Mehmet Görmez kitaplarından Sünnet ve Hadisi Anlama Kılavuzu kitap alıntıları sizlerle…
Sünnet ve Hadisi Anlama Kılavuzu Kitap Alıntıları
İslam ümmetinin geleceği, yanlış anlaşılan, yanlış yorumlanan rivayetler ışığında, ahir zaman edebiyatı ile belirlenemez. İslam ümmetinin geleceği Kur’an-ı Hakim’in ruhuna aykırı olarak bizi karamsarlığa sevk eden fiten edebiyatı ile de belirlenemez. Geleceğin ahir zaman edebiyatı ile tespit edilmeye kalkışılması, kurtuluşu, vaat edilen bir kurtarıcı beklentisine indirgeyecektir ki bu da sünnetullaha aykırıdır. Kaldı ki ahdin bozulacağı, güven ve emniyetin ortadan kalkacağı, emanetin zayi olacağı, ehil olmayanların iş başına geleceği, cehaletin çoğalıp ilmin azalacağı, ahlaksızlığın yaygınlaşacağı gibi toplumsal ahlakın bozulacağına dair haberleri aynı zamanda sünnetullahı ifade eden rivayetler olarak okumak da mümkündür. Sünnetullahı bırakıp bu rivayetler üzerinden bir eskatoloji çıkarmak ve kehanette bulunmak doğru değildir. Bir Yahudi kabalası ile fiten rivayetlerini karıştırmak kabili mümkün değildir.
Konu, kavram ve rivayet bütünlüğünü esas almak varken tikel bir rivayetin harflerinden kelime ve edatlarından hükümler çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. Lafızlara ifade etmedikleri manalar yükleyen bâtınî yaklaşımlar ile manayı lafızlardan ibaret gören zâhiri yorumlar genel geçer usûle uygun değildir. Hadislerin mana ile rivayet edilmiş olması gerçeğini göz ardı ederek lafzi ve harfi manası ile anlamak pek çok problemin sebebini teşkil etmiştir.
hadisleri doğru anlamanın yollarından biri de rivayetlerde yer alan kavramları Hz. Peygamber’in o kavrama yüklediği manalar bütünlüğü içinde anlamaktır. Bunun için de hadisleri semantik tahlile tabi tutmak gerekmektedir.
Hz. Peygamber’den rivayet edilen her sözü veya onun hakkında sözlü olarak ifade edilen her hâdiseyi pek çok kareden oluşan bir resme benzetecek olursak, her hadisin veya hâdiseyi bize nakleden rivayetin bütün kareleri tamamlanmış resmini bize veren herhangi bir hadis kitabı mevcut değildir. Bu açıdan bakıldığında hadis kaynakları, resmi tamamlayan kareleri ihtiva etmek açısından hiç kimsenin mustağni kalamayacağı eserlerdir. Ancak resmi tamamlamak bir hadis rivayetinin, bütün tariklerinin bir araya getirilmesiyle mümkündür.
sünnet, tarih içinde yeni sünnetler ortaya konulmasına da imkân ve zemin hazırlamıştır. Ezanı damda okumak minareyi, hurma kütüğü üzerinde hutbe irad etmek minberi, cami üzerinden evren tasavvuru kubbeyi, namazlarda safları sık ve düzgün tutmak farklı bir cami mimarisini doğurmuştur.
Aynı şekilde tasvir yasağı minyatürü, ebruyu doğurmuş ve Müslümanların sanat anlayışlarını şekillendirmiştir. Bunun gibi salavat-ı şerife beraberinde bir edebiyatı doğurmuş; o edebiyat musikiye kapı aralamış ve oradan Itri’ler çıkmıştır. Dolayısıyla bir nadanın çıkıp minare, minber, musiki, minyatür ve kubbe bidattir demesi akıl kârı değildir. Aksi bir tutum aynı zamanda İslam’ın evrensel ve çağlar üstü olma ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir.
Ancak sünnetin, İslam medeniyetine süreklilik kazandırması için evrensel örneklik ve bütünlük ilkeleri çerçevesinde doğru bir sünnet anlayışına sahip olmak gerekir. Zira doğru bir sünnet anlayışı sürekliliği tahkim ederken yanlış bir sünnet anlayışının ise değişime karşı Müslümanları zayıflatacağı unutulmamalıdır.
bugün biz Müslümanların sünnet anlayışı, evrensel olmaktan uzaktır. Zira İslam dünyasında egemen olan sünnet anlayışı, girişte ifade ettiğimiz iki hayatî ilkeyi yani İslam’ın evrenselliğini ve ebediliğini göz ardı ederek şekli ve yerel unsurları öne çıkarmak, sünneti bedensel birtakım şekli unsurlara indirgemek suretiyle dini olanla kültürel olanı, evrensel olanla yerel olanı, âdet ile ibadeti birbirine karıştırmıştır. En önemlisi de bu egemen sünnet anlayışı nedeniyle bütün insanlık için bir değerler manzumesi olan sünnetin evrensel boyutlarını hayatımızda gösteremediğimiz ve bilhassa risalet-i Muhammediyye’nin gayesi olan ahlakı sünnet anlayışımızın merkezine yerleştiremediğimiz için, Hz. Peygamber’in insanlık düşüncesinde meydana getirdiği terakkileri (ilerlemeleri) insanlığa takdim etmekten çok uzak kaldığımızı üzülerek müşahede etmekteyiz.
sünneti doğru anlamak için adet ile ibadeti, yerel olan ile evrensel olanı, dini olanla kültürel olanı bir birinden ayırmak gerekir. Bunun için de sünnetin yazılı belgeleri olan hadisleri doğru değerlendirmek, sahihini sakiminden ayırmak ve onları Şâri-i Hakim’in maksadına uygun bir biçimde ele almak mecburiyetindeyiz. Bunların yanı sıra bu iki hayatî ilkenin tatbiki sünnette örneklik, hadiste bütünlük ilkelerine bağlıdır.
Bu iki ilke göz ardı edildiği içindir ki bugün İslam dün yasında bir araştırma yapılsa ve Sünnet denince aklınıza ilk ne geliyor? diye sorulsa adalet, ahlak, merhamet, fazilet, samimiyet, hakkaniyet, sadakat ve güvenilir olmak gibi ahlakın yüksek umdelerinin geri planda kalacak olması üzüntü vericidir. Aynı zamanda bu durum sünneti bedensel bazı hareketlere indirgediğimiz, davranışlarımıza ruh ve anlam katmak üzere sergilenen bir örnekliği şekle ve surete hapsettiğimiz manasına geldiği gibi kalıplarımıza yönelik sünnetleri kalbin sünnetlerine, bedenin sünnetlerini aklın sünnetlerine tercih ettiğimiz anlamı da taşımaktadır. Dahası bu durum, sünneti bir ahkam kitabı olarak gördüğümüz kadar ne yazık ki davranışlarımızı ahlaki kılan bir değerler manzumesi olarak okumadığımızı da göstermektedir.
En büyük sorun, bütüncül bir bakış açısından uzak durarak parçacı yaklaşımlarla sünnet ve hadisi değerlendirmekten kaynaklanmıştır.
Sünnet, Allah’ı bir, Kitab’ı bir, Peygamber’i bir olan müminleri aynı besmelede aynı duada aynı Fatiha’da aynı ibadette aynı şeairde buluşan bir ümmete dönüştürmüştür.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’in ümmeti olmak demek aynı zamanda kâinata rahmet nazarıyla bakmak demektir.
Hiçbir peygamber kavminin kültürünü dinin kuralı haline getirmemiştir. Bir dine girebilecek en büyük bidat, peygamberin gönderildiği toplumun kültürünü evrensel bir din kuralı haline getirmektir.
Sürekli sünnetin neliğini tartışırken sünnetin nasıl bir insan inşa ettiği, nasıl bir toplum öngördüğü, nasıl bir kültür ve medeniyet doğurduğu ihmal edilmektedir.
Sünneti doğru anlamak için âdet ile ibadeti, yerel olan ile evrensel olanı, dini olanla kültürel olanı birbirinden ayırmak gerekir.
Sünnet ve hadisi bugün anlamlandırıp yorumlarken risalet-i Muhammediyye’nin iki büyük özelliğini daima göz önünde bulundurmalıyız. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in bütün insanlara hatta bütün alemlere gönderildiği, diğeri ise bütün çağlara ve bütün zamanlara hitap ettiği hakikatidir.
Her hikmet mümine bir emanettir. Şüphesiz sünnet nizamını adil şahitler ve sadık haberlerle bize ulaştıran her rivayeti Allah Resulü’nün hikmetli bir emaneti olarak görüp doğru anlamak ve onu hayatımıza taşımak bizim temel vazifemizdir. Ancak sünnetin merciiyetini, otoritesini, hadisin hücciyetini tartışırken risaleti rivayete, Resul’ü raviye feda ettiğimiz müddetçe bu ayrışmalar bitmeyecek; risaletin otoritesi ile rivayetin otoritesini, sünnetin otoritesi ile Ehl-i Hadis’in ve hadis külliyatının otoritesini karıştırdığımız müddetçe bu tartışmalar istikrar bulmayacaktır.
Her türlü bilginin metaa dönüştüğü, dini bilginin bütünlüğünü kaybedip parçalandığı çağımızda artık en büyük sorun bilgisizlik anlamında cehalet değil, usûlsüzlüktür. Bilgi kıtlığı değil, usûl yokluğudur.
Sünnetin kaynak değerini toptan reddetme modern zamanlara özgü, arızi bir durumdur.
Bazıları ‘Peygamberin sünneti’ tabirinin doğrudan Kur’an’da geçmeyişini sünnetin aleyhine bir delil olarak kullanırlar. Oysa Kur’an bir sözlük kitabı değildir. Hz. Peygamber’in sünneti muhteva olarak bütün yönleriyle Kur’an’da mevcuttur.
Yine meselâ gerek Müslümanlar gerekse gayr-i müslimler tarafından sıkça tartışılan Hz. Âişe’nin yaşı mes’elesi, hadislerin rivayet bütünlüğü dikkate alınmadan vuzuha kavuşmayacaktır. Risaletin ilk günlerinde Müslüman olanların isimleri arasında, ablası Esmâ ile birlikte adının geçmesi, babası Hz. Ebû Bekir’in hayatı, yaşı, evliliği, ablası Esmâ ve kardeşi Abdurrahmân’ın yaşları, Esmâ ile arasındaki yaş farkı, hicret, Hz. Hatice’nin vefat yılı, Hz. Âişe’nin İslâm’dan önce Cubeyr ibn Mut’im ile nişanlı oluşu ve İslâm’ın gelişiyle bu nişanın bozulması, Arap geleneğinde kız çocuklarının yaşının akıl-baliğ olduktan sonra sayılması, ablası Esmâ’nın Mekke baskınında şehadeti gibi hususlar birlikte değerlendirilmeden bu mesele anlaşılmayacaktır. Aynı şekilde meselenin anlaşılabilmesi için Hz. Âişe’den Mekke döneminden rivayet edilen hadisler ile Medine döneminden bize intikal eden iki bin rivayetin de göz önünde bulundurulması gerekecektir. Bununla birlikte Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e yönelttiği sorular, ettiği itirazlar, yaptığı Kur’ân yorumları, sahabenin sorularına verdiği cevaplar, İfk Hâdisesi gibi büyük bir olayda takındığı olgun tavrı, erkek çocukların bile yoldan geri çevrildiği Uhud Savaşı’na bilfiil katılması, Hz. Peygamber’den sonraki siyasi faaliyetleri ve hassaten Cemel Vakası gibi hususlar ile Hz. Âişe’nin vefat tarihine dair rivayetlerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Bu meseleye dair bütün bu rivayetler bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde Hz. Âişe’nin altı yaşında nişanlanan, dokuz yaşında evlenen bir kız çocuğu değil, bütün ashâb-ı kirâma annelik yapacak bir yaşta olduğu rahatlıkla görülecektir.
Meselâ Hz. Peygamber’in, Ateşte pişen yiyeceklerden dolayı abdest alınız. hadisini dilsel bağlamı dikkate almadan anlarsak hemen hemen her yemekten sonra abdest almamız gerekecektir. Ancak Hz. Peygamber’in bilhassa etli yiyeceklerden sonra Kokusu yokluğundan hayırlıdır. diyerek ellerini üzerine süren bir toplumu taş ve toprak medeniyetinden su medeniyetine taşımak gibi bir amacının varlığı bilinirse ‘vudû’ kelimesinin Arapça’da el yıkamak manasına da geldiği tespitinden hareketle hadis, ‘Ateşte pişen yiyeceklerden sonra ellerinizi yıkayınız.’ diye tercüme edilecektir.
Dilsem bağlam, bir hadiste geçen kelime ve kavramların cümlelerle, cümlelerin metnin tamamıyla, metnin de Arap dili ve grameriyle olan bağlantısıdır.
Başka bir ifadeyle, Hz. Peygamber’in her sözünü ve davranışını, bulunduğu ortam ve bu ortamın doğurduğu şartlar içerisinde ele alma zarûreti vardır.
bir hadisi değerlendirirken tarihsel ve toplumsal bağlamını, sadece sahih rivayetlerle değil tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojiden yararlanarak ilmî yöntemlerle tahlil etmek gerekir.
Başka bir rivayette ise ALLÂH Resûlü şöyle buyurmuştur: “Kim bir kavme benzerde o da onlardandır.”
Hadisin her açıdan kâfirlere benzemeyi yasaklayan zahirini esas alarak hadisten ‘kâfire benzeyen kâfir olur.’ gibi bir mânâ çıkarmak yanlış olacaktır. Oysa makâsıd esas alındığında hadisin ‘Kişiyi ancak kâfire küfründe benzemek kâfir yapar.’ ilkesi çerçevesinde anlaşılması gerektiği açıktır.
Münasebet ise sebep ile müsebbep arasındaki ilişkidir. Başka bir ifadeyle illet ile hüküm arasındaki münasebettir.
Hikmet ise hükmün üzerine bina edildiği açık (zâhir) olan, hükümle doğrudan ilişkili (munâsib) olan ancak bilinebilir, tanımlanabilir (gayr-i mundabit) olmayan vasıf olarak tarif edilmiştir. Bu açıdan bilinebilirliği ve hükümle ilişkisi kesin olana illet, kesin olmayana ise hikmet denilmiştir. Bu nedenle illet, üzerine kıyas yapılabilir bir özellik taşırken, hikmetin böyle bir özelliği yoktur. Bunun yanı sıra hikmet şer’î bir hükmün neticesidir, neticesinden elde ettiğimiz mânâdır, faydadır, maslahattır. Şâri’in hükümden maksadıdır. Hikmetlerin bütünü ise külli maksattır, yani külli gayedir.
Usûlcüler illeti; hükmün üzerine bina edildiği açık (zâhir) olan, hükümle doğrudan ilişkili (munâsib), bilinebilir ve tanımlanabilir (mundabit) olan vasıf olarak tarif etmişlerdir. Başka bir ifadeyle illet, hükmün üzerine dayandığı esastır ve aklın sebep ile müsebbep arasında doğrudan kurduğu ilişkidir.
3. Şayet dinî bir metin farklı yorumlara açıksa yorumları teke indirgemek gerekir; zira ALLÂH ve Resûlü’nün muradı hakkında zân ile hüküm vermek doğru değildir.
Gazzâlî’ye göre bu konuda da takip edilecek en sağlam yöntem, akıl ve nakli bir ve beraber kabul etmek, birini diğerini tercih etmeden, ikisinden birine öncelik tanımadan anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktır.
2. Hiç kimse akıl burhanını yalanlayama asla kalkışmasın; zira akıl yalan söylemez. Akıl yalan söylerse şeriatın ispatı da yalan olur. Şeriatın en büyük şahidi yine akıldır. Şeriatın doğruluğu yalancı bir şahidin tezkiyesiyle anlaşılabilir. Öbür yandan nasların çoğu yine yorumla anlaşılır; akıl olmazsa bunlar nasıl yorumlanır?
1. Hiç kimse, -hangi yöntemi takip ederse etsin- her şeyin künhüne ve hakikatin tüm bilgisine vâkıf olduğunu zannetmesin. Bırakın orta seviyedeki bir bilgini, nice büyük âlimlerin gözünden nice büyük hakikatler kaçmış olabilir. Eğer bir âlim Hz. Peygamber’den sahih olarak gelen bütün hadislerin murad ve maksadını anladığını iddia ederse bu, onun aklının çokluğuna değil, kıtlığına alâmettir.
Nakli esas alıp aklı reddedenler ise her şeyi ALLÂH’ın kudretiyle izah ederek naklin en büyük şahidi olan aklı dışlamak ve reddetmek konumuna düşerler ki bu da naklin kendisini yalanlamak mesabesindedir.
Öyleyse bu hususta yapılacak şey orta bir yol takip ederek akıl ve nakli yorumlamak yoluyla cem’, te’lif ve telfik etmektir. Ancak burada da asıl problem hangisine öncelik tanımamız gerektiği, hangisini hangisine göre yorumlamamız lâzım geldiğiyle ilgilidir. Gazzâlî’ye göre bu hususta da birini diğerine tercih etmek yanlış olur. Akla öncelik tanıyarak bütün hadisleri mantıkî çözümlemelerle anlamaya çalışanlar, akıllarına ters gibi görünen birçok sahih hadisi reddetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Nakle öncelik tanıyanlar ise muhal olmayan her şeyi kabule yanaşırlar, hakikatin kendisine vâkıf olamazlar.
Gazzâlî’ye göre, akıl-nakil arasında çelişki görülen her yerde sadece aklı esas alarak nakli reddetmek ne derece ifrat ve yanlışlık ise nakli esas alıp aklı yok saymak da o derece aşırılık ve tefrittir. Zira aklı esas alıp nakli reddedenler, akıllarına muhalif gibi görünen her haberi reddetmekle kalmazlar, peygamberlerden gelen bu tür haberlerin aslında hilaf-ı hakikat olduğunu, ancak peygamberlerin, gönderildikleri toplumun seviyesine inmek için bunları telaffuz ettiklerini söylerler; bu ise peygamberlere yalan isnad etmektir.
İmanımıza kuvvet veren, bizleri salih amele sevk eden, ahlâkı hamideyi bize en güzel şekilde öğreten Peygamber sözlerini, akla muhalif gibi görünen beş-on rivayetin gölgesinde heba etmek akıl kârı değildir.
Günümüzde bazıları akla muhalif olan yahut muhalif gibi görülen rivayetler üzerinden topyekûn sünnet ve hadisi ilzam ederken bazıları da söz konusu rivayetleri savunalım, müdafaa edelim derken risalete gölge düşürdüklerinin farkında olmamaktadır. İslâm ümmetine, hatta topyekûn insanlığa bir değerler manzumesi olan sünnet ve hadisi bu rivayetler üzerinden tartışmak doğru değildir.
Çağımızda yaşanan tartışmalarda öne çıkarılan az sayıda o kadar garip rivayet örnekleri var ki Müslümanların ister itiraz sadedinde ister müdafaa sadedinde olsun bu rivayetleri merkeze alarak sürekli tartışmaları, sünnet ve hadisin mehabetine gölge düşürmektedir.
Her şeyden önce burada söz konusu olan akıl, akl-ı selimdir; yani yönlendirilmemiş, nesnel, tarafgirlikten ve dış etkilerden uzak akıldır. Burada akıl derken kişiden kişiye değişen akıl değil; ALLÂH’ın dini, varlığı ve kâinatı anlasın diye insana bahşettiği ilâhî vahyin muhatabı olan akıldır. Elbette burada yaratıcı kudreti, vahyi yok sayan, aklı yegâne bilgi kaynağı olarak gören akılcılığı, yani rasyonalizmi kastetmiyoruz. Ancak hadislerin asıl kriterine arz edilmesinde bazı hususlara dikkat edilmelidir.
Gazzâlî’nin ifadesiyle, Her kim aklı yalanlarsa şeriatı da yalanlamış olur; zira şeriatın doğruluğu yine akılla öğrenilmiştir. Eğer aklî delil doğru olmasaydı, (gerçek) peygamber ile sahte peygamberi, yalancı ile doğruyu ayırt edemezdik. Şeriat akıl ile tespit edildiği hâlde, şeriatın kendisi aklı nasıl yalanlayabilir? Bu sebeple aklın sarih ilkeleriyle çelişmeyeceği düşüncesinin genel kabul gördüğü unutulmamalıdır.
Hadisleri anlarken ve yorumlarken aklı nakle, nakli de akla feda etmemek önemli bir ilkedir.
Binaenaleyh hadisleri sünnet-siret bütünlüğü içinde değerlendirdiğimizde; kadınları dövmeye ruhsat verdiği söylenen rivayetler değil, onun hiçbir eşine hiçbir ân el kaldırmayışı esastır. Çocukları dövebilme ruhsatı verdiği belirtilen rivayetler değil, hiçbir çocuğu incitmeyişi asıldır. Nitekim evinde ve elinde yetişen Hz. Enes, hizmetinde bulunduğu on yıl içerisinde ALLÂH Resûlü’nün bir defacık olsun kendisine Niçin böyle yaptın? veya Niye bunu yapmadın? demediğini rivayet etmiştir.
Meşhur Tatar âlimi Şihâbuddîn Mercânî’ye göre İslâm Peygamberi’nin en büyük mucizesi, onun getirdiği mesaja uygun olarak ortaya koyduğu hayat tarzıdır. O, bu mucizeyle yeryüzünün en bereketsiz topraklarında, bedevî bir toplumdan medenî bir toplum meydana getirmiştir. Mercânî bu görüşünü şöyle bir örnekle açıklamıştır: Hafız olduğunu iddia eden üç kişiden birisi hafızlığını ispat için birkaç adil şahit getirse, diğeri keramet gösterip Kur’ân’ın harflerine ve sayfalarına hafız olduğunu söyletse, üçüncüsü ise Kur’ân’ı Fâtiha’dan Nâs’a kadar ezberinden okusa bize düşen üçüncüye itibar etmektir.
Mütevatir nebevî tatbikata rağmen, Buhârî ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiği “ALLÂH’ın kadın kullarını ALLÂH’ın mescitlerinden alıkoymayın.” hadisine rağmen sünnet-hadis bütünlüğü yok sayılarak bir sünnetin daha sonraki zamanlarda mekruha dönüşmesini anlamak mümkün değildir. Bunu sadece dini kaygılarla izah etmek yeterli değildir. Bu, aynı zamanda Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen birtakım siyasi, içtimai, kültürel değişimlerle de ilgilidir.
Abdullâh ibn Ömer’in oğlu yani Hz. Ömer’in torunu Bilâl’in, hanımını bir sabah mescide gitmekten alıkoyması üzerine eşler arasında yaşanan ihtilaf, kayınpeder Abdullâh ibn Ömer’e intikal etmiştir. Bunun üzerine “ALLÂH’ın kadın kullarını ALLÂH’ın mescitlerinden alıkoymayın.” hadisini okuyan Abdullâh ibn Ömer, oğluna “Bu hadisi hiç duymadın mı?” diye sormuştur. Oğlu Bilâl ‘Duydum ama buna rağmen ALLÂH’a yemin ederim ki göndermeyeceğim.” diyerek eşini camiye göndermemekte ısrar edince Abdullâh ibn Ömer, ‘Ben sana ALLÂH Resûlü’nden haber veriyorum, sen de bana ona izin vermeyeceğim diyorsun. Hâlini değiştirinceye kadar seninle konuşmayacağım.’ diyerek oğlu Bilâl’e çok sert tepki göstermiştir.
Hz. Ömer, bir gün nikâhlanırken ‘kendisini mescitten alıkoymama’ şartı koşan zevcesi ‘Atîke’ye mescide gitmesinden hoşlanmadığını söylemiş, ancak her vakitte mescide gitmesiyle bilinen ‘Atîke, kendisini engellemediği sürece bu kararından vazgeçmeyeceği cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, kendisini engellemeyeceğine yemin etmiştir. Yine bir gün ‘Atîke’ye “Ömer’in bu işi sevmediğini ve karşı çıktığını bile bile niçin geliyorsun?” denildiğinde ‘Atîke, “Beni engellemesinin engeli var. Ona kalırsa yasaklar da onu engelleyen Peygamber’in sözü var.” diye cevap verdikten sonra “ALLÂH’ın kadın kullarını ALLÂH’ın mescitlerinden alıkoymayın.” hadisini okumuştur.
daha Hz. Peygamber hayatta iken Yahudilerin kadın/mabed ilişkisine dair olumsuz bakış açısının da etkisiyle Medine’deki yerleşik kadın telakkisine ve geleneklerine aykırı bulunmuş ve bu hususta kadınlar erkeklerin birtakım engellemeleriyle karşılaşmıştır. Bu direnç ilk etapta gece namazları (sabah, akşam ve yatsı) kısıtlaması ile kendini göstermiştir.
Bu sebepledir ki Resûlullâh’ın “Geceleyin ve izin istediklerinde ALLÂH’ın kadın kullarını ALLÂH’ın mescitlerine gitmekten alıkoymayın.” hadisi, ‘engellemeyin’ diye başlamaktadır.
Kadın erkek ayrımı yapmadan camiye katılımı teşvik eden Hz. Peygamber, hatta bayramlık elbisesi olmayan kadınların olanlardan temin ederek bayrama katılmalarını istemiş, özel günlerinde olan kadınların dahi namaz kılmamakla birlikte hayra (bayram) ve güzelliğe (hutbeye) şahit olmak için Musallâ’da (Medine meydanı) kılınan bayram namazlarına katılmalarını emretmiştir.
Mescide gelen kadın sayısının çoğalması üzerine kadınlara mahsus ‘babu’n-nisâ’/kadınlar kapısı’ ismi verilen müstakil bir kapı inşa ettiren ALLÂH Resûlü, Mescid-i Nebevi’de hastalar için çadır kurdurduğu hâlde kadınlarla erkekler arasına ne bir perde astırmış ne bir duvar ördürmüş ne de bir kadınlar mahfili inşa ettirmiştir.
Kadınların mescide katılıma bu derece ihtimam gösteren ALLÂH Resûlü, kadınların mescide gelirken tesettürlü olmalarını ve güzel koku kullanmamalarını istemiş; erkeklerin safının bitiminden sonra kadınların safının başlaması, o dönemde toplumda cari olan kıyafetlerin şekli nedeniyle kadınların erkeklerden sonra secdeden kalkmaları, namaz bitiminde selâmdan sonra ilk önce kadınların sonra da erkeklerin mescidden çıkması gibi mesciddeki işleyişle ilgili bazı kurallar da tanzim etmiştir.
Hz. Peygamber’in Medine hayatı bir bütün olarak ele alındığında Mescid-i Nebevî’nin yapımından itibaren vefatına kadar genciyle yaşlısıyla kadınların vakit namazları ile cum’â ve bayram namazlarına katıldığı açıkça görülmektedir. Siyer, hadis ve tarih kaynakları da bir bütün olarak incelendiğinde bu bilginin amelî tevatür derecesinde olduğu anlaşılmaktadır.
Ebû Hanîfe ekolüne göre de sünnet sadece hadis üzerine bina edilmemiştir. O aynı zamanda Müslümanların tatbikatıyla da sürdürülmüş olmalıdır. Hanefiler sahabenin ittifakla uyguladıklarını ma’rûf sünnet ışığında anlamaya çalışmıştır.
İmam Mâlik uygulanagelen sünnetler ile rivayetler arasında bir çelişki gördüğünde Sünnetler nuhun gemisidir. Ona binen kurtulur. Geri kalan, sırt çeviren boğulur. diyerek tercihini sünnetten yana kullanmış, onlarca meselede Medine ehlinin tatbikatına muhalif hadislerle amel etmemiştir. Mâlik’in bu yerinde tavrının hakkını Abdullâh ibn Vehb şu ifadelerle vermiştir: Mâlik ve Leys olmasaydı ben dalâlete düşerdim. Çünkü her hadisle amel edilir zannederdim.
Garanik Hâdisesi diye şöhret bulan böylesi bir yalan ve iftiranın siyer, tefsir ve meğazi kitaplarımıza sızması ve bazı tali hadis kitaplarında yer bulması oldukça üzüntü vericidir. Yüzyıllar sonra Selman Rüşdi’nin 1980’lerin sonlarında bütün İslâm dünyasını ayağa kaldıran Şeytan Ayetleri adlı romanını böylesi bir rivayet üzerine bina etmesi, bu tür konularda ne kadar hassas olmamız gerektiğini ortaya koymuştur.
Resul ve nebi konusunda farklı görüşlerin olması elbette mümkündür. Ancak burada önemli olan, dinin on dört asırlık deliller sistemi ve deliller hiyerarşisinin göz ardı edilerek böylesi bir ayırım üzerinden sünnetin ve hadisin din dışı bir kaynak hâline dönüştürülmemesidir. Bu hususta resul ve nebi kavramları üzerinden bir tartışma yürütmektense resullerin ve nebilerin ortak görev ve sıfatları üzerinde durmak daha doğru olacaktır.
İslâm âlimlerinin resul ve risalet kavramını tahrif ettiklerini iddia ederek nübüvvetin bir makam, risaletin ise bir görev olduğu gibi garip ve müphem bir iddia ile mü’minlerin sünnet ve hadise itaat ve ittibâ ile emrolunmadıklarını söylemek, anlaşılır şey değildir.
Bugün modern zamanların en garip tartışmalarından birisi, risalet-nübüvvet, resul-nebi ayırımı üzerinden nübüvvetin hitama erdiğini ancak risaletin devam ettiğini iddia ederek Peygamber’e itaati ve ittibâı Kur’ân’la sınırlandırmak, sünnet ve hadisi devre dışı bırakmak olmuştur.
Resul’ün görevi insanlara gelen vahyi beyan etmektir. Zira sünnet Kur’ân’ın beyanıdır. Beyan mübeyyene ters düşmez, onunla çelişmez. Böyle olursa ya yanlış bir anlayış, ya batıl bir tevil, ya zayıf bir sened ya da uydurma bir hadis var demektir. Bu hususta İmâm Şafi’î Hadis Kur’ân’a muhalif olamaz. Ancak ALLÂH Resûlü’nün hadisi ALLÂH’ın has ve âmm muradını beyan eder. derken İbn Kayyım ise şöyle demiştir: ALLÂH’ın kitabına muhalif bir tek hadis olamaz.
Şaz, bir ravinin kendisinden daha güvenilir bir ravinin rivayetine aykırı rivayette bulunmasıdır. İllet ise isnada yönelik eksikliklerle birlikte muhakkik âlimlerin metinlerde gördükleri gizli kusurlardır. Buna malul ya da muallel hadis de denmektedir.
Bilindiği gibi genel geçer kabule göre bir hadisin sahih olması için beş şartı taşıması gerekir. Bunların üçü isnadla, ikisi de metinle ilgilidir. İsnadla ilgili olanlar; ravilerin aslına uygun olarak aktarak bir dirayete ve zabta sahip olmasının yanı sıra her türlü tahriften alıkoyacak bir adalete ve ahlâka da haiz olması ve rivayetin her kademesinde raviler arasında bir kopukluk olmamasıdır.
Metinle ilgili olan ilkeler ise şaz olmaması ve gizli bir illet taşımamasıdır.
Diğer taraftan Hanefi fakihler de sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid tabirleri ile mahiyeti itibarıyla sünnete yeni bir bakış açısı getirmişlerdir. Buna göre;
Sünnet-i hüdâ: Yerine getirilmesi dinin bir emri ve gereği olan sünnetlerdir. Bunu terk eden kimse kerahet veya kötülük (isâet) işlemiş olur. Buradaki isâet, harâm değil ancak mekruhtan da aşağıda ve hoş olmayan bir şeydir. Namazı cemaatle kılmak, ezan ve kamet gibi dinin şearininden olan sünnetler bu kabildendir.
Sünnet-i zevâid: Hz. Peygamber’in, ALLÂH katından bir tebliğ veya dini açıklama niteliği taşımaksızın insan olması itibarıyla yaptığı beşerî davranışlardır. Bunlara ‘zevâid sünnet’ veya ‘âdet sünneti’ de denilmiştir. Hz. Peygamber’in giyim-kuşam ve yeme-içme tarzı, zevkleri, kınayla saç ve sakalını boyamış olması böyledir. Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir Müslüman, Hz. Peygamber’in bu tür davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye lâyık olur, terk ederse kınanmaz ve kötülük (isâet) işlemiş olmaz, denilmiştir.
Bir dine girebilecek en büyük bidat, peygamberin, gönderildiği kavmin örfünü, âdetini, geleneğini, kültürünü din hâline getirmektir.
Harâmdan mamul giysiler giymek, giydiğimiz kıyafetlerin erkek-kadın ayrı ayrı setr-i avreti gerçekleştirmesi ve temiz olması, başkasına benzemek için giyilmemiş olması, üstünlük taslamak için kibir unsuru ihtiva etmemesi; bütün bunlar sünnettir.
Bunun dışında hangi kıyafeti giyeceğimiz, hangi rengi tercih edeceğimiz, hangi yemeği hangi sebzeyi hangi meyveyi yiyeceğimiz kültürdür ve bunlar, her toplumun zevkine bırakılmıştır.
Helâl ve temiz olanı yemek, az yemek, besmeleyle başlamak, hamd ile bitirmek, belli bir adaba riâyet etmek, iftarı mü’min kardeşiyle paylaşmak sünnettir. Ancak belirli bir yiyecek ile iftar açmak ise bir kültürdür.
Hz. Peygamber’in zamanında olmayan her şeye bidat denilmesi durumunda nass olmayan konularda ortaya çıkan bütün kıyas ve ictihadların bidat kabul edilmesi icap edecek; asırlardır Müslümanların yolunu aydınlatan ictihad, maslahat, istihsan ve sedd-i zeria gibi usûl kâidelerinin inkârı gerekecektir. Böylesi bir yaklaşımın İslâm’ın evrenselliğine aykırı olduğu açıktır.
Abdullâh Draz’ın ifadesiyle, eğer biz Hz. Peygamber zamanında olan her şeyi sünnet, olmayan her şeyi de bidat kabûl edersek Arap’ın hayat tarzını ve yaşam biçimini din hâline getirmiş oluruz. Arap’ın âdetlerine aykırı hareket eden herkesi Ehl-i Bidat ilan ederiz.
İbnu’l-Esîr bidat kavramını izah ederken Hz. Ömer’in teravih namazını cemaatle kılmaya dâir, “Bu ne güzel bir bidat oldu.” ifadesinden hareketle şöyle demiştir: “Bidat ikiye ayrılır. Hidayete götüren bidat (bid’atü hedyin) ve dalâlete götüren bidat (bid’atü dalâlin).
Bidat, dinden olmayan bir şeyi dinîleştirmektir. Dolayısıyla her yenilik değildir. Ancak her bidat dalâlettir.
Tirmizî’nin rivayeti şöyledir: “Sonradan ortaya çıkan işlerden (muhdes) uzak durun. Zira her yenilik bidat, her bidat dalâlettir.” Bazıları bu hadisin sadece zâhirini esas almış ve Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeyi bidat olarak değerlendirmiştir. Bazıları ise sünnet olmayan her şeyi bidat kategorisinde addetmiştir. Oysa bidatin tanımı zamansal değil, ilkeseldir. Yani Hz. Peygamber zamanında olmayıp sonradan ortaya çıkan her şeye bidat denilemez.
Pek çok kimse ne yazık ki bidatin sözlük mânâsı ile ıstılâhi mânâsını birbirine karıştırmakta; bu sebeple de herkesi bidatçi, fâsık, Ehl-i Bidat ilân etmeye kalkışmaktadır.
Dilin sünneti zikrullâhtır, duâdır, istiğfardır. Dilin sünneti yalan yere ALLÂH adına yemin etmemektir, sözü namus bilmektir, sözün ahlâkına riâyet etmektir.
Sözün ahlâkı kavl-i su’ etmemektir/kötü söz söylememektir, kavl-i münkerden/çirkin sözden uzak durmaktır.
Dilin sünnetleri vardır. Dilin en büyük sünneti doğru sözdür, kelime-i tayyibedir, kelime-i leyyinedir.
Ruhun sünneti çocuklara merhamettir, çocukla çocuk olmaktır. Ruhun sünneti kadınlara karşı nazik ve kibar olmaktır, onları kırmamak, incitmemektir.
Ruhun sünneti nezakettir, zarafettir, edeptir.
Ruhun sünneti mahlûkata ALLÂH’ın cemal sıfatı üzerinden bakabilmektir. Ruhun sünneti ALLÂH güzeldir, güzelliği sever. nebevî ilkeyi prensip edinmektir.
Ruhun sünnetleri vardır. Ruhun en büyük sünneti eşyayı, varlığı ve kâinâtı rahmet nazarıyla temaşa etmektir.
Aklın sünneti ilimden, hikmetten ve marifetten ayrılmamaktır. Aklın sünneti lüzumsuz, faydasız ve gereksiz olan şeylerden korunmaktır.
Aklın sünnetleri vardır. Aklın sünneti düşünmektir; akletmektir, tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmektir. Aklın sünneti fikreden, zikreden, tedbir alan akıl sahibi olmaktır. Nitekim bir rivayette Bir saat tefekkür, bin saat nafile ibadetten efdaldir. buyurulmuştur.