Reha Çamuroğlu kitaplarından Sultan Selahaddin El Kürdi kitap alıntıları sizlerle…
Sultan Selahaddin El Kürdi Kitap Alıntıları
Ve Yusuf zindanını terk etti!
Bildikleri dünyanın kurallarına tabi olmayan bir dünya görmüşlerdi. Orada bütün ayaklar her an baş olabilir, bütün başlar bir anda yerlerde yuvarlanabilirdi.
Kudüs düşmanın da, dostun da kalbiydi.
“Düşmanını kahretme, onda bir nefes bırak, olur ki bir gün yeni bir düşman karşısında o eski düşmanına ihtiyacın olur.”
Bir ve aynı din nasıl olurdu da bu kadar farklı yorumlanabilirdi? Nasıl bir zorlu nifaktı bu?
Fazla konuşmanın, üzerinde konuşulan meseleyi zehirlediğine inanırdı
Ne dersin Şirkuh, yakıştı Yusuf’a Selahaddin adı öyle değil mi?
Nefs nedir? diye sordu Cafer.
Nefs, dedi Süleyman, sadece sende olan, sadece sana ait olandır!
…Kudüs düşmanın da, dostun da kalbiydi.
“Büyük savaş için hazırlanın. Perakende oyalanmak yok artık. Hedefimiz el-Aksa da namaz kılmaktır!” Dedi.
İman zaten aşk değil midir?
Hayatta denge önemlidir, Yusuf. Düşmanınla bile dengeli savaşacaksın.
Bazen tecrübe insanın el ve ayaklarında pranga gibidir. Her şeyi o kadar tartar, o kadar ayrıntılı hesap yaparsın ki, kıpırdayamaz olursun.
Fazla konuşmanın,üzerinde konuşulan meseleyi zehirlediğine inanılırdı.
-İnsanlar niçin savaşır?
-Savaşmak bir zanaattır Cafer. Nasıl demircinin, çalgıcının, şairin, berberin, fırıncının bir zanaatı varsa hükümdarların zanaatı da savaşmaktır.
-Seni anlamıyorum. Fırıncıyı anladım. Ben çok severim taze somunu. Peki, savaşı kim yiyebilir ki? Neye yarar savaş?
-Hükümdarlara herhalde. Baksana onlar ister savaşı. Durmadan çıkardıklarına göre bir bildikleri vardır.
-Fırıncıyı, demirciyi, şairi anladım. Peki, hükümdarlar kime lazım?
-Bunu herkese sorabilirsin, ama bir hükümdara sorma olur mu?
Hiç âşık oldun mu? dedi Cafer, Süleyman’a.
Âşık olmasam burada işim ne! dedi Süleyman gülerek.
Kaç kez? diye sordu Cafer.
Kaç kez olacak, bir kez elbette!
Niçin elbette diyorsun? Birden fazla, pek çok kez olmuş olamaz mısın?
Hayır, anlamında başını salladı adam. Bir kez, ancak bir kez olabilirsin. Böyle büyük bir kısmeti ancak bir tane verir Allah.
Ya birden fazla olanlar nasıl oluyor? diye diretti çocuk.
Hisler de birbirini taklit eder, dedi adam.
Fazla konuşmanın, üzerinde konuşulan meseleyi zehirlediğine inanırdı.Her cümle tercüme edilmemeli, her söz sündürülmemeliydi.
Allah, aşkı yaratarak ne büyük bir hediye vermişti böyle.Bu yaşta bile çocuk olabilmenin, insanın içinin titremesinin başka bir vesilesi olabilir miydi?
Bu dünya bütün hesapların görülebileceği bir yer değildi.Ömürlerinin sonunda bütün hesaplarını görmüş olmayı dileyenler, gözü açık gitmeye aday olanlardı.
ölüme bir anlam verebilmek için öldürdük birbirimizi
En çok üzüldüğüm nedir bilirmisiniz? diye sordu emirlerine, sustular.
Hepsi saldırırken ‘Allahu Ekber’ diye bağırdı dedi.
akan suda kirlenir dedi süleyman.
Eee? der gibi baktı cafer. yani? dedi
Yani durgunu da akanı da kirlenir.sen hangisi olmak isterdin?
Tereddütsüz cevapladı cafer:
Elbette akan.Akarken hem kirlenir hem temizlenir.
durgun olanın çaresi yok.
Çünkü bazen tecrübe insanın el ve ayaklarında pranga gibidir. Her şeyi o kadar tartar, o kadar ayrıntılı hesap yaparsın ki, kıpırdyamaz olursun.
Her kavme bir nimet vermiş yüce Rabbim ,bize de halayı vermiştir.
En çok üzüldüğüm nedir bilir misiniz? diye sordu emirlerine, sustular.
Hepsi saldırırken ‘Allahu Ekber’ diye bağırdı, dedi.
Bak söyleyeyim sana ;kılıç düşman içindir. Kafirler, Demir Adamlar, her ne ise! Hançer ise dost görünen düşman içindir. Yani yakınlardakiler için. Bu nedenle de uzun olması gereksizdir.
Keskin gülüşlü bir Türk’ten burada bir atasözü öğrenecekti. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”
Gençken nasıl da kolaydı dost ve düşman edinmek!
Zaten yaşlılık yalnızlaşmak değil midir?
Gün sayarak hayat geçmeyeceği gibi,hayıflanarak ölmek de herhalde pek tatsız olurdu.
Ömürlerinin sonunda bütün hesaplarını görmüş olmayı dileyenler gözü açık gitmeye aday olanlardı.
Bu dünya bütün hesapların görülebileceği bir yer değildi.
‘Dikkat et oğlum, Mısır, tahtına oturanı firavunlaştırır,’
Nefs nedir? diye sordu Cafer.
Nefs dedi Süleyman sadece sende olan, sadece sana ait olandır!
İnsanın bütün ilmi Allah’ın ilmiyle kıyaslandığında zandan ibarettir.
Bilen bilir ve her şeyin tamamını elbette Allah bilir.
Akıllı düşünürken, deli yolu bitirir.
“Nefs nedir?”diye sordu Cafer.
“Nefs,”dedi Süleyman, “sadece sende olan, sadece sana ait olandır!”
Bir gün bir minyatürde kendi kuyruğunu yutmuş bir yılan figürü gördüğünde gülmüş, “İşte bizim halimiz bu!” demişti.
‘Biz emaneti gökler, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim,çok cahildir.’
Yunan yahut Rum ateşi de denilen Grejuva, İsa öncesinden itibaren bilinen bir silahtır. Esas olarak kõmür, kükūrt, zift, reçine, nafta ve güherçile karışımlarından elde edilen yanıcı ve yakıcı bir silahtır. Zamanla içeriğine yeni katkılar yapılmış, yanma süresinin uzaması ve söndürülmesinin zorlaşması sağlanmıştır.
Kuşatmalarda, hem savunma hem de saldırı için kullanılabildiği gibi, özellikle Doğu Roma imparatorluğu’nun donanmasında, düşman gemilerini yakmak için kullanılmıştır. Suyla sönmeyen bu ateş, aksine yaygınlaşır ve büyürdü. Genelde bilinenin aksine, Haçlı savaşları sırasında bu ateşi söndürme yöntemi keşfedilmişti. Ateş sirkeyle söndürülebiliyordu ve bu nedenle o dönemin ordu yahut donanmalarında variller dolusu sirke bulundurulmaktaydı.
Hospitalier Şövalyeleri ya da Hastane Şövalyeleri, ilk bakışta ilginç gelen isimleriyle bu tarikat, 1023 yılında Müslüman hâkimiyeti altındaki Kudüs’te kurulan bir Hıristiyan hastanesinden yola çıkar.
Amalfililer adındaki bu hastane, 1099’da Hiristiyanların Kudüs’ü ele geçirmesinden sonra dini ve askeri bir merkeze dönüşür. Haçlı ordularında seçkin birlikler olarak hizmet veren bu tarikatın şövalyeleri, Ortadoğu’dan sonra önce Rodos’a, Rodos’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra ise Malta’ya sığınmışlardır. Siyah üzerine beyaz haçlı amblem ve giysileriyle tanınan bu tarikat hâlâ etkindir ve çeşitli Avrupa başkentlerinde hastaneleri bulunmaktadır. Templar tarikatının bazı mal varlıkları sonradan bunlara devredilmiştir.
Tarikatın resmi denilebilecek adı İsanın ve Süleyman’ın Tapınağının Fakir Asker Kardeşleri ya da Templar, yani Tapınak Şövalyeleridir.
Tarikat, 1129 yılında, Papalık tarafından resmen kabul gördükten sonra hızla gelişmiş ve özellikle Haçlı Seferleri sırasında önemli roller oynamıştır.
Beyaz cübbe üzerine işlenmiş kırmızı bir haçla kendilerini belli eden şövalyeler, uzun bir süre Ortadoğu Müslümanları için kâbusa
dönüşmüş savaşçılardır. Sivil tarikat üyeleri ise, özellikle ekonomik faaliyetlerde ve para ticaretinde kendilerini göstermişlerdir. İşgal
altındaki Kudüs’te, el-Aksa Camii’ni kendilerine üs yapmışlardır. Tarikat, Haçlı Seferleri dalgası bittikten sonra önemli ölçüde nüfuz yitirmiş ve Papa V. Clement tarafından 1312’de yasaklanmış, özellikle Fransa kralının başını çektiği vahşi bir engizisyon hareketi sonrasında yok edilmiş, Büyük Üstad’ları yakılarak idam edilmiştir.
Haçlıların egemen olduğu Ortadoğu topraklarının genel adı Outremer’di. Burada ilginç kanunlar uygulanmıştır. Örneğin; bir
Müslüman erkek, bir Hıristiyan kadınla cinsel ilişki kurarsa hadım edilirdi. Kendi rızasıyla Müslüman bir erkekle ilişki kuran kadının burnu kesilirdi. Şüphesiz bu kanunlar soylular için geçerli değildi. Aynı şekilde Müslümanların Hıristiyan giysilerine benzeyen giysiler giymeleri de kesinlikle yasaktı. Yine de zamanla, Haçlı işgali
altındaki bölgelerde Müslümanların şartlarında bazı düzelmeler görülmüştür. Müslümanların yaşadığı köylerde Reis adı verilen temsilciler seçilmesi ve bazı şehirlerde Kadı ların yargılama yapmalarının sağlanması gibi.
Ortaçağda ordular, sefere, arkalarında büyük hayvan sürüleriyle giderlerdi. Koyun, domuz gibi küçükbaş hayvanlar da olmakla
birlikte, esas olarak doyurucu özelliği ve sindirim sisteminde sorunlara yol açmaması nedeniyle sığırlar tercih edilirdi.
Bazen bu sığırlardan hastalanarak ölenler olduğunda, doğal olarak yenilmezler ve ölür ölmez altlarına daha sonra rahatça taşıyabilmek için kalın bir bez serilirdi. Leşin iyice kurtlanması ve sineklenmesi beklenir, tam anlamıyla çürüme ve şişme gerçekleştiğinde, bu leşler, büyük kuşatma araçlarıyla, kuşatılan kale yahut şehre fırlatılır, duvarlarda ya da sokaklarda patlaması sağlanırdı. Kısacası ilginç ve iğrenç bir biyolojik silahtı Uçan İnekler.
Sultanlar ve yönetilenler arasındaki eski bir oyundu bu. Yönetilenler sultanların her şeyi, bütün sırlarını bildiği korkusuyla yaşar ve rüyalarında bile bu en derin ve sıkıntılı sırların yüzlerine vurulduğunu görürler, en küçük bir imada yerle bir olurlardı. Bu nedenle sultanların bol imalı konuşmaları gerekirdi ve üstat Nizamülmülk bunu bolca öğütlerdi.
Zaten yaşlılık yalnızlaşmak değil midir?
Sabır sence önemli bir erdem midir?
Cafer’in bu sorusu Süleyman’ı sevindirdi.
Bak, dedi, sana bir hikâye anlatayım. Adamın biri çok sabırlıymış. Sabrın sonu Sabrın sonu der dururmuş. Toprağı kireçliymiş, Getirmiş bir söğüt ağacı, dikmiş toprağına. Ağaç tabii ki kurumuş. Bu geçmiş karşısına, beklemiş yeniden yeşersin diye. Her aklına gelişinde, gitmiş, kovalarca su dökmüş. Dualar etmiş söğüde. Beddualar etmiş. Olmamış. Ama o sabrından vazgeçmemiş.
Sonra? dedi Cafer sabırsızlıkla.
Ölmüş, dedi Süleyman.
Ağaç mı?
Hayır, adam!
Tam adaletin olduğu yerdir, herkesin canla başla uğraşacağı, ateşe gireceği yer.
Allah, aşkı yaratarak ne büyük bir hediye vermişti böyle. Bu yaşta bile çocuk olabilmenin, insanın içinin titremesinin başka bir vesilesi olabilir miydi?
Ölümden korkmuyor musun? diye sordu Cafer, Süleyman’a.
Bilmem, dedi öteki. Daha çok ne olacağını bilememekten korkuyorum belki.
“Ne olacak ki? Ya cennet ya cehennem, dedi çocuk.
En iyisini Allah bilir, dedi adam.
Bilmiş bir edayla, Evet, elbette, dedi çocuk. İşte ben de ondan korkuyorum, dedi adam.
Ne çok ihtimal yanıp gidiyordu hayatta ve ne çok fırsat bir daha geri gelmemecesine yok ediliyordu.
Nereden çıkardınız dünyaya nizam verme görevini? Kur’an’da size böyle bir görev mi verilmiş?
Ama Selahaddin sen sadece Kahire’de, Mansure mahallesinde arkanda otuz bin ceset bıraktın ve bize Nizamülmülk’ün hesabını soruyorsun!
Asr-ı Saadet diyor âlimleriniz, yapmasınlar Allah aşkına! Söyle onlara bu nasıl Asr-ı Saadet’tir ki, dört halifeden üçü din kardeşlerince öldürüldü.
Hiç âşık oldun mu? dedi Cafer, Süleyman’a.
Âşık olmasam burada işim ne! dedi Süleyman gülerek.
Kaç kez? diye sordu Cafer.
Kaç kez olacak, bir kez elbette!
“Niçin elbette diyorsun? Birden fazla, pek çok kez olmuş olamaz mısın?
Hayır, anlamında başını salladı adam. Bir kez, ancak bir kez olabilirsin. Böyle büyük bir kısmeti ancak bir tane verir Allah.
Ya birden fazla olanlar nasıl oluyor? diye diretti çocuk.
Hisler de birbirini taklit eder, dedi adam.
Öğrenmenin de hazır olmaya yetmediği şeyler vardır.
Duyduk duymadık demeyin! Şam’ın eski şahnebaşı Yusuf bin Eyyub’a İskenderiye şehrinde kâfir ordusuna karşı gösterdiği kahramanlık ve herkese gösterdiği merhametten ötürü, Melik el-Adil tarafından bundan böyle Selahaddin denilecektir. Duyduk duymadık demeyin!
Çünkü bazen tecrübe insanın el ve ayaklarında pranga gibidir. Her şeyi o kadar tartar, o kadar ayrıntılı hesap yaparsın ki, kıpırdayamaz olursun.
Tiflis’in hemen güneydoğusuna düşerdi Davîn.
Kafirlerin kiliseleri onları ateşleyebiliyor, binlerce kilometre öteye bir ok gibi fırlatabiliyordu. Ama halifeler bu halleriyle sadece mızmızlık aşılıyorlar, köle yetiştiriyorlardı. Selahaddin şimdi efendisi Nureddin’in niçin medreselere o kadar önem verdiğini daha iyi anlıyordu. Bir şey uğruna savaşılacaksa o şeyin niçin değerli olduğu bilinmeliydi. Anlayamadığı bir şey için savaşmak çok zordu.
“Nasıl yaşadınız?” sorusuna şu cevabı vereceklerdi:
“Yaşamak mı ? Ne yaşaması ? Biz öyle bir şey bilmeyiz. Haşa! Savaştık ve öldük ! “
Bir ve aynı din nasıl olurdu da bu kadar farklı yorumlanabilirdi? Bir ağaç nasıl olurdu da bu kadar farklı meyveler verebilirdi ? Nasıl bir zorlu nifaktı bu ?
..Beni böyle almalı, itiraz kabul etmez başmelek. Uysalca giderim onunla. Ben Selahaddin Yusuf bin Eyyub, Kudüs fatihi..
..Sanırım en çok da el-Fadıl üzülür. Çok hassastır onun ruhu, bazen acımasız görünse de. Şimdi bunu yazar o. Tahmin bile edebiliyorum mektuplarının son satırını. Şöyle yazacaktır:
Ve Yusuf zindanını terk etti!
Allah çözümünü vermediği mesele koymaz ortaya.
De ki: Yarattıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabb’e sığınırım.
Bütün vücudum ve ruhum açık bir yara gibi, nereme dokunsan tek bir tepki vereceğim. Ağlamak, ağlamak, ağlamak
Yine de içinden bir ses ona, görünenlerin göründüğü gibi olmayabileceğini söylüyor..
“Nefs nedir?” diye sordu Cafer.
“Nefs,” dedi Süleyman, “sadece sende olan, sadece sana ait olandır!”
“İnsanın bütün ilmi Allah’ın ilmiyle kıyaslandığında zandan ibarettir.”
“Toprağın kaderi olur mu?”
-Kılıç ile hançer arasındaki fark nedir diye sordu
– biri uzun bi kısa
– oda somut olarak doğru ama !
Kılıç düşman için uzaktan savaşmak için
Hançer dost görümlü düşman için yakından savaşmak için