İçeriğe geç

Surname Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Surname kitap alıntıları sizlerle…

Surname Kitap Alıntıları

tarihten alınan en büyük ders, insanların tarihten ders almadıklarının anlaşılmasıdır.
Önemli olan, insanın vicdanını susturması için bir gerekçe uydurması, sonra da uydurduğu gerekçeye kendisinin de inanmasıydı. Bu gerekçeyi uydurmuşlar ve vicdan denilen obur hayvanın önüne patlayıncaya dek yiyebileceği denli gerekçe yığmışlardı.
“Biz insanlar,” demişti, “hepimiz, her hücremizden görünmez milyarlarca iplikle topluma bağlıyız, toplumun her katına bağlıyız,” demişti, “bizi o iplerin yönettiğini bilmediğimizden, özgürüz, bağımsızız sanırız kendimizi,” demişti.
Altın pas tutmaz, platin pas tutmaz denir, doğrudur. Altınla platin pas tutmaz ama pisliğe düşende pislenir bunlar. Tek paslanıp pislenmeyen insanın özüdür, demişti. O öz ki, en kötü sanılan insanın bile içinin bir yerinde gizlidir, demişti. İyilik etmenin yeri, zamanı olmaz; nerde olsa, kime olsa iyilik edeceksin, demişti. “Değil mi ki insanın pas pis tutmaz, kir toz bağlamaz bir özü var, işte onun için iyilik edeceksin, demişti.
Herşey, var olan herşey, her düşünce, birbirine karşıt iki şeyin bileşimiydi. Varolmak demek, iki karşıt şey olmak demekti, bişeyin karşıtı da olması demekti: Olumlu-olumsuz, ak-kara, tez-antitez Karşıtlar sürekli savaşım içinde yok olurken yeni bir bileşim çıkıyordu ortaya. Her yeni bileşim de, kendi karşıtının tohumunu içinde taşıyordu. İşte varlık buydu, doğa buydu, tarih buydu
Büyük bir tarihçi şöyle demiş : Tarihten alınan en büyük ders, insanların tarihten ders almadıklarının anlaşılmasıdır.
Hep istemediği şeyleri yapmak zorunda bırakılmıştı. Neydi bu başına gelenler? Neden böyle olmuştu, oluyordu? Niçin isteğince yaşayamıyordu? İlk kez kafasını kurcalayan, sonraları da boyuna beynini oyacak olan bu soruları sorup öğreneceği, ona ışık tutup yol gösterecek birisi olsaydı; bu yeryüzünde içini dökebileceği, güvenebileceği bitek kişi olsun bulabilseydi!
Elbet ikincisinde, üçüncüsünde alışacak, görevini daha kolay yapacaktı. Niçin “ Cesaret de bekaret gibidir, bir kez yırtılmayı görsün…” demişlerdir…
Damda zagonu kurmaya kol gezdiği, pireyi kafese koyar ve biti arabaya koşar takımından anasının ipini satmış kopukları yola getirdiği…
Victor Hugo şöyle diyordu: İdam cezası yirminci yüzyılın yasalarından silinecektir. Geleceğin hukukunu bugünden uygulamak ne güzel bişey olur!
“Kaldırmayacağın yükün altına domalma”
“Mal kısmetten çıkınca uçkur dokuz yerden koparmış”
“İte dalanmaktansa çalıyı dolanmalı…”
Geçmişten adam hisse kaparmış Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? “Tarihi tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

Mehmet Akif Ersoy

Gözlüklü Beyfendi anlatıyordu:

– Tarihin pekçok ünlü kahramanı sapıktır. Koskoca Roma İmparatoru ünlü diktatör Jül Sezar, iki yanlı sapıktı; buyüzden ünlü şair Ovid, onun için “Her kadının kocası, her kocanın da karısı” demiş. Neron adlı diktatör de onsekiz yaşındaki oğlanlarla resmen evlenirdi. Hatta Sporus adlı bir delikanlıyla evlenebilmek için zavallı delikanlıyı, yumurta torbalarını söktürüp kısırlaştırmıştı. Öldüğünde, askerleri onu aşağılamak için cesedinin arka deliğinden ot sokup doldurmuşlardı. Roma’da oğlancılık öyle salgındı ki, ergin olan her delikanlıya, ahlakı bozulmasın ve gözü dışarda olmasın diye, anası güzel bir oğlan köle satın alırdı; bu işi gören köleler ipekli giyer ve saçlarını uzatırlardı. Delikanlı evlenince de, oğlan kölenin uzun saçlarını keser, karısına andaç olarak verirdi. Eski Atina’nın ünlü komutanlarından Alkibiad da cinsel sapıktı ve onu sapıklığa hocası olan ünlü filozof Sokrates alıştırmıştı; biçok öğrencilerine de yaptığı gibi

Dinleyenlerden biri,

– – Vay namussuz! deyince Gözlüklü Beyfendi,

– Gayetle büyük filozoftur deyip sözünü sürdürdü: Prusya Kralı Büyük Frederik çok büyük adamdı, ama sapıktı. Daha çooook

Birisi,

– Hepsini biliyorsun maşallah, daha kimler var allaşkına anlat da bilelim şu namussuzları dedi.

– Sokrat var, sonra Eflatun var; büyük filozof bunlar Kral Üçüncü Hanri oğlancıydı. İngiltere Kralı, İkinci Edvard da, sapıklığı yüzünden kıçına kızgın demir çubuk sokularak öldürülmüştür.

– Yahu bunların hepsini yakmalı diye birisi düşüncesini söyledi.

Gözlüklü Beyfendi,

– Yakıyorlardı, dedi, İngiltere’de oğlancılık öyle almış yürümüştü ki, İngiliz soyluları uşak diye yanlarına oğlanlar alırlardı. Sapıkları diri diri yaktıkları halde, oğlancılığı İngiltere’de yine de önleyememişlerdi.

– Daha daha kimler var?

– Daha çok Şekspir denilen şairi duydunuz mu? O da oğlanciydi. Oskar Vayld da, Vagner de, Sensans da, Mikel Anj da; bunlar hep büyük sanatçı Hele İrlandalı Oskar Vayld’ın sevgilisi Alfred Douglas adında çok soylu aileden bir oğlandı. Bu oğlan, bunca soylu aileden olmasaydı da halktan biri olsaydı, bu sapık ilişki yüzünden hiçbir sorun çıkmayacak, Oskar Vayld da mahkemelere ve dillere düşmeyecekti. Vayld, kendi yetiştirmesi bu soylu oğlana “Bosie derdi. Hani bizim Köroğlu’nun Ayvaz’ı neyse, Oskar Vayld’ın “Bosie” si de o Bu sapık oğlanlardan ve oğlancılardan çok ünlü sanatçılar, yazarlar çıkmıştır. Örneğin Jan Jöne adında bir Fransız yazar var ki, ünlü bir eşcinseldir, hem de hırsızlık, hem de karı tellallığı yapmıştır. Buyüzden hapse düşünce de, iğrenç yaşamını cezaevinde kurşunkalemle tuvalet kâğıdına yazmış ve bu anıları “Çiçekli Meryem Ana” adıyla kitaplaştırılmış, buyüzden de Jan Jöne üne kavuşmuştur.

– Hepsi neyse de sanatçı manatçı, ille ben şu komutanlara şaşıyorum.

– Büyük İskender, ünlü komutan, o da bir sapıktı.

Çevresindekiler baştan ayağa kulak kesilmişler, ilgiyle onu dinliyorlardı. İçlerinden biri,

– Tüh, dedi, bunlar ahlaksızlık mikrobu saçıyor topluma Böylelerini assan da az, çünkü leşlerinden yine mikrop saçılır. En iyisi bunları yakacaksın cayır cayır ve de külünü dumanını savurup yok edeceksin.

– Söyledim size, eskiden yakarlarmış, dedi, hatta hayvanla cinsel ilişkide bulunanlar da yakılırmış. Hem o sapık insanı, hem de hayvanı yakarlarmış.

Dinleyenlerden biri,

– Bizde, dedi, o biçim hayvanları yakmak töre olsaydı, vah eyvah, o zaman çok

Birden susup sözünün gerisini yuttuysa da, ordakiler ne diyeceğini anlamışlardı.

Gözlüklü Beyfendi,

– Mevlâna, ünlü eseri Mesnevî’sinde, bir kadının erkek eşekle olan cinsel ilişkisini anlatmıştır deyince, ordakiler merakla, “Nasıl? Aman nasıl?” diye üsteleyerek sordular: Yazar ki Mesnevî’de, “Eşeği çeke çeke kadın ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı. O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinin hızından kahpenin ciğeri parçalandı. Soluk bile alamadan hemen can verdi. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü?” İşte böyle yazar Mesnevî’de. Bizde yakılmazdı bunlar. Ama İngiltere’de yakılırdı. Kitapta yeri var, okuyayım da dinleyin.

Elinde tuttuğu kitaptan bir sayfa açıp okudu: “İngiltere’de onsekizinci yüzyılda hayvanlarla cinsel ilişki kuranlar ve bu suçun ortağı olan hayvanlar, Leks Karolina gereğince canlı canlı yakılırdı.” ))

– Leks Karolina mı? Efendim, Leks Karolina demek, Karolina’nın koyduğu yasa demektir. Karolina da mı kim? Mathilde Karolina denir bir karıdır ki, hem İngiltere Kralı Üçüncü Corç’un kız kardeşi, hem Danimarka kralının karısı olup, kocası olan koskoca Danimarka kralını delirtip kraliçe olmuşsa da, ülkenin tüm yönetimini dostu olan herifin eline verdiğinden bir şatoya, şimdi bizim burda olduğumuz gibi kapatılmış, pek soylu bir karı olduğundan, bir İngiliz gemisiyle İngiltere’ye kaçırılmıştır. İşte bu denli temiz ahlak sahibi olan bu soylu kadın, ahlaksızlığa hiç dayanamadığından, cinsel sapıklık için yasa çıkarmış ki, hem o sapık insan, hem de suç ortağı olan hayvan diri diri yakılsın. Şimdi kaldığımız yerden okuyalım.

Okudu: “Bu konuda bilinen en son olay, 1750 yılında Vanvres’te bir dişi eşekle fi’l-i livata yaptığı için ”

Demin, sözünün sonunu yutan adam,

– Demek, İngiltere’de bile eşekleri ş’apıyorlarmış diye Gözlüklü Beyfendi’nin sözünü kesince başka biri de,

– Şimdi neden İngiltere’nin endüstriye geçmek zorunda kaldığı anlaşılıyor, demek eşekleri yaka yaka tüketip hayvancağızın türünü kuruttuklarından, eşeğin yapacağı işi makineye yaptırtmak zorunda kalmışlar dedi.

Biri de fi’l-i livata”nin ne demek olduğunu sordu.

Gözlüklü Beyfendi, livata’nın Lûtilik, yani Lût kavminde çok görülen, erkeğin erkekle cinsel ilişkide bulunması demek olduğunu uzun uzun açıkladıktan ve kendisini hayranlıkla

dinlettikten sonra elindeki kitaptan yeniden okumaya başladı: “En son olarak 1750 yılında Vanvres’te bir dişi eşekle fi’l-i livata yaptığı için Jak Feron adlı bir adam yakıldı.”

Dinleyenlerden biri, “Yahu, adam adını tarihe geçirtmiş ” dediyse de, Gözlüklü Beyfendi kesmeden okumasını sürdürdü:

Jak Feron’un suç ortağı olan dişi eşeğin de yakılması gerekiyordu yasaya göre. Ama bölgenin çok hümanist olan papazı, dişi eşeği baştan çıkaran Jak Feron’un yakılmasına sesini çıkarmadıysa da eşeğin yakılmasının insanlığa aykırı olduğunu ileri sürdü. Çok insansever ve insanlıksever olan o bölgenin eşrafı da, hümanist papazın düşüncesine katıldılar. Papazla eşrafın mahkemedeki tanıklıklarıyla ‘Fi’l-i livata kurbani olan dişi eşeğin şiddet ve zor altında kalarak suç ortaklığı ettiği, hiçbir zaman özgürce ve kendi istemiyle suça katılmadığı’ gerekçeli kararıyla beraat ettirilen eşek, yakılmaktan kurtuldu.”

Bunun üzerine, kitaptan bu bilgiyi edinenler, cezaevindeki sapıkların, zor altında mı, yoksa gönüllü olarak kendi istemleriyle mi sapıklık ettikleri üzerinde bisüre tartıştılar. Çoğunluk, gönüllü sapıkların yakılarak bu ahlaksızların köklerinin kazınması için, ortadan kaldırılmasından yanaydı. Ama onlar da bu konuda insansever olduklarından eşeklere aciyorlardı; belki köy kökenli olduklarından, gençlik anılarını ansıyarak eşeklere acımak insanlığını gösteriyorlardı.

Ağızlarını açmış ayran budalası gibi, Gözlüklü Beyfendi’yi merakla dinleyenlerden biri bu eşcinsellerin kimi ülkelerde resmen nikâhlanarak birbirleriyle evlendiklerini bizim gazetelerde okumuştu. Bu gerçek miydi?

Evet, gerçekti. Gözlüklü Beyfendi şöyle anlatıyordu:

– Pekçok ülkede eşcinseller, eşcinsellik için özgürlük istemektedirler. Kendilerine yasal ve toplumsal baskı yapıldığını iddia ediyorlar. Haklarını elde edebilmek için örgütler kuruyorlar. Bunun sonucunda, kimi yerlerde eşcinseller arası devlet nikâhı kabul edilmiştir. Örneğin, Allan Ginsberg adli Amerikalı Yahudi olan bir şair “Howl” adlı eşcinselliği ve eşcinselleri savunan bir şiir yazdığı için mahkemeye bile verilmişse de, adalet yerini bulmuş, şair beraat etmiştir.

Bak Hayri arkadaş, bu cezaevinde biçok hükümlü var. Onlar işledikleri suç eylemini seçerek mi, isteyerek mi işlediler? İnsan, insana yaptığı yanlışı bir daha yapmamaya çalışır. Yanlışından dönen insan, gerçek insandır. Bize gelince, biz bu Siyasi Koğuşta yedi arkadaşız. Biz bu cezaevine sokulmamızı gerektiren her ne yaptıksa, seçerek yaptık Yapmayabilirdik, ama yapmayı istedik Bu bir yoldur. O yolun doğruluğuna inanıyoruz çünkü Kendi adıma konuşuyorum, yolumun yanlışlığını anlarsam, değişirim.
“Altın pas tutmaz, platin pas tutmaz denir, doğrudur. Altınla platin pas tutmaz ama pisliğe düşende pislenir bunlar. Tek paslanıp pislenmeyen insanın özüdür,”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ağlıyordu, şimdiye dek hiç ağlamadığı gibi ağlıyordu. Yirmibir yaşında cezaevine sokmuşlardı, şimdi yirmibeş yaşındaydı. O güne dek hiçkimse ona arkadaş dememişti. Ona ilk Hayri Arkadaş diyen Ragıp Usta’ydı.
dilenci türleri eski dönemlere göre çok daha zengindi. Şarkı söyleyen, dua okuyan, dua gibi şarkı söyleyen, şarkı gibi dua okuyan, ayet okur gibi dilenen, gerçek dilenci olan
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Sultanahmet Alanı da asılma töreni için küçük kalıyordu. Sık sık insan asılsaydı, boğa güreşi alanları ya da futbol maçı alanları gibi özel asılma alanlarının yapılması ve bu ibret dersini halkın bedava değil bilet karşılığı, parayla alması -hangi ders bedavaya alınıyordu ki- düşünülebilirdi ama yılda ancak biriki idam için, geliri giderini karşılamayacağından böyle büyük yatırımlara girişmek, “rantabl” ve “ekonomik” olmazdı.
Ancak ipi eline alınca, çamaşır ipinden az daha kalınca ve ancak bir keçi bağlamaya yeter uzunlukta olduğunu görüp, “Bre godoş namertler, hadi zeytinyağını iç ettiniz, ulan asılacak adamın ip hakkı da yenir mi!” diye içinden geçirip ne yapacağını bilemedi.
İp ordaydı ama zeytinyağı ortalarda yoktu Hani bu bir iyilik, bir yardım da değildi ki, “Yarın adam asacağız, ne olur biraz zeytinyağınız varsa verin!” diye birisinden istensin.
Koskoca memlekette bitek cellat Yani parasıyla bile adam asmak isteyen yoktu. Bir de işsizlikten yakınırlar. Çalışmak isteyene iş çok beyim, yeter ki iste sen!
Görevimiz bir insanı yasalara uyarak öldürmek bile olsa, bunu elimizden geldiğince acı çektirmeden ya da az acı çektirerek, çok insancıl biçimde yerine getirmeliydik; öyle ki cezasını çekip asılan bile -asıldıktan sonra konuşabilse- kendisini uygarca ve insanca asanlara, “Allah sizden razı olsun! Sağolunuz! Hiç canımı yakmadınız, beni ne iyi astınız!” demeliydi.
Mary Lou, kendisini karşılarken neden gülümsediğini soran gazeteciye şöyle dedi: “Gözyaşlarımı tutabilmek için ”
İte dalanmaktansa çalıyı dolanmalı
Niçin bu yeryüzünde istemediği şeyleri yapmak zorunda kalmış, niçin yapmak istediklerini yapamamıştı? Ustam bunları, en kalın çizgili sözlerle, en yalın biçimiyle anlatmıştı. “Biz insanlar,” demişti, “hepimiz, her hücremizden görünmez milyarlarca iplikle topluma bağlıyız, toplumun her katına bağlıyız,” demişti, “bizi o iplerin yönettiğini bilmediğimizden, özgürüz, bağımsızız sanırız kendimizi,” demişti.
1882’de Rusya’da idam cezasına çarptırılan nihilistlerin affı için, Rus çarına gönderdiği mektupta Viktor Hugo şöyle yazıyordu: “Rasgele bir ses hem hiçkimsedir hem herkestir. Adı bilinmeyen büyük kalabalıktır. Bu sesi dinleyiniz. ‘Af!’ diyecektir ”
Berber Hayri hüngür hüngür ağlamaya başladı, hem ağlıyor hem de meydan okuyordu:
– Ulan Bir zamanlar Evet Zorla hem de Zor altında Şimdi gelin: Kim o, hanginiz yürekli?
Başından geçenleri ağlayarak anlatıyor, itiraf ediyor topuna postasını koymuş, meydan okuyordu.
— Ben de değiştim, değişiyorum da Dört yıl önce çok ağır suç işlemiştim, suçluydum. Ama dört yılda o denli çok değiştim ki, başka bir Hayri oldum, başka insan oldum. O suçu işleyen insan ben değilim artık. Siz, suçlu diye bambaşka bir insan, bambaşka bir Hayri’yi asıyorsunuz, tam bambaşka bir insan olduğum zaman deyince onları bir suskunluk aldı.
Şimdi görsünler, analar ne yiğitler doğururmuş Kepenek altında ne yiğitler bulunur, belli olmaz aslanım
– Mevlana, ünlü eseri Mesnevi’de bir kadının, erkek eşekle olan cinsel iliskisini anlatmıştır deyince oradakiler merakla,
– Nasıl? Aman nasıl? diye üsteleyerek sordular:
– Sen hiç eşeğin aletinin hızından şehit olmuş insan gördün mü? İşte böyle yazar Mesnevi’de.
Akşam saatleri olmasa, hapislik o denli zor sayılmazdı. Bu akşam saatlerinde hükümlülerin durup dururken gözleri buğulanır, bir acı saplanır bilinmez yerlerine, en dayanıklıları bile çocuklaşır, içlenirler. En çok yalnız kalmak, içini dökmek, türkü çağırmak ya da şiir yazmak isteği işte bu saatlerde gelir tutuklulara. Hele o içini dökme isteği
Acı ve acımasız yaşamları onları katı birer gerçekçi yapmıştı.
Dinleyenlerden biri gülmeye başlayınca öbürleri neden güldüğünü sordular. O da, kasabalarındayken amcasının yengesini her gün üç posta sopaladığını, engel olmak isteyenlere Benim nikâhlı karımdır, ister döverim, ister severim, ister asarım, ister keserim, size bok yemek düşer! diye bağırdığını anımsadığını söyledi. Devlet de, yurttaş benim yurttaşım, ister asarım, ister keserim, .size bok yemek düşer diyor ötekilere
Berber Hayri, Kürt Kâmil’in zulacısı oldu olalı, iyice rezilliği ele almıştı. Erkekliği elinden alınıp yittikçe, daha bir erkek görünmeye özenir olmuştu.
Beş yaşındaki kız çocuğunu, parmağıyla kızlığını bozduktan sonra boğan yaşlı hükümlü,
— Böyle namussuzları bir kere değil, on kere asacaksın, dedikten sonra birden kendi suçunu anımsayıp,
— Hiç olmazsa ben yaptımsa, benimki kız çocuğuydu be! Altı yaşında oğlan çocuğuna da bu yapılır mı? diye bağırdı.
Kötü alışkanlıktan ne oranda başkalarına yayılırsa, sanki kendilerine düşen utanma payı da o oranda azalacakmış gibi gelirdi onlara.
Berber Hayri ne canavar ne de kahramandır. Aziz Nesin’e göre doğuştan ne kahraman ne canavar adam vardır, varolan sadece insan ve koşullardır.

Aziz Nesin’in eskiden beri eğildiği sorunlar, çözümü güç sorunlardır. Bu romanda bu sorunların en gücünü seçmiş Aziz Nesin; yani normal bir insanın vicdanının kabul edemeyeceği bir suçu işlemiş bir adamın içinde gene de insan yönü bulmak: Hayri bir çocuğu öldürmekten idama mahkûm olmuş. Yazar burada bütün sanatını ve insanın psikolojik yapısını anlama yeteneğini kullanarak, bir insanın hiçbir hareketinin –hatta insanlık dışı hareketinin bile– tek anlamlı olamayacağını ve birçok koşula bağlı olduğunu gösteriyor.

Neden yapıyor Aziz Nesin bunu? Suçluyu haklı göstermek için mi? Hayır, bir adamın hangi koşullarda suça itildiğini anlamak için.

Hayri cezaevindeki zindanın idrar ve kanla katılaşmış toprağının üstünde yatarken, bütün yaşamı boyunca istemediği şeyleri yaptığını düşünür. Yaşlı annesi için korkan Hayri, kendisine bu zaafından yararlanmaya çalışarak tecavüz eden adamdan öç almak isterken bir çocuk öldürür. Adam öldürmekten ve tecavüzden ötürü cezaevine düşen Hayri, burada kendisi tecavüze uğrayan kişi olur ve bir fahişe gibi kucaktan kucağa gezer. Bu iğrenç durumdan kurtulmak için intihar etmeye kalkarsa da başaramaz. Sırf erkekliğini kanıtlamak için sübyan koğuşundaki genç çocuklara musallar olur. Kan görmeye dayanamadığı halde azılı Kâmil’i öldürmeyi tasarlar fakat başka bir adamı yaralar. Bu kanlı kavgadan sonra bütün tutukluların önünde kendini tutamayarak ağlamaya başlar. Zindana kapatıldıktan sonra yalnızlık ve karanlık içinde ağlamak ister fakat ağlayamaz. Neydi bu başına gelenler? Niçin isteğince yaşayamıyordu? Bu soru aklına takıldıktan sonra bir türlü rahat edemez Hayri. Keşke bütün başına gelenleri anlatabileceği, güvenilecek birisini bulabilse Öyle birisi ki Hayri’nin içinden çıkamadığı şeyleri ona açıklasın.

Aziz Nesin, Surname’yle mizahla ilgisi bulunmayan pek az yapıtlarından birini vermiş oluyor. Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan’ı ile Linç’in anmadan edemedik. Eğer bu iki kitap yazılmamış olsaydı, Surname zon yazılırdı. Yazılsa bile havada kalabilirdi. Aziz Nesin, o iki romanın mapusane gerçeğini bütün anlamıyla yansıtmadığını görerek, eksik yanlarını Surname’de vermeyi düşündü. Doğanın gösterdiği yönden, o çizgiden dışarı düşen kösnül şeytan, güzelim kokularla süslü geometrik tarhlarını darmadağın eder.

Mapusanelerde uzun boylu yatmış olanlar, mapusane insanının salt kösnül iblisin kızgın türküleriyle dopdolu olduğunu yakından bilirler. Demirlerin, yüksek duvarların dışında kalmış güzel fırsatların, özgürlüklerin her kırıntısı, her damlası öç duygularıyla karışmış, birleşmiş bir kompleks bombasıdır. Cinsel doyunma isteği kurbanların gözlerini karartır. Yazarımızın hikâyesinden dışarı taştık, ona gelelim: Pederasti denen erkeğin erkeğe karşı duyduğu sapık duygu, yolunu şaşırmış bu korkunç hayvan, yolunun üzerinde Berber Hayri diye bir zavallı gence denk gelmiş (rastlamış), delikanlı onun bıçağının hışmı altında eğilmek zorunda kalmış. Bu kez o da ünlü Drakula’nın vampirce ısırmasında olduğu gibi, özdeş ısırma, kan emme hevesini edinerek daha çok öç almak tutkusuyla pederastin altı yaşındaki oğlunu kirletmiş, sonra da öldürmüş. Berber Hayri gerçeği, böylece bir toplumsal ateşten suç yumağı haline gelmiştir. Türkçesi, vaktiyle mapusanede ırzına geçilmiş bir mapusane kuşu olan, şimdi serbest dolaşan eski sabıkalı, namuslu bir genç olan berberi su doğru iteleyerek yepyeni bir kötülükler, cinayetler çığırı açmıştır. Berber Hayri’nin cinayetten mapusaneye düşmesiyle yeni bir gelişme gösteren mapusane gerçeği, serüven; insancılı yerden yere çarparak çirkefler, çamurlar içinde sürükleyerek sürüp gitmiştir. Aziz Nesin, arasıra romanda kendi ihtisası olan mizaha yelteniyorsa da, konu çok ağır bastığından bunda dikiş tutturamayarak yine ağırbaşlı edebiyata dönmek zorunda kalıyor. Yazarımız, bu romandaki birçok sayfada konuya büyük yazar olarak kalem çalmıştır. Aziz Nesin, kendisi de yaşamını uzun zaman mapusane kuşlarından biri olarak süslediğinden mapusane gerçeğini anlatırken konuya büsbütün egemen olmasını bilmiştir.

23 Aralık 1976, Cumhuriyet

Talat Sait HALMAN

Darağacı mizahı, Türkiye’de sağlık ve esenlik içersinde gelişmekte. Ünü büyük yergici Aziz Nesin, Anglo-amerikan edebî çevrelerinde gerçek gücü oranında tanınmayan, buna karşın Avrupa çevrelerinde ve Orta Doğu’da olağanüstü bir üne sahip olan bu yazar, son büyük yapıtında halka açık bir idamın, kişisel zayıflıklara ve toplumsal haksızlıklara yöneltilebilecek geçerli bir yergi biçimi olduğunu kanıtlıyor.

Aziz Nesin (D.T. 1915) daha bir araya toplanamamış yüzlerce öyküsü, araştırma yazıları, incelemeleri, şiirleri bir yana bırakılırsa, yaşamının her yılı için bir kitap veren, yorulmak bilmez, verimli bir yazardır. Surnâme ise yazdıklarının en iyilerinden biri. Acı mizahın bu usta işi yapıtı, oğlanci Berber Hayri’nin bir çocuğa tecavüz etmesi sonucu asılmaya gidişini anlatır. Hayri’nin Sultanahmet Alanı’nda (Istanbul’da) asılma olayı, bir şenlik niteliği kazanacaktır. Kitabın adı da bilinçli olarak inceden inceye bir alay taşımaktadır; surnâme, Osmanlı döneminde, halk şenliklerini anlatan bir dizi minyatüre ya da şiirle anlatıma verilen addır.

Nesin, taklit edilemez üslubuyla, ikiyüzlülük, yalan dolan, kendini beğenmişlik ve aldatmacayla alay etmektedir. Bütün bunları açığa vururken yaptığı suçlamalar öylesine etkili olmaktadır ki cinsel sapık, yaptığı sapıklıklar içerisinde, yalnızca savcı, yargıç ve cellattan daha insafsız görünmekle kalmayıp, öylesine ciddi bir olayda, canavarları bile utanca düşürecek duygularla cümbüş yapan seyircilerden bile daha masum kalmaktadır.

Surname, bırakın kahramanlığı, dürüstlük imâsında bile bulunmuyor. Haksızlıklara, adaletsizliğe karşı suç işleyen haksızlık ve adaletsizlik alegorisi, saçmanın üstün biçimde sahnelenmesidir. Böylesine ciddi bir öykü, kolaylıkla gözyaşları içersinde bir melodrama ya da edebî sadizm içersinde budalaca bir denemeye dönüşebilirdi. Oysa bir mizah sihirbazı olan Nesin, kelimelerinde ve anlattığı sahnelerde de bir büyücü ustalığına sahip. En dehşetli, korkunç bölümler bile onun elinde onaylanan gülümsemelere, kişinin kendi kendini tanımasına, insanoğlunun evrensel kusurlarını stoik bir biçimde kabullenmesine dönüşüyor. Surnâme’deki birçok bölüm, doğrudan Krafft-Ebing’den çıkmış olabilir. Ancak Nesin’in ustalığı, klinik bir vaka hikâyesi olan olayı okurken can sıkıntısına düşmekten her zaman kişiyi kurtarıyor. Kitabın sonunda, komedinin neden olması beklenen o klasik boşalım yoksa da mizah bir kurtarıcı oluyor, bütünüyle çirkin dünyayı kurtarabilecek tek güzel kurtarıcı.

Son bir avuntu da, yazarın da büyük bir açıklıkla belirttiği gibi, öylesine acayip biçime soktuğu asılma olayı, gerçekte Türk tarihinde son oluyor. Tek önemli yanı, Nesin’e kara mizahın mükemmel bir örneğini yaratmasında etken oluşudur.

Ekim 1976 (İngilizceden çevrilmiştir)

Atilla ÖZKIRIMLI

Bir edebiyat sözlüğünde surnâme şöyle tanımlanıyor: Surnâme yahut Sûriyye: Düğün, ziyafet, şenlik gibi şeyleri tasvir için yazılan manzum ve mensur yazılardır. (Edebiyat Lügati, Tahir-ül Mevlevi). Aziz Nesin de Surname’sini şöyle tanıtıyor: İşbu Surnâme, Berber Hayri adlı bir ırz ve namus düşmanının Sultanahmet alanındaki asılma şenliğini betimleyip anlatır. Görüldüğü gibi özde önemli bir ayrım var, aradaki benzerlik biçimsel. Gerçekten Aziz Nesin gerek kuruluş gerekse anlatım olarak, eski surnâmelerden ustaca yararlanmış.

Kuruluş olarak, dedim Surnâme’nin bölümlenişi, eski yapıtların tıpatıp aynı. Önce bir Öndeyiş , sonra kitabın yazılışının nedeninin açıklandığı bir Giriş , daha sonra ise, Bu bölüm falanı filanı bildirir kalıbının korunduğu bölüm başlıkları, ardından kitabın bitiriliş tarihini bildiren Sondeyiş . Anlatım olarak da, konuşmaların en aza indirilerek betimlemelerin, olayların aktarılması. Bu yönüyle bir ustanın, geçmişteki kültürü çağdaş bir yorumla değerlendirişinin somut örneği Surnâme.

Bu son kitabında, Berber Hayri’nin, işlediği suçtan başlayarak hapisanedeki yaşamını, hazırlıklarıyla üç gün süren asılma şenliğini ayrıntılarıyla anlatıyor Aziz Nesin. Hayri’yle birlikte hapishanedeki öteki hükümlüleri, hapishane koşullarını, asılma dolayısıyla adalet bürokrasisinin işleyişini de betimliyor. Bir kara mizah örneği Surname. Înce bir yergi, zekice bir taşlama, buruk bir gülümseme. En önemli yanı da kitabın başındaki Hayri’yle asılan Hayri’nin bambaşka bir insan olması, bir değişimin ustaca verilmesi.

17 Temmuz 1976, Cumhuriyet

Berber Hayri’nin darağacında sallanan cesedini uzun uzun, bidaha bidaha seyredenler, alacakları denli ibret dersini alıp içlerinden, Oh, aramızdan bir ırz ve namus düşmanı daha eksildi, hele biz kurtulduk! sevinciyle yavaş yavaş dağılıyor, şenlik alanından ayrılıyorlardı.

Asılma alanındaki şenlik altı saat sürdü. Ondan sonra Berber Hayri’nin cesedi belediyenin cenaze arabasıyla mezarlığa götürüldü.

Hayri’nin bağışta bulunacak, sadaka dağıtacak, para verecek kimsesi olmadığından, her ölünün gömülüşünde mezar başına kurt sinekleri gibi doluşan duacılar, dilenciler, hafızlar, hocalardan hiçbiri Berber Hayri’nin cesedi gömülürken yoktu.

– Ben de değiştim, değişiyorum da Dört yıl önce çok ağır suç işlemiştim, suçluydum. Ama dört yılda o denli çok değiştim ki, başka bir Hayri oldum, başka insan oldum. O suçu işleyen insan ben değilim artık. Siz, suçlu diye bambaşka bir insanı, bambaşka bir Hayri’yi asıyorsunuz, tam bambaşka bir insan olduğum zaman deyince onları bir suskunluk aldı.
Cumhuriyet savcısı, İmam Efendi’ye, Buyrunuz Hoca Efendi! deyince, İmam Efendi töreye uygun olarak Berber Hayri’ye son sözünün ne olduğunu sordu. Berber Hayri, Söylesem neye yarar, anlamazsınız ki deyince, günlerdenberi bu asma işlemlerinin yorgunluğundan sinirleri bozulmuş olan savcı, boynuna ip geçmiş adamın bu küstahlığı karşısında, belki de merakla, belli belirsiz alaycı bir sesle, Söyle bakalım, belki anlarız. dedi.

Berber Hayri, Benim inandığıma siz inanmazsınız, sizin inandığınıza da ben inanmıyorum, dedi.

Şaşılacak şey, Berber Hayri’nin ağzından her hecenin tek tek ve tok çıkışıydı.

Cumhuriyet savcısı bikaç saniye sonra asılacak biriyle darağacının altında tartışmanın doğru olmayacağını, hele kendi resmî mevkiine hiç yakışmayacağını düşünerek susmayı yeğlediyse de, bu kez yargıç, asılacak olana son sözünü söyletmenin gerekli olduğu düşüncesiyle,

– Neymiş senin inandığın, söyle? dedi sesini yumuşatarak.

Berber Hayri,

– Sonsuz değişime inanıyorum ben, dedi. Herşey, ama herşey durmadan değişiyor.

Bu sözün bilinmedik biyanı olmadığı için kurul üyeleri önemsemediler ilkin, ama sonra Berber Hayri,

– Ben de değiştim, değişiyorum da Dört yıl önce çok ağır suç işlemiştim, suçluydum. Ama dört yılda o denli çok değiştim ki, başka bir Hayri oldum, başka insan oldum. O suçu işleyen insan ben değilim artık. Siz, suçlu diye bambaşka bir insanı, bambaşka bir Hayri’yi asıyorsunuz, tam bambaşka bir insan olduğum zaman deyince onları bir suskunluk aldı.

Cumhuriyet savcısı, yazacağı kitaba bir de bu görüşü ekleyecekti. Evet, o, bireyin erinci ve toplumun düzeni için ölüm cezasının gereğine inansa da hertürlü düşüncenin özgürce tartışılmasından yanaydı; bu da bir düşünceydi, tartışılabilirdi.

İmam Efendi, Berber Hayri’ye,

Allah günahlarını affetsin! dedi.

Berber Hayri teşekkür anlamında,

– Sizlerin de dedi.

İnsan koskocaman bir canlı çöplüktür ki, insan denilen bu çöplüğün herhangibir çöplükten ayrımı, en pis en iğrenç olanının içinde bile, ama içinin ta bilinmeyen biyerinde, dünyalar değerinde, değer biçilmez değerde bir cevherin, insanlık cevheri olan cevherin bulunmasıdır. Kimi mutlu insanların bu cevheri dışta kaldığından yada kolayca dışa vurduğundan yada olanakları bulunduğu için aranıp dışa çıkarıldığından, onlar pırıl pırıl parlar; ama kimilerinin cevheri öyle derinde, derinin de derininde bir yerdedir ki, kimse de çıkarılmasına yardım etmediğinden, onlar da cevherleri hiç ışımadan, hiç parlamadan, cevherleriyle birlikte ölürler.

İnsansa, insanlık cevheri olmayanı olmaz. Kendiliğinden yada yardımla, nasıl olursa olsun cevheri ışıyanların insanlık görevi, cevheri dipte kalmış öbür canlı çöplükleri de hiç usanmadan eşeleyerek, o insanların derinlerinde biyerlerinde gizli kalmış cevherlerini dışa çıkartıp parlatarak dünyanın karanlığını o cevherin nur yalazlarında boğup, yakıp, yok ederek, yeniden yepyeni, aydınlık bir dünya yaratmaktır.

Hayri arkadaş, buraya dek söylediklerimi sana söyleyecek çok bulunur. Çünkü işin asıl zoru bu değildir. Bundan da önemli insanlık görevimiz, yüzyıllardır denenmiş ama sonuç alınamamış olan tek tek insanların cevherini aramanın tek insanı kurtarmak, daha doğrusu kurtardığını sanmak olsa bile, bunun insanları, bütün insanlığı kurtarmak olmadığını, herkes kurtulmadıkça hiçkimsenin kurtulamayacağını artık anlayarak, her insan cevherinin ışıyacağı koşulda ortamı yaratmaktır.

Hayri arkadaş, salt insan cevheridir ki her insanda ayrı, bam başka, değişik bir cevherdir; o cevher ne altın, ne platin, ne elmas gibi heryerde aynıdır.

Hayri, kapalıda Ragıp Usta’nın sesini duyar gibi olmamış, duymuştu, duyduğunu sanmıştı. Ağlıyordu, şimdiye dek hiç ağlamadığı gibi ağlıyordu. Yirmibir yaşında cezaevine sokmuşlardı, şimdi yirmibeş yaşındaydı. O güne dek hiçkimse ona arkadaş dememişti. Ona ilk Hayri arkadaş diyen Ragıp Usta’ydı. O Siyasi Koğuş’takiler birbirlerine de arkadaş diyorlardı. Hayri ağlıyordu. Hayri ağlıyordu ve Ragıp Usta konuşuyordu:

Bana hep sorarsın Hayri arkadaş, suçun ne senin, diye, seni neden buraya attılar, diye Suçum işte bunlar, sana anlattıklarım Hayri arkadaş

Bir oğlan çocuğu elindeki büyücek bir kafes içindeki saka kuşlarından herbirini, kim bir lira verirse onun adına havaya uçurup böylece parayı vereni sevaba sokuyordu. Duhuliye si bir liradan cennete girmek isteyenler tekliği bastırıp kafesten aldığı kuşu, Azat buzat, Tanrım, yarın ahirette beni gözet! diyerek, saka kuşunun aracılığıyla cennetteki yerini güvenceye aldıktan sonra kuşu havaya fırlatıyordu. Bu şenlik alanında sevap işlemekten ucuza hiçbişey yoktu; bir sevap bir şişe sudan bile ucuzdu. Oğlan çocuğunun kafesindeki kuşlar daha bitmeden, küçük kardeşi babalarının ökseyle yakaladığı saka kuşlarını bir başka kafes içinde koşturarak ağabeyisine yetiştiriyordu.
Açık, yıldızlı, serin, esintili bir geceydi. Bir güzel kadının tül başörtüsünün uçları yüzünü bir örtüp bir açar gibi, bulutlar dolunayı bir kapayıp bir açıyorlardı. Berber Hayri, gece mi gündüz mü olduğunu bilmeden, çürümüş saman ve sidik kokulu karanlık kapalıda, yarı uyanık yarı uykuda düşler kuruyor, doğup büyüdüğü Istanbul’u, mahallesini, arkadaşlarını, anılarını, yaşantısını düşlüyordu. Gecenin o saatinde hâlâ kocasının yolunu gözleyen kimbilir ne çok kadın vardı. Aşk mektubu yazanlar da vardı. Evli olmadığı erkekten gebe kalmakta olan kızlar Yataklarında sevişenler Bir erkek öğrenci düşündü Berber Hayri, yatağında seksoloji kitabı okumaktaydı. Bir kız, bekâret kanının dökülmesinden mutluluk duymaktaydı. Büyük caddeleri renk renk ışığa boyayan reklam ışıkları yanıyordu şimdi. Dört yıldır görmemişti o reklam ışıklarını; özleyecek başka bişeyi olmadığından mı reklam ışıklarını özlemişti yoksa? Doğum sancıları çeken kadınlar, doğuranlar Aşk pazarlıkları yapılıyordur kösnül kösnül kokan ara sokaklarda. Gece vardiyası işçileri ter döküyorlardı. Madenlerin üçüncü vardiya işçileri de, kendisi gibi gece mi gündüz mü olduğunu bilmezler. Ölüm eşiğinde hâlâ umutlular, kanser ağrısıyla kıvrananlar Berber Hayri gecenin o zamanında insanın sayılamaz durumlarını ayrıntılarıyla düşlüyordu. Meyhanede içenler Cinayet tasarlayanlar Kitap okuyanlar Evet, daha altı ay önce emekliye ayrılmış bir memur okuduğu Victor Hugo’nun anılarından önemli bulduğu şu satırların altını tükenmez kalemiyle çiziyordu.
Savcı evinde eşi ve çocuklarıyla akşam yemeğini yemiş, erkenden yatmak üzere, uykusu çabuk gelsin diye ne olduğuna bile bakmadığı bir kitabı alıp hiçbişey anlamadan iki-üç satır ancak okumuştu ki gözkapakları ağırlaşmaya başladı. Eşiyle çocuklarına, ertesi günkü asılma töreni için, darağacını iyi görebilen özel yer ayrılmıştı. Savcının çocukları ertesi günkü asılmayı görüp yalnız ibret dersi almakla kalmayacaklar, babalarının bir insanı astırabilecek büyük gücünü de göreceklerdi.
Yasama, yürütme, yargılama kuvvetlerinden sonra dördüncü kuvvet denilen, kimilerine göreyse üçbuçukuncu kuvvet olan basın ve özellikle basının günlük gazete bölümü, Berber Hayri’nin darağacına çekileceği konusunda üzerine düşen bütün görevi yapıyordu. Berber Hayri’nin hangi gün hangi saatte asılacağını gazeteler halka duyurmuştu. İki gündenberi de canavar ruhlu Berber Hayri’nin işlediği cinayet yeniden ve baştan sona gazetelerde yayımlanmaktaydı. Olay nasıl olmuştu, duruşmalar nasıl yürütülmüştü, Berber Hayri duruşmaları sırasında olayı nasıl anlatmıştı; bütün bunlar ayrıntılarıyla yeniden yazılıyordu. Berber kimi yurttaşlar, Hayri’nin o sırada çekilmiş resimleri de yeniden yayınlanıyordu. Bu sürekli ve kışkırtıcı yayınlar karşısında coşan şeriat yasasının uygulanmasını, yani kısasa kisas, kana kan, cana can hesabıyla, Berber Hayri canavarının kurbanına yaptığının aynen kendisine yapılarak, sonra da boğulmasını istiyordu. Gazetelerde yazılanları okuyup coşkulananlardan, Bıraksınlar ben ellerimle boğayım! diyenler, İpini ben çekeyim! diye cellatlığa gönüllü olanlar çoktu.

Berber Hayri’ye ilişkin gazete yazıları salt bu türlü duygu sömürücü ve kışkırtıcı olanlar değildi. Bunların dışında gazetelerde bu konuya ilişkin bilimsel yazılar, incelemeler de yayımlanıyordu; up, hukuk, sosyoloji profesörleri, uzmanları, kriminoloji bilimcileri halkı aydınlatıcı ve uyarıcı yazılar yazıyorlardı. Fiil-i livâtanın mevzuatımızda cezai müeyyideleri , Cinsel sapıklığın ruhsal nedenleri , Tarihte ünlü cinsel sapıklar , Aynı cins arasında evlilik kurumu , Eşcinseller arası evlilik hukuku gibi başlıklarla yayımlanan yazılar yoluyla üçbuçukuncu kuvvet, okurlarının kültürünü artırarak görevini yerine getiriyordu.

Istanbul’da Berber Hayri’nin asılışını seyretmek için halkta, görülmedik aşırılıkta istek vardı. Yalnız Istanbullular ve Istanbul’da oturanlar değil, uzak yerlerde yaşayanlar da bu ırz ve namus düşmanının darağacında sallandırılışını görebilmek için can atıyorlardı. Istanbul’un Yalova, Kartal, Çatalca, Adalar, Şile gibi uzak ilçelerinden pekçok kişi asılma töreninde bulunmak için Istanbul içine akın etmişlerdi. Buyüzden Istanbul’un turistik lüks otelleri dışında kalan otelleri dolup taşıyordu. Otellerde yer bulamayanlar yada bu eşsiz seyri para harcamadan görmek isteyenler Istanbul’daki akrabalarının, arkadaşlarının, tanıdıklarının evlerinde bir gecelik konuk kalabilmenin umarını arıyorlardı. Taşrada oturanlar da herzaman bulunmaz bu fırsattan yararlanıp ibret dersi alabilmek için Istanbul’da yaşayan akrabalarına, dostlarına mektuplar yazarak, telgraflar çekerek, telefonlar ederek, kendilerine otelde yer ayırtmalarını, olamazsa, bir gecelik konuk kalacak yer sağlamalarını rica ediyorlardı. Bunlara cevap genellikle şöyle yada şuna benzer sözler oluyordu: Ah Vallahi Önceden haberimiz olsaydı Bize o gece için dört tanıdık gece yatısına gelecek. Yoksa ne olacak yani Başımızın üstünde yeriniz var. Üstelik kaynanamla eniştemler de geliyor. Çok üzgünüm. Kirk yılda bir Hay Allah! Bizim ev zaten iki oda, bir sofa Salon salamance deniyor ama biz bile zor sığışıyoruz.

Evlerde, kahvelerde, işyerlerinde, özellikle devlet dairelerinde, taşıtlarda, sokaklarda, heryerde o günlerde konuşulan tek konu, Berber Hayri denilen ırz ve namus düşmanının altı yaşında bir oğlan çocuğunun ırzına nasıl geçtiği, sonra da çocuğu nasıl boğduğuydu. Kendilerinden gizlenen şeyleri çok daha iyi anlamakta pek usta olan küçük çocuklar da yanlarında fısıl fısıl fısıldanarak anlatılan bütün bu ayrıntılı olaylardan kendileri için gerekli dersleri alıyorlardı.

Istanbul böyle bir olağanüstü töreni görebilmek için kaynıyor, halk kaynaşıyordu. Pekçok ama pekçok kişi, suçlunun darağacına çekilişini gözleriyle görerek görgü tanıklığı yoluyla ibret dersi almak isteğindeydi. Ayrıca sonradan bu asılma törenini başkalarına ballandıra ballandıra anlatma ayrıcalığını da elde edeceklerdi.

Yine okuduğu kitaplardan öğrendiğine göre, İngiltere’de yan kesicilerin ölüm cezasına çarptırıldıkları çağlarda, biçok hırsız, meslektaşları asılırken darağacının çevresinde sıkışan seyircilerin ceplerindekilerini boşaltıyordu; tıpkı bizdeki seçimlerde, coşkun konuşmacıları alkışlamak için ellerini havaya kaldıranların ceplerindekini yankesicilerin aşırmaları gibi Peki ama ya ibret dersi? Bunlar darağacında asılana bakıp hiç ibret dersi almayacaklar mı? Büyük bir tarihçi şöyle demiş: Tarihten alınan en büyük ders, insanların tarihten ders almadıklarının anlaşılmasıdır. Âkif de bu konuda şöyle demiş:

Geçmişten adam hisse kaparmış Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

İdam cezalarının infazı sırasında beklenmedik şiddet ve coşkunun doğurduğu olaylar patlak verebilir. İdamın yapıldığı alanda dövüşenler bile olur. Örneğin İngiltere’de 1807’de Holloway’le Haggerty’nin asılmalarını seyretmeye gelmiş olan 40 bin kişilik bir kalabalık birden öylesine bir çılgınlığa kapılmıştı ki, kavga gösterisi bittiğinde alanda yüze yakın ölü yatıyordu.

İşte bu ve bunun gibi olayları kitaptan okumuş olan savcı, bireyin erincini, devletin düzenini sağlamak için bir kişiyi asalım derken, asayişin çığırından çıkıp alanın ölülerle dolmaması için hertürlü önlemi alıyordu.

Savcı bu kanıdaydı ama bir adamın asılması işlemi başına ilk geldiği için de kaygılı, çekingen ve coşkuluydu. Elbet ikincisinde, üçüncüsünde alışacak, görevini daha kolay yapacaktı. Niçin, Cesaret de bekâret gibidir, bikez yırtılmaya görsün demişlerdir?
Bu ilanın üstünde gazeteye büyükçe konulmuş bir kadın resmi vardı. Güzel bir kadındı, bir adamla el sıkışıyordu. Resmin üstün de şu başlık: Katil kadının idam cezası zehirli iğneyle infaz edilecek. İlgisi arttı. Yazıyı, her sözcüğünü içercesine dikkatle okudu:

Daha insancıl olması için Amerika’nın Teksas eyaletinde idama mahkum olan suçluların ölüm infazları iğneyle yapılmaya başlandı. Suçluların elektrik sandalyesinde ve gaz odasında ölmelerinin insancıl olmadığı konusunda anlaşmaya varan yetkililer, ilk kez iğneyle idamı beş ölüm mahkûmu üzerinde altı ay önce denemişlerdi. İdam, mahkumun damarına zerk edilen Sodium Thiopental adlı zehirle yapılmaktadır. Ölüm odasına getirilen suçlu, odanın duvarına açılmış olan bir delikten elinin damarına verilen ilaçla uykuya geçerek rahat bir ölüme gitmektedir. Son kez bu yöntemle idam edileceği günü bekleyen kadın mahkûm Mary Lou Anderson, hücreye kapatıldıktan sonra ilk kez John Kuight adlı bir İngiliz gazetecisiyle görüştü. Mary Lou 34 yaşında.

Berber Hayri durdu, düşündü; Amerikalı kadın, kendisinden çok yaşamıştı. Sanki aralarında on yaş değil de yüz yaş varmış gibi geldi.

İki kez evlenip ayrılan genç kadının bir de erkek çocuğu var.

Hiç olmazsa bir oğlu var diye düşündü Hayri.

Mary Lou hapisaneye düştüğünden bu yana çocuğuyla görüşmedi. Nedenini soranlara da, Çocuğumu bu koşullar altında görmek istemiyorum, . dedi.

Berber Hayri de cezaevine düştüğündenberi annesiyle hiç görüşmemişti. Tıpkı o kadın gibi düşünmüştü. Bu koşullar altında annesini görmek istememişti. Annesi iki kez ziyaretine gelmiş, birinde mahkemede birinde de hastanede olduğunu söyleterek annesinin karşısına çıkmamıştı, çıkamamıştı. Berber dükkânını açmak için gerekli sermayeyi, anacığının altın bileziklerini, küpelerini satarak sağladığını düşündü. Bunları düşünürken, yattığı yerde bacaklarını karnına doğru çekip büzüldü, tıpkı ana karnındaki bir çocuk konumunu aldı, ağlamaya başladı. Bir zaman ağladı öylece

Yavrulardan biri uçunca, bağıranların sesleri sevinç çığlığına dönüşüyor, bu sevinç çığlığına bahçedeki bütün hükümlüler, tutuklular da katılıyordu. Sanki her uçan yavru serçeyle birlikte onlar da uçacaklarmış, özgürlüklerine kavuşacaklarmış gibiydiler. Hele cezaevi duvarlarının ötesine uçan bir yavru serçe, onların özlemini de birlikte alıp uçuracaktı özgürlüğe.
Cezaevinde sahte evrak düzenleyerek devleti izrar suçundan hükümlü olarak bulunan 192. doğumlu S .. B .. adındaki şahıs, kamışının kökünden kesilmesinden şikâyetçi olarak cezaevi revirine gelmiş ve yapılan muayenesinde penisin kökünden tam olarak ampüte olduğu görülmüştür. Yaralı, cezaevi revirine yatırılmış olup dikiş ve pansumanla kanı durdurulabilmiş ve sidik torbasına sonda sokulmuştur. Yaralı şahsın ifadesine göre, .. /.. / . tarihinde, saat 17 sıralarında, cezaevinde bulunduğu koğuşun helasında işerken, sübyan koğuşundaki suçlu çocuklardan 16 yaşında C. G. adında bir genç birden helaya dalıp ansızın kamışını tutarak, elindeki tıraş bıçağıyla kökünden kesip koparmıştı. Bu arada tıraş bıçağını çocuğun elinden almak isterken sol eli de yaralanmış ve şiddetli bir kanama olmuştur. Yaralının üroloji kliniğine yatırılmak üzere hastanesine sevk edildiği saygıyla bilginize sunulur. Dr. M. A.

Sonradan Gözlüklü Beyfendi ifadesini değiştirip, haksızlığa uğrayarak cezaevine atılmasından dolayı duyduğu moral yıkıntı ve geçirdiği bunalım sonucunda kamışını kendisinin dibinden kestiğini söylemiştir.

Hekimlere göre, dış genital organların, yani cinsel üreme organlarının dış bölümlerinin isteyerek kesilmesi kimi akıl hastalarında görüldüğü gibi, dinî ve mistik nedenlerle de bu türlü kendini yaralamalar olmaktadır. Kışla, cezaevi, uzun gemi yolculuğu gibi karşı cinsten birinin bulunmadığı yerlerde, zorunlu olarak uzun zaman doğal cinsel ilişkiden yoksun kalmanın sonucu olarak sapık ilişkide bulunanlardan, sonradan pişmanlık duyup ve günah işledikleri korkusuna kapılıp, işledikleri bu ağır günahın suçlusu olarak gördükleri cinsel organlarının dış bölümlerini keserek suçluluktan kurtulmaya çalışan ruh hastaları görülmüştür.

Gözlüklü Beyfendi’nin ilk ifadesinde kamışını kestiğini söylediği 16 yaşındaki çocuk ise, Gözlüklü Beyfendi’nin oğlancı olduğunu, para vaadederek kendisiyle uzun zamandanberi sapık cinsel ilişkide bulunduğunu, ama hak ettiği parasını vermediğini, hakkı yenildi diye kimseye de şikâyette bulunamadığını, bu durumda çok kızarak Gözlüklü Beyefendi’nin kamışını kestiğini söylemekteydi.

İfadelerin tutmazlığı karşısında 16 yaşındaki C. G. de Adli Tıp’ta muayeneye gönderilmiş ve çocuk için Adli Tıp’tan şu rapor verilmişti:

Istanbul C. Savcılığının . tarih ve . sayılı tezkeresiyle muayeneye gönderilen . oğlu .oğlu muayenesinde:

Çocuk çok uzun boylu, dar alınlı ve dişleri iyi gelişmemiştir. Boyu, yaşına göre çok erken uzamıştır. Eller ve ayaklar mordur. Çocuğun iyi beslenmediği bellidir. Anüsün muayenesi sonunda, büzgenin yarı gevşek olduğu görülmüştür. Biraz da içeri doğru çöküktür. Şerç etrafında Çocuğun uzun zamandanberi sayısız pederasti işlemine uğradığı ve böyle alışkanlığı olduğu kesindir.

Gözlüklü Beyfendi’nin başından geçen bu olay, cezaevini dol duran suçlularla sanıkları, hatta sabika dosyaları taşan suç işleme alışkanlarını bile şaşırtmıştı. İnsan hakları üzerine bunca derin bilgisi olan ve cinsel sapıklara düşman bir aydın adamın nasıl olup da bu duruma düştüğüne akıl erdiremiyorlardı. Cinsel sapıklara öyle düşmandı ki, çok insansever ve insanlıksever olduğundan, Berber Hayri’ye çocuğu boğduğu için verilen idam cezasının affını ister, ama cinsel sapık olduğu için de yakılması gerektiğini söylerdi. Buyüzden bütün tutuklu ve hükümlüler, Tüh tüh Olur rezillik değil yani! deyip şaşıyorlardı.

Yeni bir olağanüstülük çıkıp cezaevinin durgunluğunu dal galandırıncaya, dinginliğini devindirinceye dek, Gözlüklü Beyfendi’nin kamışının kökünden kesilmesi konusu uzun uzun konuşulup duracaktı.

Kapıaltı gölgesinde sandalyeye oturmuş olan Gözlüklü Beyfendi, serçelerle ilgilenen Hayri’ye bakıp yanındakilere herzamanki gibi bilgi veriyor, onları aydınlatıyordu. Altı yaşında bir oğlan çocuğunun ırzına geçen, bununla da yetinmeyip sonra da çocuğu boğan bu canavarın şimdi neden serçelerle böyle yakından ilgilendiğini anlatıyordu. Çok ince ruhlu, duygulu olduğu için miydi serçelere ilgisi? (Bu soruyu sorarken Gözlüklü Beyfendi anlamlı anlamlı gülmüştü.) Canavarın ince ruhlusu, duygulusu olur mu hiç!

– Bunlar patolojik tiplerdir efendim. Hatta kitaplarda, binlerce kişiyi ölüme gönderen insan kasabı Nazi subaylarının kanadı kırık bir kuş görüp ağladıkları bile yazılıdır.

İnsanın kötüsü olmaz, yeter ki onun pas pis tutmayan gizlideki özünü bul!
Hep yardım edeceksin, demişti. Altın pas tutmaz, platin pas tutmaz denir, doğrudur. Altınla platin pas tutmaz ama pisliğe düşende pislenir bunlar. Tek paslanıp pislenmeyen insanın özüdür, demişti. O öz ki, en kötü sanılan insanın bile içinin bir yerinde gizlidir, demişti. İyilik etmenin yeri, zamanı olmaz; nerde olsa, kime olsa iyilik edeceksin, demişti. “Değil mi ki insanın pas pis tutmaz, kir toz bağlamaz bir özü var, işte onun için iyilik edeceksin, demişti
Cezaevi kapısında bekleyen kırmızı renkli cezaevi arabasına bindi. Yolda, Ustam’ın ençok etkisinde kaldığı sözleri üzerinde düşündü. Hep yardım edeceksin, demişti. Altın pas tutmaz, platin pas tutmaz denir, doğrudur. Altınla platin pas tutmaz ama pisliğe düşende pislenir bunlar. Tek paslanıp pislenmeyen insanın özüdür, demişti. O öz ki, en kötü sanılan insanın bile içinin bir yerinde gizlidir, demişti. İyilik etmenin yeri, zamanı olmaz; nerde olsa, kime olsa iyilik edeceksin, demişti. “Değil mi ki insanın pas pis tutmaz, kir toz bağlamaz bir özü var, işte onun için iyilik edeceksin, demişti. Kafasında düğümlenen tüm sorularını yanıtlamıştı. Niçin bu yeryüzünde istemediği şeyleri yapmak zorunda kalmış, niçin yapmak istediklerini yapamamıştı? Ustam bunları, en kalın çizgili sözlerle, en yalın biçimde anlatmıştı. Biz insanlar, demişti, hepimiz, her hücremizden görünmez milyarlarca iplikle topluma bağlıyız, toplumun bir katına bağlıyız, demişti, bizi o iplerin yönettiğini bilmediğimizden, özgürüz, bağımsızız sanırız kendimizi, demişti. Sen bağımsız olaydın hiç o suçları işler miydin; özgür olaydın hiç Tophaneli İlhami’yi vurur muydun? demişti. Öyleyse demişti
Berber Hayri, her ne dileği olursa kendisine bildirmesini isteyen cezaevi yönetmenine, son bir dileği olduğunu söyledi. Yönetmen dileğinin ne olduğunu sorunca, içerdeki arkadaşlarıyla görüşmek istediği yanıtını verdi.

Yönetmen acı duydu ve içinin acısı dışına vurup gözleri buğulandı. Bunca yılın cezaevi yönetmeni olarak biçok suçluyu idama yolcu etmişti ama hiçbirine Berber Hayri’ye olduğu denli acımamıştı. Dokuz ay burda kalmış, bir karınca incitmemiş denildiği gibi, çelebi, uysal, uslu olmuştu. Ama ne yapsın ki, elleri kelepçeli idam yolcusunu koğuşlara gönderemezdi. İçi ezilerek,

– Oğlum Hayri, dedi, kiminle görüşmek istiyorsan söyle de buraya çağırtayım.

Siyasiler Koğuşu’ndan Ustam’la konuşmayı dilediğini söyledi. Ustam getirildi. Ustam’ın güleç yüzünü görünce Hayri’nin de yüzü ışıdı. Ona Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildiğini söyledi.

Ustam,

– Görüşmek üzere Hayri arkadaş, dedi.

Hayri,

– Yok, görüşmemek üzere olsun Ustam dedi.

Ustam iki koluyla Hayri’ye sarıldı. Berber Hayri, bilekleri kelepçeli olduğundan ona sarılamadı.

Berber Hayri utanarak, tıpkı cezaevine ilk geldiği günkü gibi, yüzünün tozpembe derisi kızararak,

– Şiir defterimi sana postayla göndersem olur mu Ustam? diye sordu.

Şiir defteri!.. Berber Hayri’nin bu yeryüzüne bırakabileceği tek kalıtıydı. Ustam da kalıtını bırakabileceği tek güvendiği kişiydi.

Ustam, üzüncünü belli etmemeye çalışarak, yine de sesi titreyerek,

– Elbet Hayri arkadaş, gönder dedi.

Berber Hayri, kelepçeli iki elini havaya kaldırarak, tıpkı bir dinlenme gezisine çıkar gibi, ordakilere,

– Hoşçakalın! deyip arkasını döndü, Sultanahmet Cezaevi’ne götürecek olan iki silahlı candarmanın arasına girdi. Cezaevi kapısında bekleyen kırmızı renkli cezaevi arabasına bindi. Yolda, Ustam’ın ençok etkisinde kaldığı sözleri üzerinde düşündü. Hep yardım edeceksin, demişti. Altın pas tutmaz, platin pas tutmaz denir, doğrudur. Altınla platin pas tutmaz ama pisliğe düşende pislenir bunlar. Tek paslanıp pislenmeyen insanın özüdür, demişti. O öz ki, en kötü sanılan insanın bile içinin bir yerinde gizlidir, demişti. İyilik etmenin yeri, zamanı olmaz; nerde olsa, kime olsa iyilik edeceksin, demişti. “Değil mi ki insanın pas pis tutmaz, kir toz bağlamaz bir özü var, işte onun için iyilik edeceksin, demişti. Kafasında düğümlenen tüm sorularını yanıtlamıştı. Niçin bu yeryüzünde istemediği şeyleri yapmak zorunda kalmış, niçin yapmak istediklerini yapamamıştı? Ustam bunları, en kalın çizgili sözlerle, en yalın biçimde anlatmıştı. Biz insanlar, demişti, hepimiz, her hücremizden görünmez milyarlarca iplikle topluma bağlıyız, toplumun bir katına bağlıyız, demişti, bizi o iplerin yönettiğini bilmediğimizden, özgürüz, bağımsızız sanırız kendimizi, demişti. Sen bağımsız olaydın hiç o suçları işler miydin; özgür olaydın hiç Tophaneli İlhami’yi vurur muydun? demişti. Öyleyse demişti

Kırmızı renkli cezaevi arabası, araba vapuruyla Boğaziçi’nden geçerken, Ustam karşısındaymış gibi içinden onunla konuşuyordu: Ne kendim iyi olmaya, ne başkalarına iyilik etmeye zaman bulabildim Ustam.

İki yanındaki candarmanın gözyaşlarını görmemesi için başını çevirdi.

– Anlamıştım orasını sevdiğini, dedi Ragıp Usta, bir insanın yolundan dönmemesi güzel şey, tuttuğu yol uğrunda ölümü bile göze alması ne güzel Ama gelgelelim, o yolu kendisi mi seçti? Hırsızlık suçundan asılan adam, hırsızlığı isteyerek mi seçti, yoksa istemeden hırsızlık yoluna sapmak zorunda mı kaldı?

Üniversiteli,

– Seçmek elinde olsa, seçebileceği insanın çok şey olsa önünde, kimse hırsızlığı seçmez, dedi.

Gazeteci bu söze,

– Ruh hastaları dışında diye ekledi.

Kadıya, asılacak olan adamı gösterip, İdam hükmü verdiğiniz kimse bu mudur? diye sormuşlar. Kadı da, Evet, budur! deyince, cellat elleri arkasından bağlı suçlunun boynuna yağlı ipin halkasını geçirmiş.

Çingene cellat, suçlunun ayaklarının altındaki sandalyeye bir tekme atınca, suçlu ipte sallanmış. Asılan adamın ayağının birindeki yırtık ayakkabı yere düşmüş. Ayak çıplak, pis ve nasırlı. Kadı efendi hemen seğirtip, ipte sallanan adamın ayakkabısı düşen çıplak ayağını öpmüş. Bunu gören ordaki mollalar da, hocalarının ardından, ipteki adamın çıplak ayağını öpmüşler.

Kadı kızıp mollalarına, Hele gidi teresler, ne diye ipte sallanan bir serseri cesedinin çıplak ayağını öpersiniz? diye bağırınca onlar da, Aman efendim, demişler, o cesedin ayağını sizin öptüğünüzü görünce, demek bunda bir keramet var ki, bu asılan adamın bir kutsallığı neyi olacak ki, suçlu görünüşünün derininde gizli bir anlam olmalı ki, bizim ulu hocamız onun ayağını öptü diyerek, biz de size uyduk.

Bunun üzerine Hoca, mollalarına, Hay Allah layığınızı versin! demiş. Neden onun ayağını öptüğümü anlatayım da dinleyin Ben o herifin çok yıllar önce asılmasına karar vermeliydim. Belki de buyüzden Tanrı yanında suçluyum. Bu herif daha çocukken komşu evlerin kümeslerinden yumurta çalardı. Daha o zaman yakalayıp bana getirdiler. ‘Oğlum, bidaha yapma. Bidaha hırsızlık yaparsan sana alanda dayak attırırım. Bu kez bağışlıyorum, sana ders olsun ‘ dedim. Gitti. Bisüre sonra bu kez tavuk hırsızlığından getirdiler. Hükümet alanında dayak attırıp, Oğlum, sakın bidaha hırsızlık yapma, bu sana ders olsun. Yine hırsızlık yaparsan, şeriat hükmünce parmaklarını kestiririm dedim. Gitti. Bir zaman sonra yine hırsızlık suçuyla karşıma çıktı. Şeriat hükmünce parmaklarını kestirip, ‘Oğlum, ben sana söylemiştim. Sen bu hırsızlıktan vazgeç. Bidaha hırsızlık yaparken yakalanırsan, elini bileğinden kestiririm ‘ dedim. Gitti. Onca sözüm, verdiğim onca öğüt işe yaramadı. Yine hırsızlık etti. Şeriat üzre elini kestirdim. ‘Sen bu hırsızlıktan vazgeç, bunun sonu darağacıdır. Sonra canından olursun, seni astırırım ‘ dedim. Ama o yine hırsızlık etti. Ve işte görüyorsunuz asıldı. Ben böyle bir adamın ayağını nasıl öpmeyeyim ki, tuttuğu yolun sonunun ip olduğunu bile bile, ‘Benim yolum bu yoldur ‘ deyip, ipi göze aldı, yolundan dönmedi, sonuna dek o yoldan gitti. Ben işte buyüzden cesedinin ayağını öptüm, ya siz neye serseri cesedinin ayağını öpersiniz, a teresler!

Berber Hayri sustu. Gülümsedi. Abduraman Hoca’nın anlattığı bu hikâyeyi kendisi nice beğendiyse, Siyasi Koğuş’takilerin de çok beğeneceklerini umuyordu. Oysa kimseden ses çıkmadı. Üstelik çok beğendiği bu hikâyeyi anlatmakla, aylardanberi onlardan dinlediklerine karşılık olarak sanki bir borç ödüyordu. Oysa onlar susuyordu. Hayri bozulmuştu. Bişey söylemiş olmak için,

– Nasıl bu hikâye Ustam? diye sordu.

Ragip Usta,

– Sen çok sevmişe benziyorsun bu hikâyeyi dedi.

– Evet.

– İstersen konuşalım bu hikâye üstünde. Sen ne buldun da sevdin bu hikâyeyi?

Bu soruyu soran gazeteciydi. Hayri,

– Bir adam kendi yolundan dönmüyor. Ölümü bile göze alıyor, yine de dönmüyor. Burasını sevdim.

– Anlamıştım orasını sevdiğini, dedi Ragıp Usta, bir insanın yolundan dönmemesi güzel şey, tuttuğu yol uğrunda ölümü bile göze alması ne güzel Ama gelgelelim, o yolu kendisi mi seçti? Hırsızlık suçundan asılan adam, hırsızlığı isteyerek mi seçti, yoksa istemeden hırsızlık yoluna sapmak zorunda mı kaldı?

Üniversiteli,

– Seçmek elinde olsa, seçebileceği insanın çok şey olsa önünde, kimse hırsızlığı seçmez, dedi.

Gazeteci bu söze,

– Ruh hastaları dışında diye ekledi.

Aşçılık yapan işçi,

– Bişey daha var, dedi. O kadı efendi, Oğlum, hırsızlık etme, hırsızlık edersen seni şöyle yaparım böyle yaparım deyip duruyor, öğütler veriyor da, Oğlum, neden hırsızlık yapıyorsun? Bak seni dövdürdüm, parmaklarını kestim, bileğini kestim. Hâlâ neden hırsızlık yapıyorsun? diye merak edip hiç sormuyor.

Ragip Usta,

– Yanlışları ilk bakışta doğruymuş gibi gösteren çok güzel hikâyeler vardır, işte bu da onlardan dedi.

Gazeteci,

– Böylelerine demagoji derler, dedi.

Çok sık konuşmayan memur söze karıştı;

– Bak Hayri arkadaş, bu cezaevinde biçok hükümlü var. Onlar işledikleri suç eylemini seçerek mi, isteyerek mi işlediler? İnsan, insana yaptığı yanlışı bidaha yapmamaya çalışır. Yanlışından dönen insan, gerçek insandır. Bize gelince, biz bu Siyasi Koğuş’ta yedi arkadaşız. Biz bu cezaevine sokulmamızı gerektiren her ne yaptıksa, seçerek yaptık. Yapmayabilirdik ama yapmayı istedik. Bu bir yoldur. O yolun doğruluğuna inanıyoruz çünkü. Kendi adıma konuşuyorum; yolumun yanlışlığını anlarsam değişirim.

Ragip Usta,

– İnsan değişkenlerin en değişkenidir, değişmesi gerekir diye, geçende üstüste iki-üç günde anlattıklarını özetledi.

Hayri bu sözlerden anlaması gerekeni anlamıştı.

Ustam üzüm için teşekkür etti. Ama bundan sonra böyle zahmete girmemesini diledi. Akşam çayı saatiydi. Birlikte çay içtiler. Berber Hayri Siyasi Koğuş’tan çıktı.

Ragıp Usta, arkadaşlarına,

– Yahu, dedi, bu Abduraman Hoca denilen her kim ise, nasıl bir alçak herif olmalı ki idam mahkûmu bir delikanlıya böyle hikâyeler anlatır Tüh!

Üniversiteli,

Yani ne demeye getiriyor, herkes yolundan dönmesin de, zavallı Hayri yine oğlan çocuğu mu boğsun?

Ustam,

– Sus oğlum, sus! dedi.

Gerçek suçlu, suçu ve suçluyu yaratan nedenlerdi.
O gece Hayri sabaha dek koridorda volta attı. Koç Rahmi’yle adamları da sabaha dek uyumayıp tetikte beklediler. Koç Rahmi’yle adamları tatlı can derdindeydiler. Oysa Berber Hayri, gördüğü korkunç rüyanın etkisindeydi. Sabahı zor etti. Koğuşların kapıları açılınca erkenden Siyasi Koğuş’a gitti. Hayri’deki olağanüstülüğü hemen sezen Ustam,

– Hayri arkadaş, sende bir hal var, nedir? diye sordu.

Hayri başını eğip susunca, Ustam onun kendisiyle yalnız konuşmak istediğini anladı. Koluna girip sofaya çıkardı.

– Anlat Hayri arkadaş

Hayri fısıldar bir sesle,

– Benim hangi suçtan ceza yediğimi biliyor musun Ustam? dedi.

Ustam da herkes gibi duymuştu.

– Az bişey biliyoruz, dedi.

Hayri,

– Dün gece rüyamda onu gördüm, dedi.

– Kimi?

Boğduğum çocuğun babasını

Sesi titriyordu, gözleri buğulanmıştı. Sofadaki tahta sıraya yanyana oturdular. Rüyasında o çiğil mavi gözlü herifi görmüştü, yine eskiden olduğu gibi Hayri’yi zorluyordu. Olay, Sultanahmet Tutukevi’nin hamamında geçiyordu. Hayri, ağalık zamanındaydı. Şişi çekmiş, çıyan suratlı herifin üstüne atlayacaktı ki, o adam birden Kürt Kâmil oluverdi. Kürt Kâmil de bıçağını çekmişti. Birbirlerine girmişlerdi ki, annesi ikisinin arasına giriverdi. Annesinin kucağında bir çocuk vardı, çocuk ölüydü. Bu çocuk, Hayri’nin boğduğu çocuktu. Anası Hayri’ye yalvarıyor, şişi vurmasına engel oluyordu. Ne zaman şişle saldırsa, anası önündeydi kucağındaki ölü çocukla birlikte Şiş, anasını yaralar korkusuyla bitürlü Kürt Kâmil’i vuramıyor ama Kürt Kâmil durmadan Hayri’yi bıçaklıyordu. İşte bu sırada yatakta çırpınmış, inlemiş, bağırmış olmalıydı.

Hayri rüyasını anlattıktan sonra ağladı, hıçkırıklarını zor tuttu.

Ustam ona gerçek suçlu olmadığını, gerçek suçlunun kim olduğunu uzun uzun anlattı. Ötedenberi cezaevinin gediklileri, dışarda ellerini kollarını sallayarak gezen gerçek suçlulara ceza evinde vekalet ettiklerini söylerlerdi. Ustam’ın söylediği gerçek suçlu bu da değildi. Gerçek suçlu, suçu ve suçluyu yaratan nedenlerdi. Evet, suç işlenmişti ama yine de suçlu sayılmamalıydı.

Hayri, Ragip Usta’nın elini öptü.

Gazeteci Hayri’ye okuması için şiir kitapları da veriyordu.

Berber Hayri, Siyasi Koğuş’taki bu insanlardan sanki hiçbişey öğrenmiyormuş gibi, öğrendiklerini hiç ayrımsamadan ne çok sey öğrenmiş oluyordu. Her öğrendiğini, ayrı bir öğrenme çabası göstermeden, yaşayarak, kendiliğinden öğreniyordu, tıpkı bir çocuğun anadilini öğrenmesi gibi

Siyasi Koğuş’takilerin zamanı, kendi yaptıkları belirli bir izlence içinde geçiyordu. Hergün öğle yemeğinden sonra dinleniyor yada uyuyorlar, daha sonra önceden saptadıkları bir konu üzerine ya tartışıyorlar yada içlerinden biri çalışıp hazırlandığı bu konu üzerine konuşuyordu. O konuşmaları Berber Hayri tastamam anlayamıyor ama çok şey sezinliyordu. Özellikle genç işçiyi, gazeteciyi, bir de üniversitelinin konuşmalarını pek iyi anlayamıyordu. Söyledikleri sözcükler çok yabancı geliyordu. Ama Ustam ne denli yalın, kolayca anlaşılır biçimde anlatıyordu. Ustam’ın öğle sonrası konuşmalarından biri Hayri’ye çok ilginç gelmişti. Sonsuz değişim yasası diye bişeyden söz etmişti Ustam. Doğanın ve toplumun nasıl sonsuzca sürekli değişmekte olduğunu uzun uzun, hem de örnekler vererek anlatmıştı. Herşey, var olan herşey, her düşünce, birbirine karşıt iki şeyin bileşimiydi. Varolmak demek, iki karşıt şey olmak demekti, bişeyin karşıtı da olması demekti: Olumlu-olumsuz, ak-kara, tez-antitez Karşıtlar sürekli savaşım içinde yok olurken yeni bir bileşim çıkıyordu ortaya. Her yeni bileşim de, kendi karşıtının tohumunu içinde taşıyordu. İşte varlık buydu, doğa buydu, tarih buydu Ustam, varlığın nasıl bir sonsuz değişim olduğunu bikaç gün üstüste anlatmıştı. Cansız sanılanların bile içlerinden sonsuzca değişmekte olması Hayri’yi çok şaşırttı. Hele insan, bu sonsuz değişkenlerin en değişken olanıydı.

Buraya gelişinin ayı olmadan Berber Hayri cezaevi yönetmeninin karşısına çıktı, bir dileği olduğunu, Siyasi Koğuş’takilerin yanına gidip gelmesine izin verilmesini diledi. Siyasiler Koğuşu’nda altı hükümlü vardı. Bu altı siyasi, cezaevinin öteki hükümlüleriyle kesin olarak görüştürülmezdi. Çünkü bu altı siyasi hükümlünün hırsızlıktan, yolbağcılığından, sahtecilikten, soygundan, dolandırıcılıktan, insan öldürmeden, kalpazanlıktan, devlet malı çalmaktan, rüşvetten ve daha bin türlü suçtan cezalandırılmış olan burdaki yüzlerce hükümlüye propaganda yaparak onları doğru yollarından ayıracaklarından, kendi bozuk düşüncelerini onlara da bulaştıracaklarından çekinilirdi. Berber Hayri işte bu kerte tehlikeli olan o altı kişiyle konuşup görüşmek istiyordu.

– İyi ama Hayri oğlum, ya sana da bulaşırsa o kirli düşünceleri? Ben bile ben iken, onlarla sık konuşmaktan sakınırım. Sonra yazık olur sana evladım, gençliğine yazık olur

Sözünün sonu olan, ki her ne kadar asılacaksan da bölümünü, yönetmen söylemeyip içinden geçirdi yalnız.

Gözlüklü Beyfendi, salt eşcinsellikte değil, idam konusundaki derin bilgisine de hayran olanları daha da çok hayran bırakmak için sözü sürdürdü:

– Kimi İslam ülkelerinde, elleri arkadan bağlı hükümlüyü yere çöktürüp ensesinden baltayla boynunu keserler, kimilerindeyse kafasını kılıçla uçururlar. Amerika’da, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin her eyaletinde idamın infazı ayrıdır. Genellikle elektrikli sandalyeye bağlar, sonra yüksek cereyan verirler. İnsan şıp diye ölür.

– Bak o usûl bizde sökmez, bizde olsa hiçbir idamlık ölmez. Elli mumluk ampulü bile yakmayan cereyan, adamı şıp diye öldürür mü

– Demek şıp diye Acı çekmesine bile zaman bırakmazlar?

– Bırakmazlar. Kimi yerlerinde de Amerika’nın, zehirli gazla öldürürler. Koyarlar gaz odasına. Yavaş yavaş gaz verirler. Teksas’ta da zehirli iğne vurup öldürürler.

– Beyfendi, bunların hangisi daha iyi?

– Her ülkenin kendi iç sorunudur bu, karışılmaz Bir kural vardır uluslar arasında: Kimse kimsenin iç işlerine karışamaz. Yani her ülkenin devleti kendi yasasına göre yurttaşını nasıl isterse öyle öldürür.

Dinleyenlerden biri gülmeye başlayınca öbürleri neden güldüğünü sordular. O da, kasabalarındayken amcasının yengesini hergün üç posta sopaladığını, engel olmak isteyenlere, Benim nikâhlı karımdır, ister döverim ister severim, ister asarım ister keserim, size bok yemek düşer! diye bağırdığını anımsadığını söyledi. Devlet de, Yurttaş benim yurttaşım, ister asarım ister keserim, size bok yemek düşer diyor ötekilere

– Peki Beyfendi, gene sen bilirsin bunu, bütün bu idamların hangi çeşidi sence daha insancıl?

– Efendim, idam edilenlerle sonradan bidaha görüşmek olanağı yok ki bunu anlayalım. En insancılı değil ama, en keyiflisi yine bizdeki asılmak olsa gerek

– Keyifli mi? Aman deme Asılmanın da keyfi olur mu yahu?

– Şunun için keyifli olması gerekir ki, hukuk fakültesinde bizim rahmetli bir hocamızın derste söylediğine göre, bir insan boynundan iple asılınca beli gelirmiş. Sonradan bakarlarmış donuna ki, donun ağı yapış yapış Ne demek bu? Besbelli ki keyfi geliyor

– Allah Allah Belki de kendini rüyada sanıp zavallı, son kez şeytan aldatmacasına kapılıyordur, kimbilir

Gözlüklü Beyfendi kimi uygar ülkelerde ölüm cezasının kalktığını söyleyince, bir aileden üç kişinin (Kendi karısı, kaynanası ve baldızını öldürmüştü.) katili ve idam isteğiyle davası görülmekte olan bir tutuklu karşı koydu:

– Nasıl kalkarmış idam? Olmaz öyle şey! Bak gazete yazıyor: Herifler otobüsün yolunu kesmiş. Bütün yolcuları soymuş. Direnen iki kişiyi vurduktan başka, yolculardan üç kızı da dağa kaldırıp on kişi birden ırzına geçmişler. Gel de böylelerini asma bakalım Yok arkadaş, idam cezası kalkamaz.

Gözlüklü Beyfendi yumuşak bir olgunlukla,

İnsanları senin gibi düşünen ülkelerde idam cezası zaten kalkmıyor, dedi. Benim dediğim, insanları senin gibi düşünmeyen ülkeler Sonra, yasalarında idam cezası bulunan ülkelerde de, insanları elden geldiğince canlarını acıtmadan, hiç olmazsa acı çektirmeden öldürmenin yollarını arıyorlar.

Buna pek şaşan biri,

– İnsanı öldürüyorlar be, daha bunun canını acıtmaması olur mu? dedi.

– Olur efendim, dedi Gözlüklü Beyfendi. İnsan öldürülür ama, hiçbir zaman insanlık ölmez. Öldür ama, insanca öldür.

– Ne gibi yani?

– İdam edilenin canının acıması, öldürülürken acı çekmesi kendisi için önemli olmayabilir, önemli değildir de Çünkü nasıl olsa öldürülecek. Ancak onu öldüren ve öldürülürken seyreden insanlar için önemlidir. Bir insanın acı çeke çeke can verişini seyretmek herhalde güzel bişey olmasa gerek

N’olursa olsun! Af, aftır.
Beyler koğuşu’nun en aydını olan Gözlüklü Beyfendi, ne diyecek diye ağzının içine bakarak her sözünü ilgiyle, merakla dinleyen koğuş arkadaşlarına, idam cezasının insanlıkdışı ve çağdışı bir ceza olduğunu, günün birinde bu cezanın tarihe karışacağını söylüyor ve bu savını kanıtlamak için elindeki kitaptan parçalar okuyordu:

1882 yılında Trieste Fuarı’nın açılışında el bombaları attığı için idam cezasına çarptırılan bir suçlunun affı için Avusturya imparatoruna yazdığı mektupta Victor Hugo şöyle diyordu: İdam cezası yirminci yüzyılın yasalarından silinecektir. Geleceğin hukukunu bugünden uygulamak ne güzel bişey olur!

Gelecekte belki idam cezası kalkacaktı ama, Berber Hayri’ye o mutlu geleceği beklemesi için fırsat vermezlerdi ki

Gözlüklü Beyfendi, idam cezası verilse de, Yargıtay onasa da, çok yerde özel aflar çıkarılarak idam cezalarının yerine getirilmediğini söylüyordu. İdam cezasının gelecekte yasalardan silineceğini söyleyen büyük Fransız ozanı Victor Hugo öyle vicdanlı bir insandı ki, başka ülkelerde idam cezasına çarptırılan tanımadığı kimselerin affı için bile uğraşmış ve bunu başarmıştı. Gözlüklü Beyfendi, elinde tuttuğu kitaptan şunları okuyordu:

1882’de Rusya’da idam cezasına çarptırılan nihilistlerin affı için, Rus çarına gönderdiği mektupta Viktor Hugo şöyle yazıyordu. Rasgele bir ses hem hiçkimsedir hem herkestir. Adı bilinmeyen büyük kalabalıktır. Bu sesi dinleyiniz, ‘Af!’ diyecektir. Ben de karanlığın içinden ‘Af!’ diye bağırıyorum. Burda aşağıda af, yukarda da af demektir. Halk için imparatordan af istiyorum; yoksa imparator için Tanrıdan af dilerim.

Dinleyenler büyük merakla,

– Ne olmuş sonra? Çar affetmiş mi? diye sordular.

Gözlüklü Beyfendi,

– Evet, çar affetmiş idam cezasına çarpılan beş suçluyu dedi. Bunun üzerine tartışmalar kızıştı. Bizde de bir yazar çıkıp, Berber Hayri’nin affını isteyemez miydi sanki? Ama nerde bizde öyle yazar, Victor gibi, Victor neydi, işte onun gibi İyi ama o beş kişi neymiş, onlar bakalım altı yaşında, hem de oğlan çocuğunun ırzına mı ş’apmışlar O başka bu başka N’olursa olsun! Af, aftır.

Gözlüklü Beyfendi kimi uygar ülkelerde ölüm cezasının kalktığını söyleyince, bir aileden üç kişinin (Kendi karısı, kaynanası ve baldızını öldürmüştü.) katili ve idam isteğiyle davası görülmekte olan bir tutuklu karşı koydu:

– Nasıl kalkarmış idam? Olmaz öyle şey! Bak gazete yazıyor: Herifler otobüsün yolunu kesmiş. Bütün yolcuları soymuş. Direnen iki kişiyi vurduktan başka, yolculardan üç kızı da dağa kaldırıp on kişi birden ırzına geçmişler. Gel de böylelerini asma bakalım Yok arkadaş, idam cezası kalkamaz.

Gözlüklü Beyfendi yumuşak bir olgunlukla,

İnsanları senin gibi düşünen ülkelerde idam cezası zaten kalkmıyor, dedi. Benim dediğim, insanları senin gibi düşünmeyen ülkeler Sonra, yasalarında idam cezası bulunan ülkelerde de, insanları elden geldiğince canlarını acıtmadan, hiç olmazsa acı çektirmeden öldürmenin yollarını arıyorlar.

Buna pek şaşan biri,

– İnsanı öldürüyorlar be, daha bunun canını acıtmaması olur mu? dedi.

– Olur efendim, dedi Gözlüklü Beyfendi. İnsan öldürülür ama, hiçbir zaman insanlık ölmez. Öldür ama, insanca öldür.

– Ne gibi yani?

– İdam edilenin canının acıması, öldürülürken acı çekmesi kendisi için önemli olmayabilir, önemli değildir de Çünkü nasıl olsa öldürülecek. Ancak onu öldüren ve öldürülürken seyreden insanlar için önemlidir. Bir insanın acı çeke çeke can verişini seyretmek herhalde güzel bişey olmasa gerek

Deminki soruyu soran,

– Yani, dedi, öldürülen için değil de, seyredenler için, canını acıtmadan idam ediyorlar?..

Bibakıma öyle. İşte buyüzden idam cezasını henüz kaldıramamış ülkelerde, acı duyurmadan yada canını daha az yakarak hükümlüyü öldürme biçimleri uygulanır. Örneğin bizde asılır, Fransa’daysa boynu keskin bir bıçkıyla kesilir. Giyotin denilen bıçkıyla Bu insan bıçkısı Mösyö Giyotin denilen bir Fransız’ın buluşu olduğundan, o makineye de giyotin denilir. İspanya’da da garrot denilen başka bir canalma makinesi vardır

– Allah Allah! Yahu dünyada adını bile duymadığımız daha ne makineler var kimbilir

– El garrote vil , yani can alma makinesi Hükümlünün boynuna bir demir çember geçirilir. Çemberin arkasında, hükümlünün ensesine gelen yerde, madenden bir vida vardır. Cellat o vidayı milimetre milimetre sıkıştırır. Demir çember gittikçe daralır, daraldıkça boyun omurları da sıkışır.

Gözlüklü Beyfendi anlatırken, bir aileden üç kadının katili olan ve idam cezasının kalkmasını da istemeyen adam, sağ eliyle boynunu tutup oğuşturmaya başladı hiç ayrımsamadan.

Gözlüklü Beyfendi,

– Boynu sıkıla sıkıla boğulup ölür, dedi.

– Yahu bunun neresi insancılmış, düpedüz işkence be! Ölümü de işkence, seyri de işkence

Ağlamak istedi ama ağlayamadı. Daha önceleri hiç ağlama isteği duymuş değildi, insanın böyle bir istek duyabileceğini de bilmiyordu. Tophaneli İlhami denilen o ünlü bıçak atıcısını vurduktan sonra, hiç istemediği halde, herkesin içinde kendini tutamayıp ağlamıştı da, şimdi burda yapayalnızken neden ağlayamıyordu?
Sabahleyin kahvaltı getiren Âdembaba’yla gardiyan, akşamki yemeğe Berber Hayri’nin el sürmediğini göreceklerdi.

Berber Hayri, içine düştüğü yalnızlığının derin kuyusunda, ilk olarak yaşamında kendi kendisiyle kalabilmişti. Kendi kendine yaşamının o güne dek olan bölümünün hesabını yapıyordu. Ne şaşılası şey! diye düşündü, bir çocuğun ırzına geçmekten suçlu olarak cezaevine düşmüşken, cezaevinde kendi ırzına geçilmiş daha da kötüsü başına gelmiş, kiralık karı yerine konulup elden ele dolaştırılmıştı. Oysa ne çocuğun ırzına geçmek, ne de kendi ırzına geçilmesini istemişti. Sonra, yaşamayı bunca çok seviyorken, bu aşağılanmalardan kurtulsun diye kendini öldürmeyi bile denemiş, ama becerememişti. Bu pis can tatlı gelip kendini öldüremeyince de, aşağılanmış erkekliğini çevresindekilerinin gözünde yeniden kazanabilmek için, hem de hiç içi çekmeden, salt gösteriş olsun diye sübyan koğuşunun küçük oğlanlarına sulanır olmuştu; yanında onlardan birini, ikisini gezdirirdi. Tavuk kesecek yürek katılığı, kan görmeye bile dayancası yokken Kürt Kâmil denli bir azılıyı öldürmeye susamış, ama hiç istemeden, usunda bile yokken Tophaneli İlhami’yi öldürmek zorunda kalmıştı. Hep istemediği şeyleri yapmak zorunda bırakılmıştı. Neydi bu başına gelenler? Neden böyle olmuştu, oluyordu? Niçin isteğince yaşayamıyordu? İlk kez kafasını kurcalayan, sonraları da boyuna beynini oyacak olan bu soruları sorup öğreneceği, ona ışık tutup yol gösterecek birisi olsaydı; bu yeryüzünde içini dökebileceği, güvenebileceği bitek kişi olsun bulabilseydi!..

Ağlamak istedi ama ağlayamadı. Daha önceleri hiç ağlama isteği duymuş değildi, insanın böyle bir istek duyabileceğini de bilmiyordu. Tophaneli İlhami denilen o ünlü bıçak atıcısını vurduktan sonra, hiç istemediği halde, herkesin içinde kendini tutamayıp ağlamıştı da, şimdi burda yapayalnızken neden ağlayamıyordu?

Berber Hayri, zindana düşüşünün onuncu gününde, bütün acıların en acısı olan bir haber aldı. Annesi ölmüştü. Anasının ondan, onun anasından başka kimsesi yoktu. Buyüzden savcılık annesinin ölümünü Berber Hayri’ye resmi bir yazıyla bildirmişti. Bu acı haberi alınca, kuruduğunu sandığı gözyaşı pınarları birden kaynadı; öyle ağladı öyle ağladı ki, içinin bütün kirinin pasının gözyaşlarıyla akıp, silinip arındığını duydu.

Berber Hayri’yi zindana attıklarının otuzbeşinci gününün sabahı gazetelerin çoğunda, altı yaşında oğlan çocuğunu ırzına geçtikten sonra boğan canavar ruhlu Berber Hayri’ye mahkemenin verdiği idam cezasını Yargıtay’ın da onayladığı haberi yazılıydı. Kimi gazetelerde de Berber Hayri’nin duruşmaları sırasında çekilmiş resimleri basılmıştı. Berber Hayri gazeteleri görmediği için kendisine değgin bu haberi bilmiyordu. Ama cezaevindeki hükümlüler ve tutuklular, gazetelerde okudukları bu haber üzerine söyleşip tartışıyorlardı. Dingin yaşamlarını devindirmek, birazcık canlandırmak için en olmadık küçücük şeyleri bile büyütüp abartan, can sıkıcı suskunluklarını dalgalandırmaya bahaneler bulmaya çalışan cezaevi dolusu onca insan, Berber Hayri’nin ölüm cezasının onanma haberini de coşkuyla karşıladı. Herkes düşüncesini söylüyor, konuşuyor, bu konu üstüne her kafadan bir ses çıkıyordu.

Zindan denilen bu yer penceresiz olduğundan gündüz ışığı almaz, lambasız olduğundan geceleyin elektrik ışığı bulunmaz ve koyu karanlığı yıllanıp et kemik bağlamış, kaskatı katılaşmış bir yerdi. Zindan denilen bu yer öyle yoğun karanlıktı ki, bin yanarca çakılsa, bin çıra yakılsa yine de aydınlanası yoktu. Zindan denilen bu yerde ışık olmadığından renk de yoktu. Zindan denilen bu yer öyle ıslak, öyle susaktı ki buranın havası bile küflenip pas tutmuştu. Zindan denilen bu yerin hiçbir zaman kuramamış ve hep yaş kalmış havasını avuçlayıp sıksan su damlardı. Zindan denilen bu yerin pası pisine, burda insanın içtiği sidiğine, yediği de pisliğine karışmış olduğundan, buranın yapış yapış dayanılmaz kokusu solunuldukça insan zehirlene zehirlene boğulurdu. Zindan denilen bu yerde bir aydan uzun kalanın kanının rengi aldan sarıya, sarıdan irin akına dönüşerek, sonunda yüzüne ölümün ağulu gölgesi düşerdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir