İçeriğe geç

Tam Ekran Kitap Alıntıları – Jean Baudrillard

Jean Baudrillard kitaplarından Tam Ekran kitap alıntıları sizlerle…

Tam Ekran Kitap Alıntıları

Hepimizin içinde nefret var. Nefret duymamak elimizde değil. Hepimiz ikircikli biçimde dünyanın sonuna özlem duyuyoruz, yani bunun, bedeli ne olursa olsun, bir ereği, bir erekliliği olsun istiyoruz -hınç duyarak ve dünyayı olduğu haliyle tümden reddederek de olsa.
Sistemler her zaman en iyi, kendi kurallarının tersine ve kendi ilkelerine aykırı olarak işlerler, demokrasi de bu kuralın dışında kalmaz. Bu, sistemlerin temel kusurudur ve onlar da bireyler gibi güçlerini kusurlarından alırlar.
Kitle iletişim araçlarına fazla değer biçilmesinden iyice korkulmuştur, oysa kitle iletişim araçları, her iktidarı, iyi ya da kötü, yolundan saptırır tam anlamıyla. O halde dünyanın efendileri yoktur, sadece şeffaflığın efendileri vardır ve onların paraları, ürünleri ve fikirleri hiçbir engelle karşılaşmadan dünya çapındaki bir piyasayı boydan boya sarıyor diye, sanallığın egemenliği önünde eğilmek gerekmez, bu olsa olsa, bile bile yeni bir kölelik biçimi olur.
Bizler ensestçi bir toplumun içindeyiz. AIDS’in önce, eşcinsel ve uyuşturucu kullanan çevrelerde ortaya çıkmasının nedeni, kapalı devre işleyen grupların ensestçi özelliğindendir.
Birinin hayatına girilir gibi bir ekranın içine giriyoruz. Kendi hayatımızı dijital bir kombinezon gibi üzerimize geçiriyoruz.
Eğer belli bir bilgi dozu bilgisizliğimizi azaltıyorsa, yoğun bir yapay zekâ dozu da, doğal zekâmızın yetersiz olduğunu bize inandırır ve bizi bu yetersizlikle baş başa bırakır. Bir insandaki en kötü şey, fazla şey bilmesi ve bildiklerinden daha aşağı düzeyde olmasıdır.
Her yer dünyanın öbür ucu..
Bir zamanlar, özgürlük, arzu, zevk, aşk cinsel açıdan birbirine bulaşabilir özellikteyken, bugün, öyle görünüyor ki bunların yerini nefret, düş kırıklığı, güvensizlik ve cinsiyetlerin birbirlerine karşı hıncı alıyor.
Gerçek zaman siyah bir kuyu gibidir, hiçbir şey tözünden ayrıştırılmadıkça orada yer alamaz.
Bilişimin sahneye çıkışıyla tarihin akışının bittiğini, yapay zekânın sahneye çıkışıyla da düşüncenin bittiğini anlamaktan çok uzağız.
Bilinçlenme uzmanlarının yönetiminde yeni bir hizmetiçi formasyon programına katılmamaları durumunda, ivedi bir biçimde, yaşama yasağı işleme konulmalıdır. Huysuzluk edeni otomatik bayıltmayla tasfiye etmek için, puanlamaya dayalı sürücü ehliyetini önceden programlanmış bir organ nakline dönüştürmek yeterli olacaktır. Bu aynı zamanda insan haklarının koşulsuz uygulamaya konulması olacaktır. İşte o zaman demokrasinin tam ve acımasız uygulamasının nasıl işleyeceği daha açık görülecektir.
Tekerrür eden Tarih Fars olur.
Tekerrür eden Fars Tarih olur.
7 Haziran 1995
Paradoks biçiminde, diyorum ki, erkek kadından daha farklıdır, ancak kadın erkekten o kadar farklı değildir. Söylemek istediğim, cinsel farklılık çerçevesinde, erkeğin yalnızca farklı olduğudur, oysa kadında, aşağılanmış farklılık statüsünden önce gelen kesin bir başkalık vardır.
Gerçekliğimiz: Sorun da burada zaten. Tek bir gerçekliğimiz var ve onu da kurtarmak gerekiyor. Hem de sloganların en kötüsüyle: Bir şeyler yapmak gerek. Böyle durmak olmaz. Oysa, böyle durmak olmaz diye bir şeyler yapmaya kalkışmak, ne harekete geçmenin ne de özgürlüğün ilkesi olmuştur şimdiye dek. Bu olsa olsa kendi acizliğinden dolayı günah çıkartmanın, kendi yazgısına merhamet duymanın biçimidir.
Doğu ülkelerinin coşkunluğu, sadece ideolojiden kopmanın yarattığı bir coşkunluksa eğer, özgürlüklerin rahat ve kolay yaşama karşılığında değiş-tokuş yapıldığı liberal ülkelere benzeme coşkunluğuysa sadece, o zaman biz, özgürlüğün bedelinin tam olarak ne olduğunu ve belki ikinci bir defa asla bulunamayacağını bilmemiz gerekir. Tarih hiçbir zaman aynı yemeği ikinci kez yedirmez.
Biz, bedenlerin ve zihinlerin sinyaller ve görüntüler aracılığıyla ışıdığı bir ışıma kültürü içinde yaşıyoruz ve eğer bu kültür en güzel etkilerini yaratıyorsa, en öldürücü virüsleri de yaratması şaşırtıcı mıdır sanki? İnsan bedenlerinin nükleer enerjiye maruz kalması Hiroşima’da başlamıştı, ama aynı şey, bugün, yerleşik bir biçimde, durmaksızın, kitle iletişim araçlarının, görüntülerin, göstergelerin, bilgisayar programlarının ve ağlarının ışımasıyla devam ediyor.
Hepimiz transseksüeliz.
İnsan kendini, deliliğe karşı, en etkili biçimde nevrozla koruyabiliyor.
O halde, ortada hesaba katılması gereken
çelişkili bir gerçeklik vardır: Biz layık olduğumuz sisteme
sahibiz. Ama aynı zamanda önemsenecek derecede hesaba katılması gereken bir durum da bu sisteme
katlanamayışımızdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Siyaset adamının paradoksu da tiyatro
oyuncusunun paradoksuna benzer: Tiyatro oyuncusunun oynadığı kişilikle kendini karıştırması gibi, siyaset adamı da kendisini kendi ilkeleriyle karıştırırsa, tiyatronun yanılsaması da, siyaset adamının yanılsaması da yitip gider.
Ekranın öteki yakasında, tele-dokunulmazlığından dolayı yorgunluktan biten medya kesimi için de aynı şey söz
konusu: Reality show’ların çok sayıda olmasının nedeni
budur, çünkü izleyicilere tam bir figüranlık rolü veren
etkileşimli bir serum verme biçimidir bu.
Durum şudur: Siyasal kesim, dokunulmazlığından ve cezasız kalmasından dolayı sıkıntıdan patlıyor.
Her siyaset
adamının, iktidar konumundaki her kişinin, bugün, sanal bir
suçlanmaya uğraması ve kirli para gibi aklanması gerekiyor.
Ölümü başımızdan attığımızı sandığımız bir anda,
bütün koruyucu ekranlarda ve kültürümüzün en son
sınırlarına kadar ölüm yeniden boy gösteriyor.
Yaşanılan dünyanın her yerinde,
Batı ölünün yerini almış durumda.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kitle iletişim
araçlarının erkine fazla değer biçilmesinden iyice
korkulmuştur, oysa kitle iletişim araçları, her iktidarı, iyi ya
da kötü, yolundan saptırır tam anlamıyla.
Merhamet duyma, felaket mantığı içinde yer alır.
Felakete gönderme yapmak, onunla mücadele etmek için olsa
bile, ona sonsuz, nesnel bir üreme temeli kazandırmak
demektir.
Daniel Schneidermann şöyle diyor: Bugün, televizyondaki haber yayınlarında, çekilen acılardan başka bir gösteri sunmak örtük olarak olanaksızdır.
SSCB ve Doğu ülkeleri, bir dondurucuyla birlikte, bir test ve bir deney alanı oluşturdular özgürlük için, çünkü özgürlük oralarda hapisti ve çok derin baskılara maruz kalıyordu.
Cevap şu: Felaket sanaldır, gerçek felaket olmayacaktır,
çünkü biz sanal bir felaket atmosferi içinde yaşıyoruz. Böyle
olmasının nedeni, bu fırsatla çarpıcı bir biçimde ortaya çıkan
şeylerin durumundan kaynaklanıyor: kurmaca ekonomiyle
gerçek ekonomi arasındaki dengesizlikten.
İnsan bedenlerinin nükleer enerjiye maruz kalması Hiroşima’da başlamıştı, ama aynı şey, bugün, yerleşik bir biçimde, durmaksızın, kitle iletişim araçlarının, görüntülerin, göstergelerin, bilgisayar programlarının ve ağlarının ışımasıyla devam ediyor.
Zaten enerji, kendisi,
kavram olarak, bir felaket biçimi değil midir?
Kaos, onsuz, mutlak boşlukta yitip gidecek olan şeylere sınır teşkil eder.
Hemofili, akraba evliliği yapan kuşakları etkiliyordu, yani aynı toplum içinden evlenenleri.
Pozitif olma durumunun aralıksız üretimi halinde, ürkütücü bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Çünkü eğer negatif olma durumu, kriz ve eleştiriyi doğurursa, mutlak pozitiflik de krizi damıtma yetisi olmadığından felaketi doğurur. Negatif ve eleştirel öğelerini takibat altında tutan, dışlayan, başından savan her yapı, her sistem, her kitle, tersinirlik ve tam bir iç patlamayla bir felaket tehlikesiyle karşı karşıya kalır, tıpkı her biyolojik bedenin bünyesindeki bütün mikropları, basilleri, parazitleri, yani bütün biyolojik düşmanlarını takibat altında tutarak ve dışarı atarak kanser tehlikesiyle, bir başka deyişle, kendi hücrelerini yiyip bitiren bir pozitivistlik tehlikesiyle karşı karşıya kalması gibi; biyolojik bünye de, aynen, artık işsiz kalan kendi antikorları tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Eğer paranın en önemli işlevinin piyasada dolaşması ve harcanması olduğunu kabul edersek, bütün bu olup bitenlerde tek suçlu, küçük tasarruf sahibidir. Çünkü büyük para dolandırıcıları durmadan ahlaki yasaya ya da belirlenen yasalara karşı gelirken, küçük yatırımcı, ahlakdışı yasaya, toplumumuzun en derin yasasına karşı gelmektedir
Günümüzdeki gerçek yolsuzluğa gelince, alın size tasarruf etme, kaynak biriktirme, kamu malına dönüşmesi muhtemel, yani likit sermaye olma olasılığı taşıyan özel mülkiyet dahilindeki malları haksız biçimde elde tutma, işte size günümüzdeki gerçek yolsuzluk. Yasaların küçük yatırımcıyı
hırpalamasına ve aynı zamanda da bağışlamasına ve bu büyük çaplı vurguna yeşil ışık yakmasına adalet mi diyelim?
Basın haberlerini en çok renklendiren rezaleti ele alalım: Kamu ve özel kuruluşlara
ait kaynakların siyasal partileri beslemek amacıyla seçimlerde amaç dışı kullanılması. Paranın bu son derece yararsız bir işte ve adına seçim denilen gülünç bir olayda israf edilmesinden daha güzel bir başka amaç olabilir mi? En azından, söz
konusu kaynaklar, tam anlamıyla havaya uçmuştur -kaldı ki yolsuzluklardan kazanılan para, yine yolsuzluk amacıyla yeniden kullanılmıştır, bu da temelde topluma daha az zarar verir. Bu kaynakların sağlam ve bilinçli bir yönetim tarafından kullanılması durumunda, bunun sergileyeceği sonuçları düşünelim hele bir, hani kamu yararına yapılan ve bize gücünü kabul ettiren bütün bu çalışmaları, bütün bu birbirine bağlanan otoyolları, binlerce işe yaramayan büroyu, bütün üstyapı çalışmalarını, önce kentlerin ve şimdi de en küçük köylerin bile gurur duyduğu bu kentsel ve kültürel cüzamlı görünümü bir düşünelim! Yönetim, güvenlik ve emniyet alanındaki bozulmuşluk hariç kültür ve kontrolü de eklersek hepsi bizim iyiliğimiz için! Hiç olmazsa, onca gizli har vurup harman savurmaya rağmen, bütün bu lütûflar bizden esirgenmemiştir.
Çünkü temelde, hiç kimse demokrasiye inanmıyor. Herkes, belli belirsiz bir biçimde, herhangi bir sistemin kendi ilkelerini inkâr ederek çalıştığını biliyor. Ve ilkelerden vazgeçme, toplumdaki gizli, ahlakdışı oynanan oyun kuralıyla ilgili utanç verici bir uzlaşımı güçlendiriyor. Demokrasilerdeki yolsuzluk, temelinde, geçmişteki toplumların kuralı olan ayrıcalığın yeni koşullara uydurulmasıdır yalnızca, ancak bu ayrıcalık, yasadışı bir ayrıcalığa dönüşmüştür, bu da onun cazibesini daha da artırmıştır.
Öyleyse dünyanın sonu yok. Ya da her yer dünyanın öbür ucu. Nasıl her yerdeysek, aynı zamanda da uç sınırlardayız. Kendi sonunun ötesinde, kendimiz uç bir fenomen oluyoruz.
Burada, insanlık dışı olan her şey doğal perişanlığı içinde yüce duruyor -insancıl olan her şey ise tiksindirici, işte uygarlığın kalıntısı.
Bunlar, virütik, büyüleyici, duyarsız, görüntülerin bulaşıcılık gücüyle çoğalmış biçimlerdir, çünkü bütün modern kitle iletişim araçları, enformasyon, haberleşme, hepsinin virütik bir gücü vardır ve bu güç bulaşıcıdır. Biz, bedenlerin ve zihinlerin sinyaller ve görüntüler aracılığıyla ışıdığı bir ışıma kültürü içinde yaşıyoruz ve eğer bu kültür en güzel etkilerini yaratıyorsa, en öldürücü virüsleri de yaratması şaşırtıcı mıdır sanki? İnsan bedenlerinin nükleer enerjiye maruz kalması Hiroşima’da başlamıştı, ama aynı şey, bugün, yerleşik bir biçimde, durmaksızın, kitle iletişim araçlarının, görüntülerin, göstergelerin, bilgisayar programlarının ve ağlarının ışımasıyla devam ediyor.
Eşzamanlı olarak neyin galebe çaldığını görüyoruz? Politik (trans-politik) biçim olarak terörizmi, patolojik biçim olarak AIDS ve kanseri, cinsel ve genelde estetik biçim olarak trans-seksüeli ve travestiyi görüyoruz. Bu biçimler, bugün zihinsel düzeyde büyüleyicidir. Ne cinsel devrim, ne politik tartışmalar, ne kalp damar hastalıkları ya da iş kazaları, ne de konvansiyo-nel savaş bile ortak biçimde hiç kimseyi ilgilendirmiyor. (Savaş konusunda böyle olması mutluluk verici: Birçok savaş, hiç kimseyi ilgilendirmeyeceği için olmayacaktır.) Gerçek fantasmalar başka yerdedir. Onlar bu üç biçimin içindedirler ve üç biçimin her biri, bir işleyiş ilkesinin iyi çalışmamasından ve ortaya çıkan etkilerin karışıklığından kaynaklanır. Bunların her biri -terörizm, travesti, AIDS- politik, cinsel ya da genetik oyunun şiddetlenmesiyle uyuştuğu gibi, aynı zamanda da politikanın ve cinselliğin saygın yasalarının zayıflığı ve çöküşüyle de uyuşmaktadır.
Look küçük bir görüntü gibidir, en kısa tanımla video görüntüsü, Mc Luhan’ın deyişiyle, dokunularak algılanabilen görüntü gibidir; modanın yaptığının tersine, bakışı bile etkilemez, ayrıca hayranlık da uyandırmaz, sadece salt bir etki uyandırır ve bu etkinin özel bir anlamı yoktur. Look şimdi artık modayla ilgili bir şey değildir, modanın daha ileri bir biçimidir. Bir ayrım mantığından yararlanmaz, bir farklılıklar oyunu da değildir, farklılık oyunu olduğuna inanmaksızın farklılık oyununu oynar. Bu kayıtsızlıktır. Kendisi olmak gelip geçici bir performansa dönüşür, yarını yoktur, yalın bir dünyada büyüsü bozulmuş bir özenticiliktir
Herkes kendi look’unu arıyor. Kendi varlığını bahane etmek olanaksız olduğuna göre (artık kendimizi seyretmiyoruz, baştan çıkarıcılık bitmiştir!), kala kala görünüşü göstermek kalıyor, artık ne olmak ne de seyredilmek kaygısı bile taşınmıyor. Artık, varım, oradayım değil , ben görünürüm, ben görüntüyüm -look, look! Narsizm bile denmez buna, bunun adı derinliği olmayan bir dışa dönüklülük, reklam amacı güden bir tür saflıktır, artık herkes kendisinin emprezaryosu olmuştur. )
Ve hatta umutsuz kimlik ve farklılık arayışımızda bile. Artık, ne arşivlerde, ne bir bellekte, ne bir geçmişte, ne de bir projede ya da gelecekte kendimize bir kimlik aramaya vaktimiz yok. Bize anlık bir bellek, ivedi bir bağlantı, bizzat an içinde kontrol edilebilecek reklam amaçlı bir kimlik gerekiyor. Sonuçta, bugün, bedene ilişkin aranılan şey, pek öyle sağlık da değildir, çünkü sağlık organik bir denge durumudur, bugün aranılan şey, bedenin geçici, hijyenik ve reklam amaçlı bir parıltısı olan -beden, ideal bir durumdan çok bir performanstır da zaten- ve aynı zamanda, hastalığı bir karşı-performansa dönüştüren biçimdir. Moda ve görünüş terimleriyle söylemek gerekirse, aranılan şey, pek öyle güzellik ya da baştan çıkarma değil de, look’tur.
Aşırı derecedeki cinsellik göstergeleriyle cinsel bedenden kurtulma, gizil kutuplanmasının giderilmesi ve bunun sahnelenilişindeki abartı sayesinde arzudan kurtulma stratejisi, onun aksine yasaklama yoluyla farklılığı çökerten eski geleneksel cezalandırma stratejisinden çok daha etkili bir stratejidir. Buna karşılık, bu stratejinin kimin işine yaradığı asla belli olmaz, çünkü herkes ayrım gözetmeden ona katlanır. Bu travesti rejimi en geniş anlamda, kurumlarımızın temeli bile olmuştur. Ona her yerde rastlarsınız, politikada, mimaride, teoride, ideolojide, hatta bilimde bile.
Cinsel özgürlük miti, çok değişik biçimler altında gerçekliğin içinde canlı kalır, ama düşlem söz konusu olduğunda, androjinin ve erdişiliğin değişkelerine sahip olma özelliğiyle trans-seksüel mit egemendir. Sefahattan, arzudan ve cinsel farklılıktan sonra, şimdi de tüm erotik görüntülerin parıltısı ve tüm görkemiyle transseksüel kitsch geliyor. Postmodern pornografi diyelim isterseniz buna. Artık cinsellik, belirsizliğinden ve kayıtsızlığından dolayı teatral bir aşırılık içinde kaybolur. Ne zaman ki cinsellik ve politika aynı bozguncu proje içine sığıştırıldı, işte o zaman şeyler iyice değişti: Eğer bugün Cicciolina İtalyan Parlamentosu’na milletvekili olarak seçilebiliyorsa, bunun nedeni transseksüelliğin ve trans-politikanın aynı ironik kayıtsızlıkla buluşmasındandır. Sadece birkaç yıl öncesine kadar akıldan bile geçmeyen ve bugün yalnızca hoş bir uzlaşırnı ortaya çıkaran bu sonuç, sadece cinsel kültürün değil, ama özellikle tüm politik kültürün travesti tarafına geçtiğini göstermektedir.
Cicciolina’ya bakınız. Cinsiyetin ve cinsiyetin pornografik masumluğunun ondan daha olağanüstü tecessümü var mı acaba? O, aerobiğin ve soğuk bir estetiğin bakire meyvası olan, her tür cazibeden ve kösnüllükten yoksun, insan yüzlü kaslı bir robot ve tam da, bu nedenle, sahnelemiş olduğu acayip caydırma yetisiyle bir sentez idol haline getirilen Madonna’nın karşıtı olarak gösterildi. Ama üzerinde iyi düşünülürse, Cicciolina da bir transseksüel değil midir? Platin rengi uzun saçlarıyla, sanki bir kalıptan çıkmış gibi göğüsleriyle, şişme bir bebeği anımsatan ideal biçimleriyle, çizgi film ve bilim-kurgu dizilerindeki gibi kurutulmuş erotizmi ve özellikle (hiç de sapkın ve açık saçık olmayan) cinsel söylemindeki abartmayla, o eksiksiz hiçe sayma edası; pembe telefonların ideal kadını, bugün hiçbir kadının üstlenemeyeceği etobur-erotik bir ideoloji -kesinlikle bir transseksüel ya da bir travesti hariç: Çünkü, bilindiği gibi, sadece onlar abartılı ve etobur göstergeleriyle geçinirler. Şehvetli bir dışplazma Cicciolina, bu haliyle Madonna’nın yapma nitrogliseriniyle ya da Michael Jackson’un androjinik ve frankeştaynvari cazibesiyle buluşuyor. Bunların hepsi mutasyona uğramış varlıklardır, travesti ailesinden, erotik look ları cinsil açıdan belirsizlik taşıyan, kalıtımsal olarak barok varlıklardır. Hepsi Amerika Birleşik Devletleri’nde söylendiği gibi gender-benders’dırlar.
Hepimiz transseksüeliz. Nasıl ki fiilen değişime uğramış biyolojik varlık isek, aynı şekilde fiilen transseksüeliz de. Ayrıca, sorun biyolojik bir sorun bile değildir. Hepimiz simgesel olarak transseksüeliz.
Transseksüelin iki anlamı var: Hem cinsel kutupların birbirlerinden farksızlaşma oyunu, hem de haz duymaya kayıtsız kalma, haz duyma olarak cinsiyete kayıtsız kalma biçimi. Cinsellik haz duymayla ilgilidir (bu cinsel özgürlüğün ana motifidir), transseksüellik ise, ister anatomik olarak cinsiyeti değiştirmek anlamında yapmacıklık olsun, ister travestilerin giyimleriyle ilgili, morfolojik jestleriyle ilgili karakteristik göstergelerin oyunu olsun, yapmacık olanla ilgilidir. Cerrahi ya da göstergesel işlem olsa da, gösterge ya da organ olsa da, bütün durumlarda söz konusu olan protezlerdir ve bugün, bedenin yazgısı proteze dönüşmek iken, cinselliğin modelinin transseksüellik olması ve her yerde çekici bir konuma dönüşmesi mantıklıdır.
Böyle olması durumunda, artık ne bir tıbbi önlem ne de terapi etkili olabilir, hastalığın sıçramaları sanal olarak bütün ağları sarar, simgesizleştirilmiş mekanik diller, simgesizleştirilmiş bedenler gibi virüslere karşı direnç gösteremez. Arıza, geleneksel mekanik aksaklık, eskiden kalma tıbbi bir onarımın etki alanı içindeydi, ama şimdi, ani güçten düşmelere, ani anomalilere, antikorların ani hainliklerine karşı (her tür bilinçli korsan saldırılar dışında bile) çaresiz kalmıyor.
İnsanoğlu, elektronik ve sibernetik makine olarak tasarlanırsa, virüslerin ve virütik hastalıkların etki alanına dönüşür, tıpkı elektronik virüslerin etki alanının bilgisayarlar olması gibi.
Klasik tıp, bedeni bir biçim olarak değil de, bir formül olarak tasarlayan günümüz beden patolojisine karşı artık hiçbir şey yapamıyor. Kanserli beden, onun genetik formülünün iyi çalışmamasının kurbanı olan bedendir. AIDS’li beden, hasarlı bedendir, bağışıklık ağları, antikor ve kontrol ağları etkilenmiş bedendir.
AIDS, elektronik virüsler, terörizm Eğer bir beden, bir sistem, bir ağ, bütün negatif öğelerini dışarı atar ve bir basit öğeler bileşimine dönüşürse, virüsün hastalık yapabilme gücü kendini gösterir. Virüsten ileri gelen bulaşma, bu anlamda, fraktal duruma ve dijital duruma sımsıkı bağlıdır. Çünkü bilgisayarlar, elektronik makineler birer soyutlamaya, sanal makinelere, beden olmayan bedenlere dönüştüğünden, virüsler içlerinde alabildiğine yayılırlar (bu makineler, geleneksel mekanik makinelerden çok daha dayanıksızdırlar). Çünkü beden, beden olmayan bir bedene dönüştüğü için virüsler onun her tarafını sarar.
Yani toplum, politika, tarih ve hatta
töre ve psikoloji için bile -artık bundan böyle yalnızca sanal olay vardır. Sanal olanın bir politikasını aramak, sanal olanın bir etiğini aramak vb yararsızdır, çünkü politikanın kendisi
sanal olmuştur, etiğin kendisi sanal olmuştur. Hatta, teknikte bile: Sanal teknolojiler den söz ediliyor, ama gerçek olan şu ki, yalnızca sanal teknikler vardır ve artık yalnızca onlar olacaktır. Oysa, düşüncenin ve zekânın bile yapay olduğu bir dünyada, yapaylığın düşüncesi olmayacaktır asla. İşte bu anlamda, Sanallığın bizi düşündüğünü söyleyebiliriz, tersini değil.
İçimiz rahat olsun: Çocuk her zaman olacaktır, ama ilginçlik ya da cinsel yozlaşma nesnesi olarak, ödüllendirme nesnesi, manipülasyon nesnesi ve pedagojik deneyim nesnesi ya da kısacası canlının biyo-genetik kalıntısı olarak -nasıl ki, doğal türler çoktan yok olmuşken, her zaman cins atlar, evcil hayvanlar ya da sanat eserleri, rezervler ya da korunmuş türler olarak var olacaksa, öyle.
Uyuşturucu kullanımı sorunu incelikle ve (bu bir
kapalı sorun olduğuna göre) kapalı stratejilerle ele alınmalıdır, özellikle bir tür toplumun fariziliğinde rahat edeceği tek yönlü stratejiler güderek onu ifşa etmekten ya da iyiye ve kötüye kullanımında, değişken sınırların sabitlenememesinden dolayı bir ayrım yapmaktan sakınmak gerekir. Uyuşturucu, bütün uyuşturucular, belaları baştan savma, gerçekleri baştan savma, toplumsal düzeni, şeylerin duyarsızlığını baştan savma yollarıdır. Ama onlar sayesinde, toplum, bazı unutulmuş iktidarları, bazı itkileri, bazı iç çelişkileri baştan savar, bu yoz etkiyi üreten de toplumdur, onu mahkûm eden de toplumdur. Toplum, bu yoz etkinin önüne geçemediğine göre, en azından onu lanetlemeyi bırakmak zorundadır.
Bir ölçüde, kendimizi nefretle koruyoruz, başkasının zayıflığına karşı, düşmana, felakete
karşı nefretle koruyoruz kendimizi. Yapay ve nesnesi olmayan bir çeşit rekabeti harekete geçiren nefretle. Nefret, böylece, yaşamın yeniden barışa kavuşturulmasına karşı bir tür
kaçınılmaz strateji oluyor. Anlaşılmazlığıyla bile, dünyamızın duyarsızlığına karşı umutsuzca bir direniş ve bu sıfatla, uzlaşma ve anlaşmadan çok daha güçlü bir ilişki biçimi kuşkusuz.
Hatta, politikacıların görevinin bugün siyaset
adamının cesedini sindirmek olduğu ve onlara minnettar olmak olduğu savı ileri sürülebilir, öyle ki, onlar canlı gömütler gibi, bizi ölünün pisliğinden korurlar, aksi halde bu pislik tüm toplumu kuşatırdı.
Demokratik bilinç, bizzat kendisiyle ve kendi ilkeleriyle ters düşmektedir -Le Pen’e karşı, Le Pen’in göçmenlere karşı onların geldikleri yerdeki şiddeti ve hoşgörüsüzlüğü açıklayarak, ama aynı zamanda bu iyi hoşgörüsüzlükten yararlanarak ve Macaristan’da ya da Danimarka’da olduğu gibi haklı davanın zaferini sağlamak için seçim sistemini istediği şekle sokarak uyguladığı körü körüne ve kayıtsız şartsız yasaklamanın aynısı uygulanıyor. Buna siyasal tartışmanın ve medyanın gündelik bıktırıcı sözleri ve bu yadsımanın doğrulanmasıyla ve açık edilmeyen bir entegrizmin utanç verici uygulamaları tarafından yutulmuş tüm kitleler ekleniyor. Bulaşıcılığın, salgının, ulusal cephenin zaferi bu. Kötü düşünene lanet olsun
Seçimler siyasal sistemin kara kutusuna benziyor: Input: Kara para, kirli bilinçler, suç ortaklıkları, eyyamcılık. Output: Bakir bir politik durum. Ve otomobil sürücülerinin ahlaksızlığı; politikacıların, müptedilerin, para uzmanlarının, her çeşit dalaverecilerin, büyük seçim özürünü hayasızca önceden kestirmeleriyle karşılaştırıldığında bunun yanında bir hiç kalır. Suç işlemiş olanlar, dolandırıcılar ve başka politik ve mali spekülasyoncular da önceden, kayıtsız şartsız ve sıkılmadan, bu simgesel bağışlamadan ve seçim adı altında demokratik işleyişin simgesi olan yurttaşlık göreviyle ilgili her tür cezanın ucuzluğundan yararlanmışlardır. Demokrasi, kendi iç kanamasını, aybaşı düzensizliklerini rezaletler sayesinde tedavi ederek seçim çiftleşmesiyle yeniden diriliyor.
Bununla birlikte, son sözü uygar erdem söyleyecektir: Uç ceza puanını geçen otomobil sürücüsü bağışlanmayacaktır.
Sistemimiz içinde siyasal ve adli kesimin gerçek anlamda çatışmaya gireceğini düşünmek büyük bir yanılsama olur. Bu, kendi üzerinde göstermelik temizlik yapan, -bunu kendi durumunu daha iyi sağlamlaştırmak amacıyla, homeopatik dozlarda bizzat kendi durumunu sallantıya uğratarak da yaparlar-bir kastın kendi içindeki iş bölümü olur olsa olsa.
Bir olasılıkla, insanın kendine bir erdem payı
çıkarması için kendi kusurlarını sergilemesi gerekir. Bu moda olan siyasal bir taktik bile olmuştur: Yanılgılarını, yozlaşmasını, ahlak-dışılığını acımasızca eleştirmek ve mutlaka suçlanılmaya çalışmak. Danışıklı bir bedel ödeme, kamu bilincini çok ucuz fiyata besleyen bir aklanma sanatıdır bu. Hiç kimse Beregovoy gibi, intihar ederek aklanamaz, onun intiharı bir anda bütün siyasal kesimi onun için ölünebileceğini göstererek (onu soylu bir işe dönüştürdü) aklamıştır, ama aynı zamanda da, bu kesime zehirli bir hediye sunmuştur, çünkü benzer acizliğe ve benzer onursuzluğa, bir başka deyişle, aynı yok olma nedenlerine maruz kalıp intihar etmekten sakınan herkesin sefaletini ve ödlekliğini göstermiştir.
Bizim üretmiş olduğumuz birey, kendisine karşı
duyduğu mutlak kaygıdan dolayı, göklere çıkardığımız ve kendisini, acizliğinde bile insan haklarının her türlü tüzel kalkanıyla koruduğumuz işte bu birey, Nietzsche’nin sözünü ettiği son insandır. Kendisinden ve kendi hayatından yararlanma hakkı olan son varlık, son birey, gerçek bir alçaklık ve üstünlük umudu olmayan bireydir. Dededen babadan süregelen bir kısırlığa ve geri sayıma ebediyen mahkûm olmuş insandır. Bu birey, bu devir devranın ve türün son örneğidir, onun yapması gereken şey, hayaletleşerek, parçalanarak, çoğullaşarak, kendisinin yaratığı ve kendisinin klonu olarak hayatta kalmak için umutsuzca çabalamaktır. Bu son insan, o halde, kurban edilmemeli, çünkü o sonuncusudur. Gerçek zamanda kendi kullanım değerine indirgendiğinde hiç kimse kendi canını göze alma hakkına sahip değildir. İşte son insanın yazgısı da budur, daha doğrusu onun bir yazgısı olmayışının göstergesidir bu. İşte onun acizliğinin, uygar ulusların acizliğiyle, ne karşı koyma ne de karşısındakini kurtarma tehlikesini göze alamayan uygar ulusların acizliğiyle zincirleme birleştiğinin göstergesi.
Zavallı Batı ! Dünya Düzenini yeniden sağlama görevini sevine sevine, zafer edasıyla (bütün direniş noktalarını tasfiye ederek) bir yerine getirebilseydi keşke, ama onun hâlâ parçalanmış bilincinin derinliklerinden, dünya çapındaki bu küçük kirli işin paralı askerler tarafından icra edilişine acizce tanık olması gerekiyor. Kendi kendisini küçük düşürme işine ve kendi kendini saf dışı bırakılması işlemine acizce tanık olması gerekiyor.
Yabancılaşmadan söz ediliyor. Ama en kötü
yabancılaşma öteki tarafından mahrum bırakılmak değil, ötekinden mahrum olmaktır, ötekini, ötekinin yokluğunda üretmek zorunda kalmaktır
Metropollerin karmakarışıklığında, on insandan dokuzu yaşayan ölüdür, yani hortlaktır.
Her yerde felaket, sefalet ve başkalarının çektiği acı, işlenecek bir hammaddeye, izlenecek bir ilk sahneye dönüştü. İnsan haklarıyla donatılmış zulme maruz kalma, sanki tek matem ideolojisi. Bunu dolaysız ve kendi adlarına sömürmeyenler, başkasına vekâlet vererek sömürüyorlar -mali ya da simgesel artık-değerlerini sırası gelmişken tahsil eden aracılar da yok değil. Mali kayıp ve felaket, sanki uluslararası bir borçmuş gibi, kurgusal piyasalarda tecim konusu ediliyor ve alınıp satılıyor -artık bir politikacı-aydın piyasası söz konusudur ve bu piyasa, karanlık geçmişe sahip askeri-sanayi kompleksten hiç de aşağı kalmamaktadır.
Herkes kendi look’unu arıyor. Kendi varlığını bahane etmek olanaksız olduğuna göre (artık kendimizi seyretmiyoruz, baştan çıkarıcılık bitmiştir!), kala kala görünüşü göstermek kalıyor, artık ne olmak ne de seyredilmek kaygısı bile taşınmıyor. Artık, varım, oradayım değil , ben görünürüm, ben görüntüyüm -look, look! Narsizm bile denmez buna, bunun adı derinliği olmayan bir dışa dönüklük, reklam amacı güden bir tür saflıktır, artık herkes kendisinin emprezaryosu olmuştur.
Nasıl ki arzu yanılsaması, dört yanı saran pornografi içinde kaybolmuşsa, yanılsama arzusu da çağdaş sanat içinde kaybolmuştur. Pornoda, hiçbir şey sizin arzulamanıza izin vermez. Sefahatten ve bütün arzuların özgürleşmesinden sonra, cinsiyetin şeffaflığı anlamında, onun bütün gizini ve ikilemini silen göstergelerde ve görüntülerde transseksüelliğe geçtik. Sözünü ettiğimiz transseksüellik, artık hiç de arzu yanılsamasıyla ilgili değildir, ama görüntünün hiper- gerçekliğiyle ilgilidir
Zaten, bilgisayarların dünya çapında birbirlerine bağlanmasıyla oluşturulan bu bilgi evreni ve iletişim ortamının veri bütünlüğünde, yani sanal gerçekliğin içinde, gerçek anlamda bir şeyler keşfetme olanağı var mıdır? Internet’in işi gücü, özgür zihinsel bir uzamı, bir özgürlük ve keşif uzamını simüle etmektir. Internet aslında çoklu, ama saymaca bir uzam sunar yalnızca; işlemci, bu uzamda, belli
öğelerle, kurulu sitelerle, belirlenmiş kodlarla karşılıklı etkileşimde bulunur
Çocukluğun çoktan kaybolmakta olan bir tür olduğunu bilmek için Birleşmiş Milletler Örgütü’nün de benimsediği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni görmek yeter: Hayır deme olanağına sahibim Nerede, nasıl ve ne olduğumu bilme hakkına sahibim. Dengeli ve uygun bir beslenme hakkına sahibim Fiziksel ve zihinsel her tür şiddete karşı, herkes beni korumalıdır. Benim şarkı söyleme,
dansetme, oynama, mutluluğum için yeteneklerimi geliştirme hakkım vardır vb.
Artık bundan böyle, toplumsal ve siyasal düzen cephesinde, özel bir sorun var ki o da çocuklar sorunudur. Bu sorun, cinsellik, uyuşturucu, şiddet, nefret ve toplumsal dışlamanın yarattığı bütün sorunlardan ayrılamaz. Onca başka alanlar gibi, çocukluk ve erginlik çağı, bugün, çizgidışı sapmaya ve suç işlemeye terk edilmiş bir konuma dönüşmüş durumda.
Sistemler her zaman en iyi, kendi kurallarının tersine ve kendi ilkelerine aykırı olarak işlerler, demokrasi de bu kuralın dışında kalmaz. Bu, sistemlerin temel kusurudur ve onlar da bireyler gibi güçlerini kusurlarından alırlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir