Marcel Proust kitaplarından Swann’ların Semtinden kitap alıntıları sizlerle…
Swann’ların Semtinden Kitap Alıntıları
Belki de gerçek olan hiçliktir ve hayatımız var olmayan bir rüyadır.
Gözyaşlarımı siliyor, büyüyünce diğer insanlar gibi saçma sapan bir hayat sürmeyeceğime, Paris’teyken bile, bahar mevsiminde ziyaretlere gidip aptalca konuşmalar dinlemek yerine, kırlara gidip ilk akdikenleri göreceğime söz veriyordum kendilerine.
İnsanlarla genelde o kadar ilgilenmeyiz ki, bize bunca acı ve mutluluk verebilme gücünü bir kişiye yüklediğimizde, o kişi başka bir dünyaya aitmiş gibi görünür gözümüze, bir şiirsellikle sarmalanır ve hayatımızı, kendisinin az çok yakınımızda bulunacağı, heyecan dolu bir akış haline getirir.
Tutku tıpkı içimizdeki geçici ve farklı bir kişilik gibi diğer kişiliğin yerini alır ve onun daha önce kendini ifade etmekte kullandığı değişmez işaretleri yürürlükten kaldırıverir.
Bakışları masanın üstüne, Odette’in fotoğrafına iliştiğinde veya Odette kendisini ziyarete geldiğinde, bu etten kemikten görüntüyü veya kartondan sureti daima içinde taşıdığı sancılı ve kesintisiz heyecanla bağdaştırmakta güçlük çekiyordu. Adeta şaşırarak, tıpkı hastalığını ansızın karşısında somut bir varlık olarak gören gördüğü şeyi çektiği acıya benzetemeyen bir hasta gibi, “İşte o” diyordu kendi kendine. “O”nun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman söz edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir. Swann’ın aşkı da öylesine ilerlemiş bir hastalıktı, Swan’ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hatta ölümden sonrası için arzuladıklarına öylesine nüfuz etmişti, Swann’la öylesine bir bütün teşkil ediyordu ki, Swann’ın kendisini de paramparça etmeden bu aşkı ondan söküp atmak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.
Bir erkeği sadece fiziksel görünümüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile, bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar İşte bu yüzden, askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar. Üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında, farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öp! Öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahttın, ziyaret ettiği yabana ülkelerde, en çok arzulayacağı gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün profile ihtiyacı yoktur.
Her şeyden çok da, Bergotte’un felsefesini beğeniyordum, kendimi sonsuza dek bu felsefeye adamıştım. Bu yüzden, kolejde Felsefe adlı derse başlayacağım yaşı iple çekiyordum. Ama bu derste, sadece Bergotte’un düşüncesine bağlı kalarak yaşamaktan başka bir şey yapılmasını istemiyordum; o sırada bana, felsefe derslerinde bağlanacağım metafizikçilerin Bergotte’a hiç mi hiç benzemeyeceğini söyleseler, ömür boyu sevmeyi arzulayan bir âşığa, ileride birlikte olacağı başka sevgililerden söz edilmişçesine, umutsuzluğa kapılırdım.
Bir pazar günü bahçede kitap okurken, annemleri ziyarete gelen Swann, okumamı böldü.
Ne okuyorsunuz, bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Bergotte’un eserlerini kim tavsiye etti size?
Bir pazar günü bahçede kitap okurken, annemleri ziyarete gelen Swann, okumamı böldü.
Ne okuyorsunuz, bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Bergotte’un eserlerini kim tavsiye etti size?
Bloch gittikten sonra, babam, Ama evladım, senin bu arkadaşın geri zekâlı, demişti bana. İnanılır gibi değil! Havanın nasıl olduğunu bile söylemekten âciz! Bundan daha ilginç bir şey olabilir mi? Tam bir geri zekâlı.
Bloch, büyükannemin de hoşuna gitmemişti, çünkü öğle yemeğinden sonra, büyükannem biraz rahatsız olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor bastırmış, gözyaşlarıyla ıslanan yanağını silmişti.
Samimi olmasına imkân var mı? demişti büyükannem. Beni tanımıyor bile; ya da deli olmalı.
Bloch, büyükannemin de hoşuna gitmemişti, çünkü öğle yemeğinden sonra, büyükannem biraz rahatsız olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor bastırmış, gözyaşlarıyla ıslanan yanağını silmişti.
Samimi olmasına imkân var mı? demişti büyükannem. Beni tanımıyor bile; ya da deli olmalı.
Çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir. Swann’ın aşkı da öylesine ilerlemiş bir hastalıktı, Swann’ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hatta ölümden sonrası için arzuladıklarına öylesine nüfuz etmişti, Swannla öylesine bir bütün teşkil ediyordu ki, Swann’ın kendisini de paramparça etmeden bu aşkı ondan söküp atmak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.
Swann’ın aşkı, doktorun veya bazı hastalıklarda en gözüpek cerrahın bile, hastayı kötü alışkanlığından ya da hastalığından mahrum etmenin hâlâ bir anlamı, hatta imkanı bulunup bulunmadığından şüpheye düştükleri safhaya gelmişti.
“…sosyal kişiliğimiz başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir. ‘Tanıdığımız birini görmek’ diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir. Baktığımız insanın dış görünüşümü ona ilişkin bütün kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar. Sonuçta yanakları öylesine kusursuz bir biçimde doldururlar, burun çizgisini öylesine şaşmaz bir kesinlikle izlerler, sesin tınısıyla, sanki saydam bir kılıfmışçasına, öyle bir uyumla bütünleşirler ki, bu çehreyi her gördüğümüzde, bu sesi her duyduğumuzda, karşımızda bulduğumuz, işittiğimiz şey bu kavramlardır.”
Yeraltı mezarları ise, bir Merovenj karanlığına gömülürdü, burada, taştan, devasa bir yarasanın derisini andıran damar damar, karanlık kubbenin altında el yordamıyla bize yol gösteren Theodore’la kız kardeşi, Sigebert’in küçük kızının mezarın bir mumla aydınlatırlardı. Mezarın üstündeki derin fosil izine benzeyen yarığı, Frank prensesinin öldürüldüğü gece, şu andaki apsisin bulunduğu yerde asılı duran kristal lambanın, altın zincirlerinden kendi kendine kopup kristali kırılmadan, alevi sönmeden taşa gömülerek, taşı eriterek açtığı rivayet edilirdi.
Büyükbabamın, evinde kaldığımız kuzininin –büyük halamın– kızı olan Leonie Halam, kocası Octave Eniştenin ölümünden sonra, ilk başlarda Combray’den, sonra Combray’deki evinden, ardından odasından, en sonunda da yatağından çıkmaz olmuştu; artık hiç aşağı inmiyor , sürekli olarak, belirsiz bir keder, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hali içinde yatıyordu.
İnsanlarla genelde o kadar ilgilenmeyiz ki, bize bunca acı ve mutluluk verebilme gücünü bir kişiye yüklediğimizde, o kişi başka bir dünyaya aitmiş gibi görünür gözümüze, bir şiirsellikle sarmalanır ve hayatımızı, kendisinin az çok yakınımızda bulunacağı, heyecan dolu bir akış haline getirir.
“Sevgiden mi korkuyorsunuz? Ne tuhaf, benimse hayatta aradığım tek şey sevgi, onu bulabilmek için canımı verirdim.”
İnsan mutluluğu göremiyor. Kendimizi daima olduğumuzdan daha bedbaht sanıyoruz.
Odette artık gelmeyeceğini düşünüp gitmişti. Odette’in salonda olmadığını görünce Swann yüreğinde bir sıkışma hissetti; değerini ilk kez ölçtüğü bir hazzı yaşamaktan mahrum edilmek onu sarsmıştı; o güne kadar bu hazzı istediği an bulabileceğinden hep emin olmuştu, bu da, her türlü hazzın değerini gözümüzde azaltan, hatta değerini fark etmemizi engelleyen bir şeydir.
Gençlikte, âşık olduğumuz kadının kalbine sahip olmayı hayal ederiz; daha ileri yaşlarda, bir kadının kalbine sahip olduğumuzu hissetmek, ona âşık olmamıza yetebilir.
Tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.
Dünya kurulduğundan beri insanların göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden savurdukları kibirli yalanların dörtte üçü, kendilerinden daha aşağı seviyede bulunan kişiler uğruna harcanmıştır ve aslında kendilerini küçültmekten başka işe de yaramamıştır.
Gökyüzü sizin için hep mavi olmaya devam etsin genç dostum; o zaman, benim şimdiki durumumda olduğu gibi, ormanlar kapkara olmuşken, gece hızla indiğinde bile, siz de benim gibi gökyüzüne bakarak avunursunuz.
aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.
iki sevgiliden birinin aşırı derecedeki sevgisini göstermesi, diğerini yeterince sevmekten temelli bağışık tutar.
Benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum.
“Babama teşekkür edilemezdi; gülünç duyarlılıklar diye adlandırdığı bu tür davranışlar sinirine dokunurdu.”
bir yaştan sonra insan sevdiklerine bağlanmalı, diğerleriyle harcanan zamanı telafi etmek için onlardan ölünceye kadar ayrılmamalı bence.
Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için acırdı.
“Tanıdığımız birini görmek” diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir. Baktığımız insanın dış görünüşünü ona ilişkin bütün kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar.
“Ah kızım, ne bayağı adam!”
Benim her yerde dostlarım vardır; yaralanmış, ama mağlup olmamış, kendilerine acımayan, mağfiretsiz bir tanrıya, acıklı bir inatla, birlikte yakarmak üzere birbirine yaklaşmış ağaç kümelerinin bulunduğu her yerde.
o güne kadar bu hazzı istediği an bulabileceğinden hep emin olmuştu, bu da, her türlü hazzın değerini gözümüzde azaltan, hatta değerini fark etmemizi engelleyen bir şeydir.
Ormanlar kapkara oldu bile, ama gökyüzü hala mavi.
Ama yağmurun, fırtınanın ne önemi vardı ki! Yaz mevsiminde yağışlı hava, temeldeki sabit güzel havanın geçici, yüzeysel bir kaprisinden ibarettir.
Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğmasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar.
Akşamları gezmeden dönerken, az sonra anneme iyi geceler dileyip bir daha kendisini göremeyeceğimi düşündüğüm sırada, yani günün sonunda ise, çan kulesi, aksine o kadar yumuşacık bir görüntü arz ederdi ki, kulenin ağırlığıyla ezilen, ona yer açmak için hafifçe çukurlaşıp kenarları kabaran solgun gökyüzüne gömülmüş, kahverengi kadifeden bir minderi andırırdı; etrafında dönen kuşların çığlıklarıyla sessizligi daha da artar, külahı daha yükseğe fırlar, kelimelerle ifade edilemeyecek bir nitelik kazanırdı adeta.
Çoğunlukla eve dönerken büyükannem meydanda çan kulesine bakmak üzere beni durdururdu. Kulenin sadece insan yüzüne değil, başka şeylere de güzellik ve vakar katan o doğru, özgün orantıya uygun mesafede, ikişer ikişer üst üste dizilmiş pencerelerinden, düzenli aralıklarla karga sürüleri fırlar, sanki kendilerini görmezmiş gibi yaparak oynaşmalarını izin veren eski taşlar ansızın yaşanmaz olmuş, sınırsız bir hareket kabiliyeti kazanarak kargalara vurmuş, onları itmiş gibi, bir süre çığlık çığlığa havada dönerlerdi. Ardından, akşamı mor kadifesine karmakarışık, her yönde geçirdikten sonra, birden sakinleşip tekrar kuleye bütünleşirlerdi, uğursuzluğu bırakıp uysallaşırlardı;Değişik yerlere konmuş olan birkaç karga hiç kıpırdamıyormuş gibi görünür, belki arasıra havada bir böcek kapar, çan kulesinin tepesinde, dalganın üstünde bir balıkçının kıpırtısızlığıyla bekleyen martılar gibi dururdu
Combray’de Yaptığımız en uzun gezintilerden birinde, Daracık yolun ansızın değil bir platoya açıldığı bir yer vardı., Ufukta tırtıklı ormanların üzerinde, Saint -Hilaire’in Çan kulesinin sivri tepesi tek başına yükselirdi, ama o kadar incecik ve pespembeydi ki, sanki bu manzaraya sadece tabiattan oluşan bir tablo ya birisi minik bir sanat işareti, tek bir insan izi katmak istemiş ve gökyüzüne bir tırmık atıvermişti..
Mme Loiseau’nun Penceresindeki küpeçiçekleri, dallarını her yana baş aşağı uzatmak gibi kötü bir alışkanlık edinmişlerdi;—çiçeklerin iyice büyüdüklerinde bütün işleri güçleri kızarmış, morarmış yanaklarını gerisinin loş cephesine dayayıp serinletmek olduğu halde—bu yüzden küpeçiçekleri gözümde bir kutsallık kazanmıyordu; çiçeklerle yaşlandıkları Kararmış taş arasında gözlerim bir mesafe göremese de, zihnim bir uçurum görüyordu
Ağaçların yeşili yün ipekten dokunmuş halının alt kısımlarında canlılığını korumakla birlikte üst kısımlarda solmuş olduğundan, sararan, yüksekteki dallar, koyu renk köylülerin üzerinde daha soluk bir tonda, adeta görünmez bir güneşin aniden yansıyan eğik ışınlarıyla yaldızlanıp silikleşerek belirginlik kazanıyordu
Dikey tezgahta Dokunmuş iki duvar halısı ,Esterin taç giymesi anlatılıyordu halıların solmuş renkleri resmi bir ifade, bir vurgu, bir ışık atmışlardı : Esterin dudaklarından ilgisini ötesine taşınmış bir pembeyi dalgalanıyordu. Bir gün elbisesinin sarısı öyle gevşek bir gün öyle cömertçe alıyordu ki, sanki bir yoğunluk kazanmış ve gerileyen fonda ileri fırlamıştı.,
Herhalde bir kadın yüzünden acı çektiniz. Diğer kadınların da onun gibi olduğunu sanıyorsunuz.
Sevgiden mi korkuyorsunuz? Ne tuhaf, benimse hayatta aradığım tek şey sevgi, onu bulabilmek için canımı verirdim
Combray Baş rahiplerinin asil kalıntılarının adeta ruhani bir döşeme haline getirdiği koruyerindeki mezar taşları bile cansız biz sert bir madde değildiler, çünkü zaman onları yumuşatmış, bal gibi akışkanlaştırmıştı; kendi dikdörtgen çerçevelerinin dışına kaçmışlar, bir yerde, sarı bir dalga, çiçekli, gotik bir büyük harfi önüne katıp sürüklemiş, mermerin beyaz menekşelerini kaplamıştı; Öte yanda tekrar toplanmışlar, özlü Latince yazıyor daha da sıkıştırmış, bu kısaltılmış harfleri düzenlenişinde bir değişiklik daha yapmış, diğer harfleri haddinden fazla yayılmış olan bir kelimenin iki harfini birbirine yaklaştırmışlardı
Dünya kurulduğundan beri insanların göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden savurdukları kibirli yalanların dörtte üçü, kendilerinden daha aşağı seviyede bulunan kişiler uğruna harcanmıştır ve aslında kendilerini küçültmekten başka işe de yaramamıştır.
“Evimde gereksiz eşyaların hepsi var şüphesiz. Sadece gerekli olan şey eksik: Buradaki gibi kocaman bir gökyüzü parçası. Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın yavrucuğum.”
Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı.
Bu yaşa gelinceye kadar, hayatımızda aşka birçok kez maruz kalmışızdır; aşk artık şaşkın ve edilgen kalbimizin karşısında tek başına, kendi meçhul ve kaçınılmaz yasalarına göre ilerlemez. Ona biz destek olur, hafızanın yardımıyla, telkinle yönlendiririz onu. Belirtilerinden birini tanıdığımızda, hatırlayarak diğer belirtileri canlandırırız tekrar.
Renklerini hala mum ışığı pembesiydi, ama çiçeklerin gün batımı denebilecek bu şimdiki güdük hayatlarında, yarı yarıya sönmüş, küllenmişti
Kuruyunca bükülen sapların oluşturduğu değişken kafesin girift bezemeleri arasında solgun çiçekler, bir ressam tarafından düzenlenip en estetik şekilde yerleştirilmişcesine açılırlardı
Uyumadığımı kendime mutlaka hatırlatmalıyım
Yan odada halamın alçak sesle kendi kendine konuştuğunu duyardım. Her zaman epeyce alçak sesle konuşurdu, çünkü kafasının içinde, fazla yüksek sesle konuşursa yerinden oynatacak, kırılmış, yüzer gezer bir şey bulunduğunu zannederdi, ama tek başına iken bile, uzun müddet hiç konuşmadan da durmazdı, çünkü konuşmanın boğazına iyi geldiği, kanın boğazında duru kalmasını önlerse, çektiği nefes daralmalarıyla iç sıkıntıların azalacağı kanısındaydı;Ayrıca, içinde yaşadığı mutlak atalet halinde, en ufak duyumlarına bile olağanüstü önem verirdi; bu duyumlarına atfettiği hareketlilik, onları kendine saklamasını güçleştirir, aktaracak bir sırdaş bulamadığı takdirde de, kendine duyururdu; bu aralıksız monolog tek faaliyetiydi
Paskalya’dan önceki son hafta Combray’ye gittiğimizde, uzaktan, çepeçevre kırk kilometrelik bir mesafeden, trenden gördüğümüz haliyle komple kentin tamamını özetleyen, temsil eden, ufka onun adına, onun sözünü eden bir kiliseden ibaretti; yaklaştığımızda da, kilisenin, kırların ortasında, rüzgâra karşı, koyunlarını etrafına toplamış bir çoban misali Ortaçağ’dan kalma sur kalıntılarının yer yer primitiflerin tablolarındaki küçük kasabalar gibi kusursuz bir Çemberle kuşatıldığı evlerin yünsü, gri sırtlarını koyu renkli uzun harmanisinin etrafında sımsıkı bir araya toplanmış olduğunu görürdük
sevgililere daha inandığımız anda onlardan şüpheleniriz ve sevgililerin kalbine, benim annemin kalbine bir tek öpücükle, bir art düşüncenin sakınımı olmaksızın, bana yönelmeyen bir niyetin izini taşımadan, bütünüyle sahip olduğum şekilde sahip olamayız;
Belki içimdeki yaratıcı inanç tükendiğinden, belki de gerçeklik ancak hafızada biçimlenebildiğinden, bana ilk kez gösterilen bir çiçeği gerçek bir çiçek gibi göremiyorum artık.
tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.
Gönül vermişsen bir köpeğin kıçına
Sanırsın ki kıç değil, benzer gülistana
Sanırsın ki kıç değil, benzer gülistana
İnsan ancak kendisi için, sevdikleri için korkudan titrer. Mutluluğumuz artık o sevdiklerimizin elinde olmaktan çıkınca yanlarında ne müthiş bir sükûnet,rahatlık ve cesaret buluruz!
Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastalayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.
Ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın karşısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda koyverdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine. Aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum
Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğmasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar.
Bazen de tek başına, çirkince, çekingen ama hayalperest, ölümsüz bir mutluluk ve hayal kırıklığı sırrını bütün gözlerden gizleyen basit bir evdir. Bu gerçeklikten yoksun diyar.
Bir şeye sahip olan herkes gibi Swann da ondan bir an vazgeçse ne olacağını görmek için onu zihninden atar, ama zihnindeki diğer her şeyi o varken olduğu haliyle bırakırdı.Oysa bir şeyin yokluğu bununla sınırlı kalmaz,basit kısmi bir eksiklik değildir,diğer her şeyin alt üst olmasıdır, önceki durumda kestirilmesi mümkün olmayan yeni bir durumdur.
Sosyal kişiliğimiz başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir. “Tanıdığımız birini görmek” diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir. Baktığımız insanın dış görünüşünü ona ilişkin bütün kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar.
; meraktan aşklarına halel getirmediği ve uzun zaman boyunca Odette’e karşı kayıtsızmış gibi davrandıktan sonra, kıskançlığıyla onu aşırı derecede sevdiğini göstermediği için mutluydu; iki sevgiliden birinin aşırı derecedeki sevgisini göstermesi, diğerini yeterince sevmekten temelli bağışık tutar.
“Ne tuhaf, zavallı karımı çok sık düşünüyorum, ama her seferinde azar azar düşünebiliyorum…”
Gözleri, koparılması imkânsız olsa da, sadece bana sunduğu bir cezayirmenekşesi gibi maviydi
Mutlu olmam gerekirdi; değildim.
Benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum.