Ali Ayçil kitaplarından Sur Kenti Hikayeleri kitap alıntıları sizlerle…
Sur Kenti Hikayeleri Kitap Alıntıları
Ateş bile söndürmüyordu ateşi
Acı, ademoğlunu en çok beğendiği kapısından ziyaret edermiş.
Zamanın da bir kokusu vardır;dün senin karanlıkta hissettiğin koku zamanın kokusuydu.O koku,ancak bir şehir batmaya başlayınca duyulur.
Kaderin mektubu mutlaka gideceği adresi, gönderildiği kişiyi bulur.
Onu taşıyan görünmez postacının bir kez bile geciktiği, trafiğe takıldığı, sokakları karıştırdığı, yanlış bir kapıyı çaldığı ve zarfını bir başkasına uzattığı görülmemiştir.
Her tanistigina sır vermemeyi yıllar önce öğrenmişti.
Birbirlerine verebilecekleri en büyük acıyı, konuşmaları gereken vakitlerde susmayı tercih ederek verdiler.
İnsanlar balçıklarını tıpkı bir zırh gibi kullanıyorlardı. Bir zırh gibi kullanıyorlar, başkalarından sakladıkları ne varsa o zırhın içine doluşturuyorlardı. O zırh tıka basa dolunca bir genişliğe ihtiyaç duyuyor, ellerini çoğunlukla bu vakitte açıyorlardı gökyüzüne.
Fısıldayarak dua edenlerin avuçlarından öğrendikleri, sessizce duaya çekilmişlerin kapılarını da araladı ona. Bir yerden sonra, avuçların açılış şekillerine bakarak isteklerin rengini anlar oldu artık. Oturuşlarından, kollarını uzatışlarından, bellerini büküşlerinden, parmaklarının birbiriyle irtibatından insanların ne için yakardıklarını bilecek duruma geldi. Sırlarının insanın kapısından çıkarken bedene verdiği biçimi ayırt etmekte ustalaştı. Neler saklamıyorlardı ki insanlar avuçlarında: sürekli efendilerini öven uşaklar, aslında onlara duydukları nefreti saklıyorlardı. Dürüstler hiç kimsenin bilmediği ihanetleri saklıyorlardı; sözüne çokça güvenilenler söyledikleri sayısız yalanı. Herkesin çok sevdiği insanlar, kendilerine duydukları sevgisizliği saklıyorlardı; dostlar birbirlerine kazdıkları kuyuyu. Katiller, ellerindeki kanı saklıyorlardı, günahkârlar masum bir bahçeyi. Kahramanlar korkaklıklarını saklıyorlardı; her şeye aklı erenler, kolayca geçilecek bir engelin yüksekliğini. Gururlu fakirler zalim bir zenginliği, kısalar uzunluğu, çirkinler güzelliği, yaşlılar yaşamayı saklıyorlardı. Nurettin pek çok avuç içi gördü göğe açılan. Pek çok avuç içine saklanan sayısız istek gördü.
Şehrin namuslu insanları, akşam olup da kepenkler indiğinde, akıllarının ucundan bile geçiremeyecekleri başka bir hayatın kepenklerinin açıldığını çoğunlukla bilmezler. Kimi hanların, kimi odaların, kimi dehlizlerin yalnızca veremli ağızlardan çıkan buğuyla ısındığından habersizdirler.
İnsan yalnızca aklına güvenince, önce bir suyu kirletip, sonra onun berraklığına inandırır kendini. O kirli suya damlattığı ne varsa, hepsini de insanca bir meşrulukla onaylar.
Sonraları hiç kimsenin aklından çıkmadı sihirbazın son gösterisi.
Kendisini tutuşturarak, alevler içinde ortaya çıkmış, herkes bunu sihirbazın bir sihri sanmıştı başlangıçta. Yanık et kokusuyla beraber, hırıltılı bir cümle döküldü Seyfettin’in ağzından. Alevler arasında,
“Ateş bile söndürmüyor ateşi,” diye inledi.
Sur Kentinin sakinleri, Sihirbaz Seyfettin’in acı sonu üzerinde konuşurken, onun hayatı hakkında hiçbir şey bilmediklerini fark ettiler. İki şehir arasında kocaman bir boşluktu Seyfettin’in hayatı; sahnesini iki kere işgal eden ve ikincisinde heybetli bir revnak gururuyla yere devrilen sihr içinde sihir. Pek çoklarının hatırladığı gibi onun şehre gelişi, durgun yaz günlerini şenlendiren büyük panayır sırasında olmuştu. Erimiş şekerlerin, ter kokularının, besili sineklerin, zorlukla gülümseyen heveslerin iç içe sergilendiği geçkin panayır meydanında ilk kez irice bir kıl çadırın kurulduğunu görenler şaşırmadılar değil. Orta yaşlı Seyfettin, iki yardımcısıyla beraber göçmenlere ördürdüğü yağmur geçirmez koca siyah çadırı kurarken, bütün gözler bu üç yabancının üzerine çivilenmişti. İpleri meraklı bakışlar gerdi, direkleri kuşkulu sorular dikti ve çadır meydanın tam ortasında sihrin hallerine hazır hale getirildi. Dört direk üzerine kurulmuş, sekiz iple gerginleştirilmiş siyah kıl çadır, tersine çevrilmiş bir kuyu gibi birazdan içine düşecekleri bekliyordu.
Çünkü batan kentlerde insanlar, kendi sonlarının en az kentin batışı kadar gürültülü olmasını isterler.
şunu da bilmeni isterim ki, yoldan başka bir evi olmayan bana, evimden başka bir yolum olmaması gerektiğini düşündüren bir tek Mahinur çıktı.
Ey ibn Cüzeyy, kafandaki kuşkuyu giderdiğimi umarak devam edeyim: Hayırlı işi kısa zamanda sonuçlandırmak adetine biz de uyduk. Evlerine misafirliğimin yirmi ikinci günü, yine aynı evde kalmak koşuluyla evlendik Mahinur’la. Tam bir yıl, on bir ay, yedi gün evli kaldık. Onun bir töre tarafından inceltilmiş davranışlarını, yürürkenki hafifliğini, konuşurkenki ölçülülüğünü, özlettirmedeki maharetini, bakışlarındaki tatlılığı ve suskunluğundaki asaleti bir kez daha hatırlamak canımı yakıyor şimdi. Hiçbiri ipek hiçbir kadının üstünde onun üstünde durduğu kadar güzel durmazdı.
Bazıları, ızdırap çektikleri yerlere garip bir bağlılık duyarlar
Biliyordu ki, gerçek kent, çoğunlukla, ona bağlılık duyanların abartılı tasvirlerinden uzaktır.
Bir yolun verdiği kederi başka bir yol hafifletmiş, bu yeni şehre vardığında aklının karışık iplerini bir parça olsun ayıklayabilmişti.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Herkes içinde başka bir dünya, başka bir arzu, başka bir kişi taşıdığı için hayat, gerçek yüzü özenle saklanmış zekice bir oyuna dönüşüyordu.
Çekilmiş acının sırrını tutmak
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Masumun göğsünü artık yormayın…
Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır.
Sabahleyin, içleri aynı olan iki kalbe ayrılacağız.
Bir annenin unutkanlığının bir çocukta açacağı yarayı hiç kimseye anlatamadım. Kendimi, sürekli kendimden uzak bir yerlerde aradıysam bundandır.
Çünkü batan kentlerde insanlar, kendi sonlarının en az kentin batışı kadar gürültülü olmasını isterler. Bir gösteriş değildir bu, olsa olsa, yaşadığından emin olmanın son bir denemesidir.
Ben Sakine’nin gözlerine, o ise benim, gözlerine hangi gözle baktığıma bakıyordu.
İnsan çok, dünya büyük, hayat muamma
Bir annenin unutkanlığının bir çocukta açtığı yarayı hiç kimseye anlatamadım
Zamanın da bir kokusu vardır; dün senin karanlıkta hissettiğin koku zamanın kokusuydu. O koku, ancak bir şehir batmaya başlayınca duyulur
“Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikâyemi, benden yüzyıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher kararmadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.”
Birbirlerine verebilecekleri en büyük acıyı, konuşmaları gereken vakitlerde susmayı tercih ederek verdiler.
Kendisinden ayrılanın, ölümün yoluna mı, ihanetin yoluna mı, yoksa tekrar kavuşmanın yoluna mı girdiğini asla bilemezdi insan.
Öyle çok yoruldum ki, kalbimin yenik düşmesinden ızdırap duyamadım bile.
Zarifliği bir leylağın büklümlerini anımsatan küçük kızın kendini teslim ettiği bir cümle değil, yalnızca bir suskunluktu. Kimse onun, insanlardan kaçarak gecenin kuyularına inmiş bir adamın suskunluğunda ne bulduğunu anlayamadı.
Bu gece, ilk kez bu gece, gidecek başka bir yeri olmadığı için kendi hanına konaklamış bir misafirden başkası değilim.
Bugün Sakine’yle iki defa göz göze geldim.
Dünyanın en güzel iki ülkesine sahip olduğumu da, karanlık bir han odasından başka bir yer olmadığımı da bugün anladım.
Gözlerine mil çekilmiş bir tek gün, gözlerine sürmeler çekilmiş yılların öcünü fazlasıyla aldı benden.
İnsan yalnızca aklına güvenince, önce bir suyu kirletip, sonra onun berraklığını inandırır kendini. O kirli suya damlattığı ne varsa, hepsini de insanca bir meşrulukla onaylar.
Ben Sakine’nin gözlerine, o ise benim, gözlerine hangi gözle baktığıma bakıyordu.
Çünkü batan kentlerde insanlar, kendi sonlarının en az kendimi batışı kadar gürültülü olmasını isterler.
Ayrıca şunu da bilmeni isterim ki, yoldan başka bir evi olmayan bana, evimden başka bir yolun olmaması gerektiğini düşündüren bir tek Mahinur çıktı.
Bir annenin unutkanlığının bir çocukta açacağı yarayı hiç kimseye anlatamadım. Kendimi, sürekli kendimden uzak bir yerlerde aradıysam bundandır.
Bir hakikat kendini ona açmadan, o asla ön yargının patikalarında yürümeye kalkmazdı.
Çünkü açığa çıkmamış bir aşkla, sonu açıkta kalmış bir güzelligi kimse öldüremez.
Insan çok, dünya büyük, hayat bir muammaydı.
Bazı insanlar varlıklarından çok daha fazla yer tutarlar.
İnsanlar insanların acılarına akrabadır.
bir önceki hatamın içimde bıraktığı sızıyı bastırabilmek için, her seferinde bir öncekinden daha büyük bir hata işledim. bir yerden sonra sınırımı da, geri dönmem için gereken ipuçlarını da büsbütün kaybettim.
Başlangıçta küçük küçük günahlarla doyurduğum nefsim, tattığı her günahın ardından yeni bir kötülüğe heves saldı.
Bir hakikat kendini ona açmadan, o asla ön yargının patikalarında yürümeye kalkmazdı.
Dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuştu artık.
eğer bugün çıldırmadıysam, bunu yalnızca sahibimin merhametine borçluyum.
Çünkü batan bir kentte insanlar, kendi sonlarının en az kentin batışı kadar gürültülü olmasını isterler.
Aklını bir başına bırakmamaya özen gösterdi.
Zamanın da bir kokusu vardır; dün senin karanlıkta hissettiğin koku zamanın kokusuydu. O koku, ancak bir şehir batmaya başlayınca duyulur
Dünyanın en güzel iki ülkesine sahip olduğumu da, karanlık bir han odasından başka bir yer olmadığımı da bugün anladım.
Birbirini merak etmekten çok, birbirinin çizgilerini tamamlayan birer yüze sahiptik.
Hepsinin de sonları kaçınılmazdı: Hatıraları tarafından hatırlanmak.
Heyecanını yitirmiş her kent, hatıralarıyla avunurdu; hatıralarını çoğaltır,onları biçimsizleştirir, yeniden şekillendirir, bir yerden sonra kendini hatıralarından ayırt edemez olurdu. Kendine kendini anlatan ve kendinden kendini dinleyen kentlerdi bunlar.
Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikâyemi, benden yüzyıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher kararmadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.
“Sizden tek bir isteğim var: Hissettiğinizi içinizde saklayın. İçinizde saklayın ki, iki kişi arasında olup biteni, sevmenin görgüsünden uzak sayısız insan öğrenmesin, Çünkü beylerin ipeği pazara düşünce rencide olur.”
“Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikâyemi, benden yüzyıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher kararmadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.”
“Günah işleyemeyecek kadar bezgin, hırsızlığa cesaret edemeyecek kadar korkak, hatırlanamayacak kadar unutulmuş bir şehirde, insanla hayat arasında ölümden başka kimsenin duramayacağını sen de bilirsin.”
“Sen de bilirsin ki kardeşim İbn Cüzeyy, bir ev iki günlük konuğundan sırrını saklayabilir ama on iki günlük konuğundan asla.”
“Hayır; Mahinur, ihanetin açtığı diye bağlandığım bir heves değildi. Kendinden öncekileri bütünüyle unutturan, kendinden sonra geleceklere de kapıları kapattıran alımı vardı onun.”
“Sakın her şeyin bu kadar kısa olmasına şaşırma. Çünkü biz, Tanrı’nın kader hesabını tutacak bilgiye sahip değiliz henüz!”
“Ben onun yüzünde kimisi yarım kalmış pek çok nakşı, o benim yüzümde kimisi gidilmemiş pek çok yolu gördü. Anlayacağın, birbirini merak etmekten çok, birbirinin çizgilerini tamamlayan birer yüze sahiptik. “
“Bazıları, ızdırap çektikleri yerlere garip bir bağlılık duyarlar,”
“Heyecanını yitirmiş her kent, hatıralarıyla avunurdu; hatıralarını çoğaltır, onları biçimsizleştirir, yeniden şekillendirir, bir yerden sonra kendini hatıralardan ayırt edemez olurdu.”
Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikâyemi, benden yüzyıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher karamadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.
Ben Mahinur. Dünyada hep bir eksiklik olarak yaşadıkları için, hayatlarını çizgilere ve yollara kaptıran iki adamdan birinin kızı, diğerinin karısı oldum. İkisi de kızılamayacak kadar küçük, bağışlanamayacak kadar büyüktüler.
Bunda anlaşılmayacak bir yan yoktur; bazı insanlar varlıklarından çok daha fazla yer tutarlar..!
İnsan çok, dünya büyük, hayat bir muammaydı.
Kendisinden ayrılanın, ölümün yoluna mı, ihanetin yoluna mı, yoksa tekrar kavuşmanın yoluna mı girdiğini asla bilemezdi insan.
Bilgiyi alımlı yapan ölüm düşüncesidir.
Geriye, şu çıranın aydınlığında titreyip duran hatıralar bırakılmıştı toplanması gereken: Geriye, otuz yıllık kalp atışları, odadaki boşlukta öylece asılı duran kelimeler, verilmiş öğütler, arzu giysisinden soyunmuş upuzun suskunluklar ve ipeği bile dalgalandırmamaya özen gösteren temiz gülümseyişler kalmıştı.
“Bazı insanlar varlıklarından çok daha fazla yer tutarlar.”