İçeriğe geç

Tanıdıklarım Kitap Alıntıları – Hüseyin Cahit Yalçın

Hüseyin Cahit Yalçın kitaplarından Tanıdıklarım kitap alıntıları sizlerle…

Tanıdıklarım Kitap Alıntıları

Politika bu, Vartakes, dedi. Sıra ile. Şimdi kuvvet bizde. Türklüğünün menfaati neyi icap ediyorsa biz de onu yapacağız.
Ne yaptı ise hepsi yalnız ve yalnız vatan ve Türklük içindi. Hatta kabahatleri, hatta felaketleri bile yüksek ve temiz arzular gayesiyle düşülmüş hatalardan ibarettir.
Güzel söz söylemeye de pek kabiliyeti yoktu. O, söz ve süs adamı değildi, iş adamı idi. İşini ise mükemmelen görüyordu.
O, memlekette vatan sevenlerin ve Türklüğüm yükselmesine çalışanların bir timsali idi.
Her seyahatten dönen Ömer Naci yalnız harpten dönmedi. Orada, çok sevdiği vatanına karşı vazifesini ifa ederken hayatını verdi. Bu onun için bir nimet oldu, sonraki acıları görmedi diye.
O, ittihat ve terakki’nin en ateşli bir halk hatibi idi.
Hürriyet ile beraber Türkçülüğü de en yüksek bir iman olarak tanımıştı. Bu ideal uğrunda ondan en büyük fedakarlıklar beklenebilirdi. Hatta hayatı bile istenirdi.
Ömer Naci, tam şark ananesinin içinden fışkırmış canlı bir idealdi.
Onun yaradılışında mücadeleden, entrikadan ve gürültüden bir nefret vardır.
Cemal paşa “ittihad-ı islam” politikasından ziyade Türkçülük ve “Panturanizm” idealine aşıktı. Türk ocaklar onun yardımını unutamazlar.
İçinde hayatının zembereğini ve gayesini teşkil eden bir hürriyet ideali vardı. O ideali ve akidesi içine gömülmüş, somut dünyadan çekilmiş, soyut ve mutlak içinde kendine bir alem yapmıştı.
Türklük! Ziya’nın bütün büyüklüğü ve kuvveti bundadır. Onu kalbimizde ilelebet yaşatacak kaynak budur.
O, çok eski zamanlarda yetişse idi, belki çöllerde çekilmiş bir târik-i dünya olurdu.belki yeni bir dünya neşretmek için , elinde asası , sırtında postu ile diyar diyar dolaşırdı.
Liraları milyonları geçen bu zengin adam, döndü dolaştı, İstanbul’a geldi ve beş parasız öldü.
Siyaset ne garip , ne mantıksız, insafsız ve iğrenç bir hayat!
Harp kaybedilmiş, ittihat ve terakki hükümeti yıkılıyordu. Talat paşa için artık kabinenin istifasını Vahdettin’in takdim etmekten başka yapılacak bir iş kalmamıştı.

Talat paşa’nın padişah’a söyleyeceği sözler, yapacağı tavsiyeler konuşuluyordu. Enver paşa büyük bir kariyerle ısrar ediyordu.

— Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur.

Bunlar Enver’in ağzından işittiğim son sözlerdi.

Bir insan zekâ ile, para ile, memuriyetle insan olmaz. İnsana karakter lazımdır. İnsan demek karakter demektir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Çok çalış, çok sev, çok düşün, hiç korkma, iyilikten şaşma.
Vefakar, dost, temiz ve mütevazı Ahmet Nesimi Kabil olsa da dünya hep böyle insanlardan terekküp etseydi[oluşsaydı]? Fakat o zaman dünya olmazdı ki!..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bazı adamlara pek yaklaşmamak iktiza eder[gerekir]. Onlar uzaklığın kusur örten perdesi arkasında muhteşem, daha hürmete layık görünürler.
Cemal Paşa ”İttihad-ı İslam ” politikasından ziyade Türkçülük ve ”Panturanizm ” idealine aşıktı. Türk ocakları onun yardımını unutamazlar.
Fikirler arasında uygunluk iki insan arasında daima bir muhabbet vesilesi teşkil eder. Fikir akrabalığı en sağlam bir dostluğun temelidir.
Galiba dünyada her şey bir rakkas hareketine tabi. Bir an birbirine yaklaşanlar, aradan bir zaman geçtikten sonra, hiç farkında olmadan birbirlerinden uzak kalıyorlar. Elverir ki bu uzaklıkları dolduracak samimi hatıralar yaşasınlar.
Enver hastalanmıştı. Apandisiti vardı. Ameliyat yapılacaktı. Yakup Cemil, Adnan’a tabancasını gösterdi:
-Eğer, dedi, ameliyat neticesinde Enver ölürse doktora yapacağımı ben bilirim!
Enver için o gün bu kadar titreyen Yakup Cemil, sonra harp içinde Enver’in hayatına suikast etmek cürmüyle mahkum oldu ve kurşuna dizildi!
Siyaset ne garip, ne mantıksız, insafsız ve iğrenç bir hayat!
Bir insan zeka ile, para ile, memuriyetle[?] insan olmaz. İnsana karakter lazımdır. İnsan demek karakter demektir.
İngilizler onu da Malta’ya sürdüler. Bu felâket ve ıstırap günlerinde onun ağzından İttihat ve Terakki aleyhinde bir söz işitmedim. Osmanlı İmparatorluğu’nun inkırazı hengâmesi içinde Mısırlı bir prens olduğunu hiç hatırlamadı ve son dakikaya kadar Türk kaldı. İşte Sait Halim Paşa’yı o zaman sevdim.
Cennetten yeryüzüne düşmüş Âdem babamız yeni muhitini ihtimal ki İttihat ve Terakki içine karışan Sait Halim Paşa kadar yadırgamamıştı.
Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur.
Bunlar Enver’in ağzından işittiğim son sözlerdi.
O, söz ve süs adamı değildi, iş adamı idi. İşini ise mükemmelen görüyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde baş yoktu. Böyle olmamak cemiyetin prensibi idi. İsim ve şöhret yoktu. Her şey gizli kalacaktı ve hiçbir fert vatana karşı gösterdiği fedakarlıktan bir tehafür ve gurur meselesi çıkarmayacaktı. Cemiyete giren ve fedakarlık eden kendisini silecek ve ortada yalnız anonim cemiyet bulunacaktı.
Haydarpaşa’da limanın mı yoksa başka bir köşenin mi, hâsılı, bir şeyin, küşat resmi yapılıyordu. Alman direktör Kauç, vükelâdan, rüfekâdan, yerliden ve ecnebîden mürekkep büyük bir heyet huzurunda nutkunu okumak üzere ayağa kalktı. Birdenbire, kulaklara, alışmadığımız, bilmediğimiz bir dil çarptı. Bu ne tuhaf Almanca idi! Hayır, herkes aldanıyordu. Bir kelime Türkçe bilmeyen direktör Kauç şimdi Bâb-ı Âli üslûbuyla Türkçe bir nutuk söylüyordu, yani elindeki kâğıttan okuyordu! Gözlerim Hallaçyan’a gitti. O, bakışlarında bir zafer tebessümü ile, mağrur, sakalını okşuyordu. Sonra bana izahat verdi:
Monşer, bu herifler Osmanlı topraklarında bulunuyorlar, burada çalışıp para kazanıyorlar. Bir resm-i küşatta resmî nutuk Türkçe olmak lâzım değil mi? Türkçeden başka bir söz söyletmem, hepimiz berbat ederim , dedim. Nutku Almanca sözlerle yazdırdım, Türkçe okuttum.
Abdülhamit’i ima ederek: O adam karşımda bana tabanca çekerek beni tehdit etmiştir diyordu ve senelerce evvel geçirdiği râşenin hâlâ sesinde izleri hissolunuyordu.
Mütarekeden sonra İngilizler onu da Malta’ya götürmüşlerdi. Almanlardan bahsediliyordu. Alman devletinin tekrar kalkınması yahut ezilmesi ihtimalleri görüşülüyordu. Mithat Şükrü, derhal bir vazife ifa eder gibi, Alman hükûmetinin istikbali hakkında nikbin görünmeye ve işlerin düzeleceğini temine başladı.
Rahmi, derhal parmağını zayıf noktanın üzerine koydu:
Mithat hâlâ kendisini hükûmetteki İttihat ve Terakki’nin kâtib-i umûmîsi zannediyor ve her şeyi gül renginde göstermeye çalışıyor, ona müdafaa edilecek bir hükûmet olsun, isterse Alman hükûmeti olsun, bakınız onu bile okşuyor! dedi.
“Ermeni Tehcirinin en büyük âmili ve halikı” dediği Bahaeddin Şakir:

“Tam bir Jakoben’di. Hayat onu yekpare sert bir kütle kılmıştı. Her mevzuyu keskin ve kati bir mantıkla hallederdi. Siyah olmayan şey beyazdı, iyi olmayan adam fenaydı. İnce farklar onun gözünde var sayılmazdı.”

(Talat Paşa) Sadrazam olmuştu. Onun sadrazam konağını da bilirim. Eski zaman kalem müdürleri bundan çok daha debdebeli yaşarlardı. Talat o saadeti, sonradan görmeliğin yavan ve amiyane lüksünde ve kalabalığında değil, çok sevdiği anneciğinin eski sadeliğini muhafaza eden ağuşunda ve ailesinin temizliğinde arar ve bulurdu.
Nezaretlerde göğüsleri sırma ve nişan içinde, koca sakallı, atlı, arabalı eski vezirleri görmeye alışmış bir halk Telgraf Çavuşluğundan yetişmiş denilen cahil ve görgüsüz bir türediyi Babıali’nin en haşmetli bir koltuğuna yerleşmiş görünce bunu bütün annelere, bütün hiss-i selime karşı bir küfür telakki ediyor Talat’ı amiyene tabiriyle, çiğ çiğ yiyecek kadar kıskanıyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde baş yoktu. Böyle olmamak cemiyetin prensibi idi. İsim ve şöhret yoktu. Her şey gizli kalacaktı ve hiçbir fert vatana karşı gösterdiği fedakarlıktan bir tefahür [övünme] ve gurur vesilesi çıkarmayacaktı. Cemiyete giren ve fedakarlık eden kendisini silecek ve ortada yalnız anonim cemiyet bulunacaktı.
O, söz ve süs adamı değildi, iş adamı idi. İşini ise mükemmelen görüyordu.
Her seyahatten dönen Ömer Naci yalnız harpten dönmedi
Abdülhamit’i ima ederek: O adam karşımda tabanca çekerek beni tehdit etmiştir. diyordu.
Ömrümde iyilik gördüğüm yegane adam Sait Paşa’dır. Fakat, Meşrutiyet’in ilanı ile hürriyete kavuşan kalemim ilk defa Sait Paşa kabinesine hücum etti. Bu benim vicdanım için acı bir mecburiyet idi.
Cemal Paşa, millî harekette bir nefer gibi çalışmayı en büyük şeref telakki edecek kadar vatanını seviyor ve millî hareketin başında bulunanlara hürmet ve minnettarlık besliyordu.
Enver’in Rusya’daki Türkleri ayaklandırmak maksadı ile Rusları ürkütmesinden şikayet ediyordu.
Bu memleketin kurtuluşunun ancak Garplılaşmak sayesinde kabil olacağına çok derin iman etmiş olanlardandı.
Büyük bir fırtınadan yarım ve perişan bir hâlde kurtulmuş iki kazazede gibi acı acı birbirimize baktık ve şuradan buradan konuştuk..
Ziya Gökalp, şarkın alemşümul bir beşeriyet mefhumu içinde yetişmiş müfekkiresi, siyasi ırk mücadelelerinin şevkiyle, vatanın halasını [kurtuluşunu] Türklük idealinin kuvvet bulmasında gördü ve artık bütün imanıyla kendini bu idealin ibadetine vakfetti.
Ziya’nın hiçbir zaman kızdığını, ateşlendiğini görmedim. En can sıkacak itirazlara bile sabrını kaybetmeden nazikane mukabele ederdi.
Onda daima Eyvallah! diye boyun büken bir derviş, bir kalender hali vardı. Dünyaya uzaktan ve yüksekten bakıyor, dünya zaaflarına bigane kalıyordu.
Garp tefekkür ve felsefesine dalan Ziya, tamamen bir Şark ananesi ile yoğrulmuş bir müfekkire idi.
Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur.
Bunlar Enver’in ağzından işittiğim son sözlerdi.
Vatanın Selanik’e uzak bir köşesinde, Diyarbekir’in ruhi ve manevi yalnızlığı içinde, kendi kendine yetişen bu gösterişsiz Ziya, Selanik’in coşkun ihtilalcilerine kendini saydırmak ve sözlerine ehemmiyet verdirmek sırrını bulmuştu.
Alnında büyük bir yara izi göze çarpardı. Bunu dostları izah etmişlerdi. Diyarbekir’de iken bir gün, “Böyle yaşamakta ne mana var?” demiş ve başına bir kurşun sıkmış.
Fakat nasılsa bu bir insaflı kurşun olacak ki o velût(üretken) ve temiz dimağı esirgemişti.
Çok lakırdı etmezdi. Söyleyişi de tatlı değildi. Konuşmak onun için bir zahmet teşkil ediyor hissini verirdi.
Fikir akrabalığı en sağlam bir dostluğun temelidir.
Fikirler arasındaki uygunluk iki insan arasında daima bir muhabbet vesilesi teşkil eder
Onun mevcudiyetini iptida Talat Paşa’nın ağzından duydum:
-Merkez-i Umumide, bizim Ziya vardır, diyordu. Senin Tanin’de yazdığın şeylerle onun fikirleri arasında daima bir tevarüt [birbirinden habersiz benzeşme] ve uygunluk görülürdü.
O, servetinin bütün haşmetiyle Bekirağa Bölüğü’nün hakir odasında yatarken ayağında yırtık çorapları, üzerinde tüyleri dökülmüş kuş tüyü eski yorganıyla kendisine yapılan şantajları istihfaf ile karşılıyordu. Çok ihtiyar annesi ona kendi eliyle pişirdiği kaz sucuklu kuru fasulye gönderirdi ve Karasu en büyük dostluk nişanesi olarak bunu bizimle paylaşırdı.
Liraları milyonu geçen bu zengin adam, döndü dolaştı, İstanbul’a geldi ve beş parasız öldü.
Abdülhamit’in zulmünden kaçarak diyar diyar dolaşırken, Amerika’ya kadar gitmişti.
Enver mektepten yeni çıkmış bir zabitken, Rumeli’de eşkıya takibatıyla meşgul olmuştu. Bulgar çeteleriyle belki yirmi kereden fazla çarpışmıştı. Hiçbirinde yaralanmadığını ve hep muvaffak olduğunu temin ediyorlardı.
Enver Paşa, Enver Bey’i katletti!
Süleyman Nazif
Siyaset ne garip, ne mantıksız, insafsız ve iğrenç bir hayat!
Harp kaybedilmiş, İttihat ve Terakki hükumeti yıkılıyordu. Talat Paşa için artık kabinenin istifasını Vahdettin’e takdim etmekten başka yapılacak bir iş kalmamıştı.
Talat Paşa’nın Padişah’a söyleyeceği sözler, yapacağı tavsiyeler konuşuluyordu. Enver Paşa büyük bir katiyetle ısrar ediyordu.
-Harbiye Nezareti için Mustafa Kemal’i tavsiye et, diyordu. Ondan başka orduyu toplayacak ve kurtaracak kimse yoktur.
Bunlar Enver’in ağzından işittiğim son sözlerdi.
Enver Paşa bir gün küçük bir davet yapmış, bizleri köşke çağırmıştı. Bu kadar büyütülen, dedikoduya zemin teşkil edilen köşkü görmek için gittim. Ufak bir köşkün basit döşemeli bir odasında şöyle böyle bir yemek yedik. Avrupa’da orta halde bir tüccarın bile bundan çok ziynetli ve kıymetli bir sayfiyesi vardır.
Benim bildiğim Cemal, namuslu ve vatanını seven bir adamdır.
Enver Paşa
Kanun yokmuş! Yap kanun, var kanun!
Enver Paşa
Rıza Nur’u sorduğumda bana aynen, dengesiz bir ruh hastasıdır. Hiçbir sözüne inanılmaz demişti.
Bana şiirden hiç anlamadığını, dolayısıyla sevmediğini söylemişti. Bir edebiyat adamı için hakikaten çok ilginç: Kütüphanesinde hiçbir şiir kitabı yoktu.
Büyükbaba, İstiklal Mahkemesi esnasında hiç korkmadın mı? diye sormuştum. Ben, hiç korkmadım! gibi bir cevap bekliyordum. Oysaki o bana, evladım çok korktum; ama korkmak başka şey, doğru bildiğini yapmak başka şey demişti. Malumdur ki, mahkeme reisine, gayet cesurane bir çıkışla, sizin yerinizde hakim olmaktansa, burada yargılanan olmayı tercih ederim demişti.
Hüseyin Cahit Yalçın üst seviyede briç oyuncusudur. Briçte kazandığı paraları ayrı bir yerde biriktirirdi. Bir gün poker oynar ve hepsini kaybeder. O günden sonra bana bir daha eline kağıt almadığını söylemişti. Ben, büyükbaba nasıl kendini tutabildin? dediğim zamansa ben çocukluğumdan beri irademi kuvvetlendirmeye çalışırdım. Mesela tatlıyı çok sevmeme rağmen masaya tatlı geldiğinde, ‘Cahit bugün tatlı yemeyeceksin’ der ve yemezdim cevabını vermişti.
Menderes, otelin arka kapısını kullanarak odasına gelir; son derece kibar bir şekilde kendisine(Hüseyin Cahit’e) iltifatlar yağdırır ve sizin partiler üstü bir konumda olup sade bize değil CHP’ye de yol göstermeniz iyi olur diyerek bunun için kendisine Almanya’dan bir matbaa getirmeyi önerir. Hüseyin Cahit, Menderes’e, buna gerek yok; siz matbuatla ilgili çıkan gayri demokratik uygulamaları kaldırın, ben de size karşı tarzımı haliyle yumuşatırım karşılığını verir.
Hüseyin Cahit İslam tarihine ve Kur’an’a geniş vukufuna rağmen Allah’a inanmaz, hele hurafelere ve batıl itikatlara hiç itimat etmezdi. Buna mukabil aile efradından bir kısmı taassuba varmamakla beraber dindar ve mutekittir [inançlıdır]. Fakat o asla onları dini inançlarından dolayı tezyif veya tenkit etmemiş, bilakis müsamahasının, hududunu oğlunun toprağa verildiği günün akşamı evde hatim indirilmesine razı olmaya kadar götürmüştür.
“Biz en çok Hüseyin Cahit’e zulmetmişizdir. Atatürk’e bir türlü anlatamamışımdır. Ben Cahit’e iki sözü yüzünden kızmışımdır. Bir, Meşrutiyet döneminde Latin harflerinden söz ettiği zaman, ‘Bu nasıl düşüncedir? Ülkeye düşünce ayrılığı sokuyor!’ diye kızmıştım. İkincisi de ulusal egemenlik döneminde. İstiklal Mahkemesi’nde, ‘Ben cumhuriyetçiyim, hem de laik cumhuriyetçiyim’ dediği zaman, laiklik de nedir, bunu nereden çıkarıyor?’ diye kızmıştım. İşte Hüseyin Cahit, Meşrutiyet döneminde Latin harflerini, ulusal egemenlik döneminde de laik cumhuriyet ilkelerini ileri sürdüğü zaman, bu düşünceler bize bu kadar yabancıydı.”
İsmet İnönü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir