İçeriğe geç

Tanios Kayası Kitap Alıntıları – Amin Maalouf

Amin Maalouf kitaplarından Tanios Kayası kitap alıntıları sizlerle…

Tanios Kayası Kitap Alıntıları

Olaylar gelip geçer, inan bana, yalnızca efsane kalır geriye, tıpkı bedenden sonra ruhun kalması ya da bir kadının gittikten sonra arkasında parfümünü bırakması gibi.
Bütün zevklerin bir bedeli vardır, fiyatını söyleyen kadınları aşağı görme.
Geçici mutluluk mu? Bütün mutluluklar öyledir; ister bir hafta sürsünler isterse otuz yıl, son gün geldiğinde hep aynı gözyaşlarıyla ağlar ve ertesi gün de aynı şeyi yaşamak için cehennem azabına razı olacağını söyler insan.
Ne b*ktan hayat ama!Ekmek paranı kaybetmemek için el öpmek zorunda olmak!
Idarecilerin en kötüsü seni sopalayan değil seni kendi kendini sopalamaya zorlayandır.
Bende ayaklarimla düşünürüm.Hatta aşındırıyorum muhtemelen yolları yürüye yürüye.Ayaklarınla şekillendirdigin ve başına dogru yükselen fikirler rahatlatır seni,harekete geçirir,başından aşagı inenlerse ağırlaştırır seni,cesaretini kırar.
Ilkbahar ya da sonbahar fark etmez bahar mevsimlerinde insan eti zayıf olur.
Ilgisini çeken herhangi bir eserden söz edildiğini duyar duymaz, ne pahasına olursa olsun alırdı o eseri. Bu nedenle hiç evlenmediği, çünkü hiçbir kadının, kazandığı her kuruşu kitaplara harcayan bir adam istemeyeceğini söyleyip dururdu alışkanlıktan.
Ne boktan hayat ama!Ekmek paranı kaybetmemek için el öpmek zorunda olmak!
Nasıl dağda bahar aylarında bir akarsuyun ortasında kaldığımızda kıyıya kaygan bir taştan bir başkasını atlayarak geçmemiz gerekiyorsa, karanlık dönemlerinde hep sahte Işıltılardan
sahte ışıltılara geçerek aşıldığı söylenmez mi?
Bilge adamın sözü, aydınlıkta akan su gibidir. Ama insanoğlu her çağda, en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğlemiştir.
Yüzyıllardır keyfi bir zorbalık hüküm sürüyordu; ve bir zamanlar adil bir çağ olmuşsa da hatırlayan kalmamıştı.
Demek ki insanların bilgelikleriyle dokuduğu perdeyi yırtmak için Tanrı’nın parmaklarıyla oynatacağı bu kuklalara ihtiyacı vardır.
idarecilerin en kötüsü seni sopalayan değildir; seni, kendi kendini sopalamaya zorlayandir!..
Ayakkabıcının iğnesi köseleye nasıl girip çıkarsa, yazgı da bizim içimizden öyle defalarca geçer.
Kadınlardan biri şatoya giderken
azıcık süslenecek olsa o hali, şeyhi tavlamak istemesinden kuşkulanılmaya yeterli oluyordu. Kadın bir anda kabahatli olur, hatta şeyhten bile daha kabahatli görülürdü. Şeyh ise, yapısı böyle denerek mazur görülürdü.
Şeyh de, tıpkı ataları gibi, tıpkı yeryüzünün dört bucağındaki derebeyler gibi, mülkündeki bütün kadınların kendi malı olduğuna ilişkin kesin inançla yaşamıştı. Tıpkı evler gibi, topraklar gibi, bağ bahçe gibi. Ayrıca da erkekler gibi. Hakkını, canı istediğinde, her an kullanabilirdi.
Kendilerinden yeni bir vergi istediğinde, bunu tartışma zahmetine katlanmazlar, kudretli kişilerle dalaşmaktansa halka yüklenmeyi yeğlediklerini söylerlerdi.
Masumiyet geçerli bir neden değildir.

Eğer öyle olsaydı,

Tanrı kuzuların yerine, kurtların kurban edilmesini isterdi.

Olaylar gelip geçer inan bana. Yalnızca efsaneler kalır geriye. Tıpkı bedenden sonra ruhun kalması ya da bir kadının gittikten sonra arkasında parfümünü bırakması gibi.
Dudaklarınız birbirine dokundu ve ayrıldı,
Sanki kendi mutluluğunuzu tüketmiş de başkalarınınınkini ezmekten korkuyormuşsunuz gibi,
Masum muydunuz? Masumluk neyi önler?
Yaradan bile keyfimiz için kuzuları boğazlamamızı söylüyor,
Ama asla kurtları değil…
Eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa hayatının sona ermediğini düşün. Sona eren şey yalnızca hayatların birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır. O zaman bir gemiye bin, seni bekleyen bir kent vardır.
“İdarecilerin en kötüsü seni sopalayan değil, seni kendi kendini sopalamaya zorlayandır.”
Geçici mutluluk mu? Bütün mutluluklar öyledir; ister bir hafta sürsünler ister otuz yıl, son gün geldiğinde hep aynı gözyaşlarıyla ağlar ve ertesi gün de aynı şeyi yaşamak için cehennem azabına razı olacağını söyler insan.
Önünde yine kapanırsa kapılar, bitenin hayatın olmadığını, sadece hayatlarından ilki olduğunu, bir başkasının başlamak için sabırsızlandığını söyle kendine açıkça. Atlayıver hemen bir tekneye, koca bir şehir bekliyor seni.
Yeterince acı çekmedik mi artık?
Gitme kararı böyle verilmez ki! Sakıncalar ve yararlar tartılmaz ki! Bir anda sendeler insan bir başka yaşama, bir başka ölüme doğru! Utkuya ya da unutkanlığa doğru! Birden gitmek ya da yok olmak isteğini duyacak kadar yakınları arasında birden kendini yabancı hissetmeye hangi bakışın, hangi sözün, hangi alayın yol açtığını kim bilebilir?
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Karar verememe suçlusuydu. Bir sevgi artığı, bir aşk anısı yüzünden hoşgörü suçlusuydu. Merhamet suçlusuydu!
Çocukluğu ile barışmıştı ve dünyanın kendisini unutmasını istiyordu.
İşgal ordusunu tuzağa düşürmek için, köylülerin hayatını, ev ve barklarını ve hatta değerli ormanı hiçe saymaya hakları var mıydı? On beş genç firari kahraman mıydı, cesur birer direnişçi miydi yoksa akılları bir karış havada çeteciler miydi? Kuşkusuz hepsi birden, suçlu direnişçiler, sorumsuz kahramanlar
…daha da kibarlaşmış gibi görünüyordu. Ama kendini yabancı hisseden birinin kibarlığıydı bu.
Her dönemde Kfaryabda’nın insanları arasında deli bir kişilik bulunuyordu, biri ortadan kaybolduğunda bir başkası yerini almaya hazır olurdu, tıpkı külün altında kalan kor gibi, yeter ki o ateş hiç sönmesin. Bu kuklalara ihtiyaç duyuyordu herhalde ilahi düzen insanoğlunun bilgisiyle dokuduğu perdeyi yırttırmak için.
“Bilge insanın sözü aydınlıkta akan sudur, lakin insanoğlu en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğ tutmuştur.”
“Kaderin tekrar tekrar korkunç geçişidir varoluşumuzu belirleyip şekillendiren…”
En büyük dağlar hep en derin vadilere bakar.
İhanete uğramış olmaktan onca çektikten sonra kendisi asla ihanet etmeyecekti!
Merak ediyorum, kahkahalarla gülmeli miyim yoksa onu boğmalı mıyım.
İdarecilerin en kötüsü seni sopalayan değil seni kendi kendini sopalamaya zorlayandır.
Kim söyleyebilir ki hangi bakışın, hangi sözün, hangi alayın ardından bir adamın birdenbire kendini annesinin babasının ortasında yabancı hissettiğini?
Adalet ve düzen çağı geride kaldı.
Düşlerinin kadını bir kaçak, tıpkı senin de bir zamanlar olduğun gibi, ikiniz de sığınak aradınız birbirinizde.
Ne vaatlerde bulunmak istiyordu bundan böyle ne de vaatler dinlemek, geleceği düşünmeyi hiç mi hiç istemiyordu.
Masum muydunuz? Neden korur ki masumluk?
Yaratıcı bile, bayramlarımız için kuzuları kesebileceğimizi söyler,
Ama kurtları asla değil
Neyse ki kader bizim tereddütlerimizi ciddiye almıyor
Önünde yine kapanırsa kapılar, bitenin hayatın olmadığını, sadece hayatlarından ilki olduğunu, bir başkasının başlamak için sabırsızlandığını söyle kendine açıkça.
Araf dedin de, çoktan oradayım zaten. Yoksa sen burayı cennet mi sanıyordun?
Masum muydunuz? Neden korur ki masumluk?
Yaratıcı bile, bayramlarımız için kuzuları kesebileceğimizi söyler,
Ama kurtları asla değil
Bilge insanın sözü aydınlıkta akan sudur, lakin insanoğlu en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğ tutmuştur.
Önünde yine kapanırsa kapılar, bitenin hayatın olmadığını, sadece hayatlarından ilki olduğunu, bir başkasının başlamak için sabırsızlandığını söyle kendine açıkça.
Araf dedin de, çoktan oradayım zaten. Yoksa sen burayı cennet mi sanıyordun?
Geçici bir mutluluk mu? Hepsi öyledir; bir hafta ya da otuz yıl da sürse, son gün geldiğinde aynı gözyaşları dökülür.
Kendi mutluluğunuzu tüketmiş, diğerlerininkini ezmekten korkuyormuşsunuz gibi,
Masum muydunuz? Masumluk, neyi kurtarır?
Tanrı bile keyfimiz için kuzuları boğazlamamızı söylüyor,
Ama asla kurtları değil
Eğer bir daha kapılar yüzüne kapanacak olursa, kendi kendine hayatının sona ermediğini tekrar et. Sona eren hayatlarının birincisidir, ve diğeri başlamak üzeredir. O zaman bir gemiye bin, seni bekleyen bir kent vardır.
-Öğrendiklerin yeterli. Benim tecrübeme güven. Çok fazla okursan, aile arasında yaşamaya katlanamazsın. Mevkiini yeterince koruyacak kadar bilgi sana yeter. İşte bilgelik budur. Bana işimde yardımcı olacaksın. Ben de sana her şeyi öğreteceğim. Artık koca adamsın. Ekmek paranı kazanmanın vakti geldi.
Önce tahsil, sonra para. Tersi değil! Çünkü paran olunca, ne sabrın ne de yaşın okumaya olanak verir.
Bu dünyada hiçbir zaman en iyi beklenmese de en azından her gün en kötüsünden kurtulmak umulurdu.
Bilge adamın sözü, aydınlıkta dökülen su gibidir. Ama insanlar, her çağda, en karanlık inlerden fışkıran suları içmeyi yeğlemişlerdir.
O gün herkesin yazgısı yazıldı, geriye sadece dürmek kalıyordu
Bu dünyada asla en iyisi beklenmese de, her gün en kötüsünden kurtulma ümidi taşınıyordu.
Oysa her şeyi vardı. Bir insanın hayatta isteyebileceği her şey. Geçmişi kapatmıştı, gelecekteki yolu açıktı. Köyden isteği ile ayrılmış olamaz. Adını taşıyan kayanın uğursuzluğundan kimse kuşku duyamaz.
Duygularımı, ruh halimi hangi kelimelerle anlatabilirim?
Zamanın, kalbimin, zekâmın çekim gücünü yitirmesi bu!
Geçici mutluluk mu? Bütün mutluluklar öyledir; ister bir hafta sürsünler ister otuz yıl, son gün geldiğinde hep aynı gözyaşlarıyla ağlar ve ertesi gün de aynı şeyi yaşamak için cehennem azabına razı olacağını söyler insan.
Ne yazık ki bazı erkekler ancak ölünce duruluyor.
Eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa, hayatının sona ermediğini düşün. Sona eren şey yalnızca hayatlarının birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır.
“Bir köyde her zaman bir meczup ile bir zındık bulunmalıdır.”
“Sanki Tanrı, yolunu açmak için onun da istekli olmasını istiyordu.”
Bilge insanın sözü aydınlıkta akan sudur, lakin insanoğlu en karanlık mağaralardan fışkıran suyu içmeyi yeğ tutmuştur.
“ Oysa Tanrı insana şöyle demedi: Gerekçesiz öldürmeyeceksin. Sadece şunu söyledi: Öldürmeyeceksin. “
Eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa, hayatının sona ermediğini düşün. Sona eren şey yalnızca hayatlarının birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır. O zaman bir gemiye bin, seni bekleyen bir kent mutlaka vardır.
Benim Dağ’ım böyledir işte! Toprağa bağlılık ile yola çıkma özlemi! Hem sığınak, hem geçit! Süt, bal ve kanla yoğrulmuş! Ne cennet; ne cehennem!
Araf!
Tanrı insana, ‘sebepsiz yere öldürme!’ demedi. Kısaca, ‘öldürme!’ dedi.
Düşlerinin kadını bir kaçak, tıpkı senin de bir zamanlar olduğun gibi, ikiniz de sığınak aradınız birbirinizde.
Bir afet olduğunda elbette insanları ve yaşadıkları ıstırabı düşünürüm ben de ama geçmiş zamanın kalıntıları için de titrerim aynı şekilde.
İnsanlar kadar önemli o harabeler, öyle mi?
Tüm o yontulmuş taşlar, yazarın ya da istinsah eden zanaatkârın göz nurunun aktığı o sayfalar, boyanmış o tuvaller, o mozaikler, hepsi de insanlığın birer parçasıdır, ölümsüz olmasını umduğumuz parçasıdır, bizden bir parçadır. Hangi ressam tuvallerinden uuzn yaşamak ister ki?
Önünde yine kapanırsa kapılar, bitenin hayatın olmadığını, sadece hayatlarından ilki olduğunu, bir başkasının başlamak için sabırsızlandığını söyle kendine açıkça.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir