayelerden biri miydi? Böyle şeyler düşünebildiğime şaşırmıştım. Cennette olumsuz bir şey düşünemediğimizi sanıyordum. Dünyaya döndüğüm içindi herhalde. Bu George’un meselesi başkaydı. Onun kadar ileri gitmediğime memnundum. Bu dünyaya dönme meselesi yüzünden kafam çok karışmıştı. Ben sonsuzlukta, sonsuz şimdide mevcuttum, dünyadaki insanlar ise zamanda, geçmiş, şimdi ve gelecekte yaşıyorlardı. Ben de geleceğim olacağım sanıyordum ama artık daha iyi biliyordum. Ben gelecekte, geçmişte ya da şimdi deydim. 1Gerçekten de birinin bana cenneti açıklaması gerekiyordu. Cennet ve dünyada, Danny, senin hayattayken hayal ettiğinden çok daha fazlası var. Bu da kimdi? Bu otel odasında sadece George vardı. Başkası da mı mevcuttu? Bir başkasının da mı zihnini okuyordum? Ben Bill. Senin dostane komşu oyun yazarın. Tanrı beni ihtiyacın olursa diye gönderdi. Bill mi? Bill de kim? Kimsin sen? Stratford-upon-Avon’lu William Shakespeare, hizmetinizdedir. Bookamin formatında bütün eserlerinin yorumlarını ve interaktif versiyonunu yayımladığım William Shakespeare’le konuştuğuma inanamıyordum. Ancak tabii ki öldüğüne göre o da cennette olmalıydı. Ancak şu an neden dünyadaydı? Buraya sık sık, çoğunlukla da kendimle buluşmak için gelirim. Eh, iyi açıklamaydı. Omuz silkip zihnimde benimle konuşan William Shakespeare fikrine teslim oldum. Yani kendimi ölü, ömürlük idolüm Emily Dickinson’ın karşısında, babam gibi görünen Tanrı’nın bizzat karşısında bulduktan sonra neye şaşırabilirdim ki? Yapacak bir işin var, Danny. Başlasan iyi olacak. Ancak neden bu sapıkla bir otel odasında olduğunu anlayamıyordum. Kimdi bu herif? Etrafıma bakındım. Masada bir kartvizit gördüm. George Brown. Bu ismi nereden biliyordum? Ah Tanrım, milyarlarca dolarlık petrol şirketi hissesi miras kalacak milyarderdi bu. Bu haberi ölmeden bir gün önce almıştım. Hisselerle ilgili bir mesele vardı. Avukatlar canlı yayında bu konuyu tartışmıştı. Ölen bir adamın son arzusu ve vasiyetiyle ilgili bir sorun vardı. Yasal olup olmadığı konusundaydı. Bu George Brown adlı adamın hisseleri almak için yasal bir gerekliliği yerine getiremeyeceği hakkındaydı. Neyse. Yakında Christine Brown olacak, ben de hisseleri alacağım, diye düşünüyordu. Evet, Danny, hadi. Christine’i bul. Nasıl, diye sordum Bill’e. Onu bu gezegendeki milyarlarca insan arasında nasıl bulacaktım? Sadece ismini yüksek sesle söyle. Geri kalanını Tanrı halleder. Sadece George ismini yüksek sesle söyleyerek bu otel odasına vardığımı hatırladım. Christine, dedim yüksek sesle. Bir takside, bir kadının yanında oturuyordum. Taksi bir apartmanın önünde durdu. Kadın indi, ben de takip ettim. Girişteki görevli, Merhaba, Bayan Christine, dedi. Onu dairesine kadar izledim. Bir bavul alıp içine bir sürü şey doldurdu. Taşınıyordu ! Neler oluyordu? Bu hikayenin parçalarını nasıl birleştirecektim? Ne yapmam gerekiyordu? İntihar edecek olan ama çaresiz bir hastalığın çaresini bulacağı için yapmaması gereken kadın bu muydu? Ama kim kendisini öldürmeden önce eşyalarını toplardı ki? Tanrı bana daha detaylı talimatlar vermeliydi. Belki de vermişti ama gözlerim Emily’ye kilitlendiği için dikkat etmemiştim. Christine ağlıyordu. Üzgünüm, Annie. Bunu yapmak zorundayım. Hayalimin peşinden gitmeliyim. Hoşça kal, Annie. Annie. Bir başkası daha! Elimde George, Christine ve şimdi de Annie vardı. İç çekip yüksek sesle, Annie, dedim.
FERAGAT
Bu roman bir kurgu işidir. Kişiler, olaylar ve mekanlar her
ne kadar gerçek kişi, olay ya da mekanları ima ediyor gibi görünseler de hayal ürünüdürler.
Onun Mesajı iletildi
Göremediğim Ellere
Cenneti vücutsuz ruhlarımızın dolaşacağı bir yer zannederiz.
Evet, öyledir.
Jane o kadar yüksek bir fısıltıyla fısıldadı ki kapıya yönelmiş dört öğrenci dönüp baktı : Zavallı bekaretimizi ahlaksızlardan ve hırsızlardan koru! Hiç mi yoktur bakirlerin erkekleri söndüreceği askeri bir yasa? Sönüp gidin, sizi aptallar, dedi Davenant, ama bu çocukların önünde yapmayın. Bilirsiniz, toplum düzenini bozmaktan tutuklanmak istemeyiz. Umurumda değil elinizden kaç iş geldiği. Yine de erkeksiniz ve saygıdeğer bir tavernadasınız. Saygıdeğermiş ! dedi Shakespeare ve yukarıya yöneldi. Dick ve Jane öğrencilerin yanına gidip hepsine önce tek tek sonra ikili ikili en son da hep birlikte sarıldılar, sonra da içki içip alem yapmak için tavernayı birlikte terk ettiler. Davenant kendi kendine, Daha ne kadar bu bekaret ve tiyatrolarına katlanırım, bilmem. Will bu kadar zengin bir adam olmasaydı, karnımı doyurmak için onun para çantalarına muhtaç olmasaydım, köşedeki polise başka tarafa bakması için para vermek zorunda kalmazdım. İşte o zaman bu solucanları sonsuza dek alıp götürürdü. Oxford’un adını kirletiyorlar, dedi. Koltuğuna gömülüp kafasını kaşıdı, içkisini içti ve Yeter ki Sonu İyi Bitsin ‘in 1. Perde, 1. Sahnesini okumaya başladı. Oyunun bütün dizelerini nasıl bu kadar iyi bildiğini anlayamıyordu, kendisini Shakespeare’den biraz daha eğitimli görüyordu. Tek hatırladığı dün gece deli gibi horladığı ve oğlunun da boğulacak diye korktuğundan onu uyandırmak zorunda kaldığıydı. Rüyasında ya da Will’le avazları çıkana dek şarkı söyledikleri bir zamanda bazı hayaletler ağzına bir şey bırakmış, o da sevgili dostu William Shakespeare ‘in oyun metnini baştan sona gözleri önünde görmüştü. Tabii bu William Shakespeare olamazdı, o sadece Globe Tiyatrosu’ndaki biletin fiyatını bilen bir biletçiydi. Bu William Shakespeare adını bile zor yazıyordu. Oxford ‘un eski eğitmenleri gecenin o saatinde sokaklarda, dünya mı güneşin etrafında dönüyor, güneş mi dünyanın etrafında dönüyor, her şey bir başka şeyin mi etrafında dönüyor diye düşünerek yürüyor olsalardı, Oxford ufuk çizgisini işaret eden çan kulelerinin çanlarının çıkaracağı yükseklikteki seslerle şu dizeleri duyacaklardı : Bekaret patladıktan sonra, erkek de hemen ardından patlar; ona teslim olarak ateşini söndürdün mü kaleyi içerden kaybettin demektir. Doğanın birliğinde bekareti korumak politikaya uymaz. Bekaretin kaybı nüfus artışı demektir. Bekaret ilk kez kaybedilinceye kadar, hiçbir bakire çocuk doğurmamıştır. Sen bakire yapılan maddeden ortaya çıktın. Bekaret bir kez kaybolsun. On bakire daha vücut bulur. Oysa sonuna kadar korunan, sonuna kadar kaybolmuş demektir. Neyse, bu konu kabak tadı verdi, bırakalım artık. Bu konuda söylenecek çok az şey var; bakirelik doğa yasalarına aykırıdır. Bekareti savunmak anaları suçlamak olur; bu da kuşkusuz büyük bir itaatsizliktir. Kendini asan kimse bakirdir; çünkü bakir kalmakla kendini öldürmek aynı kapıya çıkar. Bence bu kişiler, doğa yasalarına zarar verdikleri için, kutsal topraklardan uzakta bir yere gömülmelidirler. Bekaret, tıpkı peynirde olduğu gibi bakteri üretir, kendini son zerresine kadar tüketir ve böylece kendi kendini doyurarak ölür gider. Ayrıca, bekaret, tedirgindir, kibirlidir, aylaktır ve yalnızca kendini sever; bütün bunlar da dinimizin yasakladığı günahlardır. Biriktirme onu çünkü bir şey eline geçmediği gibi, sen kaybedersin. Onu faize ver, on yıl içinde sana bire on versin; bu da iyi birikim olur. Ayrıca, sermayesine de pek bir şey olmaz, Hadi, yeter artık ! Bir düşüneyim. Evet, bunun için, bekaretten hoşlanmayan bir erkekten hoşlanman gerekli . Bir mal iş yapmadan yat arsa cilasını kaybeder: Ne kadar uzun saklanırsa değeri de o kadar düşer. Henüz müşterisi varken elden çıkarmaya bakmalı . Talep varken pazarlamak gereklidir. Bekaret yaşlı bir saraylıya benzer : Şapkasının modası geçmiştir, takıp takıştırırsa da rüküştür; bugün artık takılmayan bir broş, kullanılmayan bir baston gibi. Şeftalinin acısı yıllar sonra yanaklarına vuracağına, zamanında böreğe çöreğe tat versin daha iyi . Senin bekaretine gelince : Senin o mahut bekaretin, tıpkı içi geçmi ş Fransız avukatlara benziyor; solgun görünüşlü, tatsız, kuru. Evet, evet, olgunlaşıp kararmış bir armudu andırıyor. Eskiden diri, ama şimdi içi yumuşamış bir armut ! *
Balkondan atlamak istedi.
Sana kaç kere imkansızı elediğinde geriye kalan ne kadar inanılması güç de olsa gerçektir, dedim? Şu an son derece mantıklı geliyordu.
Ben Jose Rizal. Üç romanımı yayımlamıştın. Bana Joe di­yebilirsin. Ayrıca konuşmana gerek yok. Zihnini okuyabiliyo­rum. Yani çoğu zaman. Evet, Noli Me Tangere ve El Filibusterismo’yu daha dünya klasiği olmadan yayımlamıştım. Hatta bitmemiş olduğu halde son romanını da yayımlamıştım.
Her kadının ilgisini çekeceğini bildiğim şeyi yaptım. Ona arzu dolu gözlerle baktım.
Faith Brown tek kelime yazmıştı : Gel.
Üzerinde de 809 145 alan kodlu bir telefon numarası vardı. Bu kodun dünyanın neresine ait olduğunu bilmiyordum ama kesinlikle öğrenecektim. Ceptelefonunun arama motorunda kodu araştırdım. Şoka girmiştim. Asla 809 alan kodunu tuşlamayın, yazıyordu. Bir virüstür. Size en az elli bin dolara mal olur. Koltuğuma gömüldüm. Kandırılmış mıydım? Bu bir numara mıydı? Yan masadaki kadının çantasında gizli kameralar mı vardı? Saçma bir televizyon şovunda mıydım? Bu öpücük ne demekti peki? Kendimi şantaja açık hale mi getirmiştim? Tanrı aşkına, ne oluyordu? Bir numaranın parçası olduğuma inanamıyordum. Kafamda bütün gün yaşananları gözden geçirdim. Kimseye para ya da kasa şifresi, bir hastanın tıbbi durumu filan hakkında bilgi vermemiştim. Kimse benden bir şey almamıştı. Yine de Faith’in bıraktığı telefon numarası virüs olarak biliniyordu.
kıskançlık, sevdanın diğer yüzüydü.
Acil serviste çocukların sakatlanmış uzuvlarını, bıçaklanmış adamların dışarı fırlamış organlarını, kadınların doğum yaptığı biçimsiz bebekleri, yük arabasıyla taşınmak zorunda kalan obez adamları görmüştüm. Ayrıca şoka girdiğimde bile belli etmememle de övünürdüm. Hastalar için doktorlarının soğukkanlı görünmesi önemliydi. Ne kadar umutsuz görünse de hastalar doktorların mucize yaratacağı inancına sarılırdı. Ancak bu kez ne şaşkınlığımı ne de neşemi bastırabildim.
Omuz silkip zihnimde benimle konuşan William Shakespeare fikrine teslim oldum. Yani kendimi ölü, ömürlük idolüm Emily Dickinson’ın karşısında, babam gibi görünen Tanrı’nın bizzat karşısında bulduktan sonra neye şaşırabilirdim ki? Yapacak bir işin var, Danny. Başlasan iyi olacak.
Bu, Dünyaya Benim Mektubumdur
Bana hiç yazmamış olsa da
Hayal edin. Kendi yapabileceğim bir şeyi bir başkasının yapmasını gerçekten istiyordum. Gururuma, hırsıma, kıskançlığıma ne olmuştu böyle? Ah, yine o olumsuz düşünceler.
Tanrı benden dünyaya geri gitmemi istemişti . Bu kesinlikle orijinaldi. Bir kadını kurtarmamı istiyordu. Bu daha bile orijinaldi. Bana göre kadınlar kurtarılmazdı. Kullanılırlardı.
Hem karnım doysun, hem pastam dursun diyecek halim yoktu,,
.Bütün o çılgın teröristleriyle Dubai’yi görmüştüm.
Ernest Hemingway’in 1924 tarihli şaheseri Zamanımız’da geleneğinde bir ara bölüm vardır.
Cenneti bütün rüyalarımızın gerçekleşeceği bir yer zannederiz. Evet, öyledir.
Cenneti vücutsuz ruhlarımızın dolaşacağı bir yer zannederiz.
Evet, öyledir.
Cenneti sadece olumlu duyguların olacağı bir yer zannederiz. Evet, öyledir.
Cenneti Yaratıcımızı sonunda yüz yüze göreceğimiz yer zannederiz.
Evet, öyledir.
Öte yandan, cennet ne sanıyorsak o olacaktır.
-öldüğüm zaman
Odadaki
Durgunluk
Havadaki Durgunluk gibiydi-
Ölüm hakkında yeni bir şiir filan düşünüyor olmalıydı
Jose Garcia Villa’yı ve Tanrı’ya meydan okuyan şiirini düşündüm. Seni öldürmeyeceğim ! Seni ölçüp tartacağım, diyordu. Tanrı sadece istediğini yapmasına izin vermiş, sadece cennete bize katılacağı sırada gördüğü ışığı beklemişti.
Cennete iradenizle hareket ederdiniz. Cennet standartlarında uzun bir tokalaşmaydı. Burada şehvet ve aşkın ötesindeydik.
çünkü ben bir oyun yazarıydım, oyun yazarıyım ve oyunlar tartışmaları ve çekişmeleriyle yaşar ya da ölürdü.
Edebiyat zaten yalandır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir