İçeriğe geç

Sula Kitap Alıntıları – Toni Morrison

Toni Morrison kitaplarından Sula kitap alıntıları sizlerle…

Sula Kitap Alıntıları

Hoş bir ağlamaydı bu -bağıra bağıra, uzun uzun- ama dibi yoktu, tepesi yoktu, salt halka halka olmuş bir keder vardı.
Shadrack ile Nel birbirinin tersi yönlere uzaklaştılar, her biri geçmişle ilgili ayrı şeyler düşünüyordu. Geçmişteki şeyleri anımsadıkça aralarındaki uzaklık arttı.
Nathan onun yeni öldüğünü anlamıştı, gözlerinin açık oluşundan değil ağzının açık oluşundan anladığını söylüyordu.
Bunlar ölmüş insanlar değildi. Sözcüklerdi. Hatta sözcük bile değil. Dilekler, özlemler.
Bunca yıldır Sula’ nın telaşı karşısında kendisinin sakin, soğukkanlı davranışıyla için için gurur duymuştu, Sula’nın korku ve utanç içindeki gözlerini görünce duyduğu şefkatle. O zaman olgunluk, sakinlik, şefkat gibi görünen şey şimdi sevinçli bir uyarının ardından gelen bir dinginlik gibi görünüyordu. Chicken Little’ın çırpınan gövdesinin üzerini su nasıl sakince örtmüşse, onun neşesinin üzerini de gönül rahatlığı örtmüştü.
Benim suçlu olduğumu mu düşünüyorsunuz? diye fısıldıyordu Nel.
Eva da fısıldadı: Bunu senden iyi kim bilebilir?
Sanki hayatında ilk kez yalnız kalıyordu; her zaman olmak istediği yerde, dikkatini dağıtabilecek her şeyden uzaktaydı.
Güneş, on iki yaşımdayken baktığım güneşin aynısı, armut ağacı aynı
Hiçbir şey hiçbir zaman farklı değildi. Hepsi aynıydı. Bütün sözcüklerin, bütün gülümseyişlerin, her gözyaşının, her şakanın bir ilişkisi vardı.
Nereden biliyorsun? diye sordu Sula.
Neyi? Nel hala ona bakmıyordu.
Kimin iyi olduğunu. Kendinin iyi olduğunu nereden biliyorsun?
Ne demek istiyorsun?
Belki de iyi olan sen değildin. Bendim.
Yaşadığını gösterecek neyin var?
Göstermek mi? Kime? Benim kafam var, kızım. O kafanın içinde olup bitenler var. Yani demek istiyorum ki kendim varım.
Senin hayatını yaşamıyorum diye nasıl bir hayatının olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Bu ülkede bütün siyahi kadınların ne yaptığını biliyorum.
N’apıyorlarmış?
Ölüyorlar. Tıpkı benim gibi. Ama tek fark, onlar kesilmiş bir ağacın kökü gibi ölüyorlar. Bense, bir servi gibi yıkılıyorum. Bu dünyada gerçekten yaşadım.
Aynı şeyleri yineliyorsun.
Nasıl aynı şeyler?
Bana bir kadın ve bir siyahi olduğumu söylüyorsun. Bir erkek olmakla aynı şey değil mi bu?
Hiç sanmıyorum, çocukların olsaydı sen de benim gibi düşünürdün.
O zaman gerçekten de senin erkek dediğin o yaratık gibi davranırdım. Tanıdığım bütün erkekler çocuklarını bırakıp gitti.
Onun tuhaflığı, naifliği, kendi eşitinin öteki yarısını bulma isteği başıboş bir hayalgücünün işiydi. Boyaları ya da çamuru olsaydı, dans etmeyi ya da çalgı çalmayı bilseydi; sınırsız merakını, eğretileme yeteneğini işe koşmasına olanak tanıyacak başka bir şey olsaydı, bu huzursuzluğun, bu gelgeç gönüllüğün yerini başka bir şey alabilirdi, ona özlediği her şeyi verebilecek bir şey. Sanatın bütün biçimlerinden yoksun bir sanatçı gibi tehlikeli bir insan oldu.
Nel, Sula’ ya dürüst davranmış ilk kişiydi, Sula’nın ilk öğrendiği ad onun adıydı, hayatın eğimli olduğunu, insanın hayatı son sınırına kadar gerebilmesine bu eğimliliğin olanak sağladığını Sula gibi görmüş ilk kişiydi. Şimdiyse Nel onlardan biri olmuştu.
Size söylemek mi?
Evet. Anlat.
Bizi gıdıklayan şeyler sizi gıdıklamaz ki.
Öf, daha kimseyi boğazlamadığıma göre herhalde iyiyim.
Kararını değiştirirsen bana haber ver.
Öldürülmesi gereken biri mi var?
Bu kasabadakilerin yarısı.
Sula asla kimseyle yarışmazdı; başka insanların kendi kendilerini ortaya koymalarına yardım ederdi yalnızca.
Öfkeyi iyi biliyorlardı, ama umutsuzluğu hayır, hangi nedenden canlarına kıymıyorlarsa aynı nedenden dolayı günah işleyenleri taşlamıyorlardı, bunu kendilerine yakıştıramıyorlardı.
Birbirlerini bir daha ancak on yıl sonra göreceklerdi, bir kuş kalabalığı içinde buluşacaklardı.
O günden sonra Willy, Eva’nın hayatını kurtarmış olmakla övündü hep – Eva’nın da kabul ettiği yadsınamaz bir gerçekti bu ve bunun için otuz yedi yıl ona lanet etmişti, ömrünün sonuna kadar da edecekti, ancak
ömrünün sonuna geldiğinde zaten doksan yaşındaydı ve her şeyi unutmuştu.
Yüreğimde ona yer vardı, ama içimde yoktu, artık yoktu. Onu bi kere doğurdum. Bi daha doğurmazdım.
Öyle ya, iyidir. Herkes iyidir. Annen dışında herkes. İyi olmayan tek kişi annen. Çünkü sizi sevmedi.
Bir keresinde Hannah, Eva’yı siyahilerden nefret etmekle suçladığında Eva salt bir kişiden, Hannah’nın babası OğlanOğlandan nefret ettiğini, bu nefretin kendisini ayakta tuttuğunu, mutlu ettiğini söylemişti.
Sonra adam eğildi, yeşil entarili kadının kulağına bir şey fısıldadı. Kadın bir an durdu, sonra başını geriye atıp güldü. Eva’ya Şikago’yu anımsatan, yüksek perdeden, bir büyük kentli gülüşü. Bir balyoz gibi indi ve Eva ancak o zaman bildi ne hissedeceğini. Göğsü nefretle doldu.
Ağlayacak mıydı, adamın boğazını mı kesecekti yoksa kendisiyle sevişmesi için yalvaracak mıydı? Hiç bilemiyordu.
Ama bu Sula’yla tanışmadan önceydi, beş yıl Garfield İlkokulunda gördüğü, ama kendi annesi onun annesinin is karası olduğunu söylediği için hiç tanışmadığı, hiç oynamadığı kızla.
Her ben deyişinde içinde güce, sevince, korkuya benzer bir şey baş veriyordu.
Nel ne demek istediğini pek bilmiyordu, ama öte yandan ne demek istediğini çok iyi biliyordu.
Daha sonra hiçbir geçerli neden yokken, hiç değilse kimsenin anlayabileceği bir neden, kuşkusuz Nel’in ne o zaman ne de daha sonra anlayabildiği bir neden yokken Helene gülümsedi. Tıpkı biraz önce kasaptan tekmeyle kapı dışarı edilmiş, ama o dükkanın önünde kuyruğunu sallayan bir sokak köpeği gibiydi. Kondüktörün somon renkli suratına bakarken bütün dişlerini göstererek, cilveyle gülümsedi.
Yalnızca tek bir sözcük duymuştu; kapıdan geçmeye çalışırken, daha önce özenle yerleştirdiği yerden kayıp bir gözünün üzerine düşen geniş kenarlı şapkasının üstünde o sözcük sallanıyordu.
Bütün o eski alınganlıklar, her zaman hep hatalı olma korkusu midesine vurdu, elleri titremeye başladı.
Kaybettiği tek bir savaş vardı, o da adının söylenişi. Taban’ daki insanlar Helene dememekte inat ediyorlardı. Helen Wright diyorlardı, işte o kadar.
İnsanlar onun deliliğinin sınırlarını ve niteliğini bir kez anladıktan sonra onu, deyim yerindeyse, kafalarında bir yere yerleştirebildiler.
Ölümün kokusunu biliyor, ondan çok korkuyordu, çünkü karşısında hazırlık yapmanın olanağı yoktu.
Ulusal İntihar Günü törenini İkinci Dünya Savaşı dışında engelleyen bir şey olmamıştı.
Ama orası yüksek tepe, demiş köle.
Bize göre yüksek, demiş efendisi, ama Tanrı yukarıdan baktığı zaman orası taban arazi. İşte bu yüzden oraya öyle diyoruz. Göğün tabanı – en iyi topraklar oradadır.
1969 #8242; da Queens’te özgürlüğe temas kaçınılmaz bir şeydi. Bazılarımız başarılı oldu; bazılarımız öldü. Hepimiz tadına baktık.
Edebiyatta bir kadının erkek hakimiyetine girmemesi, tam bir felaketle sonuçlanmasa da pişmanlıklar, mutsuzluk getirir. Sula’ da ben bu kaçışın yalnızca geleneksel siyahi toplum düzeyinde değil kadınlar arası dostluk düzeyinde de sonuçlarının neler olabileceğini keşfetmek istedim.
Yola gelmez kadınlar büyüleyicidir; yalnızca davranışlarından dolayı değil, tarihsel olarak kadınlar kargaşa yaratıcı varlıklar olarak görüldüğü için bu böyledir, kadınlar erkeklerin hükmü alhnda olmadıkları sürece statüleri doğuştan meşru değildir.
Bunun, 1969’da, 1920’lerde sahip olmadığı ne gibi anlamları olabilirdi? Hem kıskanılan hem de kendisine karşı dikkatli olunması gereken kadın imgesi geliyordu akla.
Kendimizi kendi kurtuluşumuz, kendimizin en iyi dostu olarak düşünmeye yüreklendiriliyorduk.
Hannah, Nel, Eva, Sula, bir haçın dört ucudur – hepsi cinsiyetleri ve ırklarıyla sınırlı kişilikleri için seçilmiştir. Haçın kesişme noktası, ulaşılması zor olan özgürlük ile sorumluluğun kaynaştığı noktadır, kazanma şanslarının en az olduğu anlaşılan kadınlar arasındaki savaş. O haçın kollarına başka savaşların telleri dolaşmıştır – bu kavgayı zorunlu kılan aynı güçlerin kıskacında köye çakılıp kalmış savaş gazilerinin, yetim çocukların, kocaların, emekçilerin savaşı. Zafer yalnızca hayalgücü için söz konusu olabilirdi.
Hanna’nın talepleri yaşadığı mahallede kabul edilebilir taleplerdir çünkü taleplerinin maddi bir yanı yoktur ve hiç kimse için bir tehdit oluşturmamaktadır; aile kaynaklarına zarar verici bir etkisi yoktur. Çünkü hem parası hem de otoritesi olan bir başka kadına, Eva’ya bağımlı olmak dışında hiç kimseyle rekabet etmez. Sula, Eva gibi çok korkunç bir şey yapmamıştır ama kasabalılar onu rekabetçi olduğu kadar bir yıkıcı, bir şeytan olarak da görürler. Nel, en aza indirilmiş talepleriyle sessiz bir ölçüt oluşturur.
Öyküye Hanna Peace’in cinsel özgürlüğüyle giriş yaptım, bölge kadınlarının belli bir kadın tipine nasıl -kıskançlıkla karışık neşeli bir hayran-lıkla- bakhkları konusundaki anı parçalarını ekleştirerek oluşturdum onu.
Phillis Wheatley, Gökyüzü mavidir, dediyse, en önemli soru siyahi bir kadın için bunun ne anlamı olabileceği sorusuydu. Jean Toomer, Demir sıcaktır, diye yazdıysa, kölelik zincirlerini ne oranda isabetli ya da yanlış bir şekilde dile getirdiği konuşuluyordu. Bu yükü yalnızca eleştirmenler değil okurlar da omuzlarında hissediyorlardı. Hangi ırktan olursa olsun bir okur siyahi bir yazarın yapıtına yaklaşırken kendini nasıl konumlandırmalıydı? Okurun yapıta yaklaşımı acaba okurla ilgili nelerin ortaya çıkmasına yol açacak kaygısı olmayacak mıydı hep?
Siyasal öykü ve romanın sanat olmadığı yargısı sağduyumuzla uyuşan bir düşüncedir; bu tür yapıtların herhangi estetik bir değere sahip olma olasılıkları zayıftır çünkü siyaset -her türlü siyaset- günceldir, o yüzden de siyasetin varlığı ürünü lekeler.
Benim görmüş geçirmiş gülümü benden başka kimse bilmiyordu onca görkem bana kısmet oldu. Böylesi bir görkem kimsenin yüreğinde olsun istemiyorlar.
-Döğme Gül
Birileri sizi bırakıp gitmeden önce onları özlemek düpedüz bahtiyarlıktır.
Cehennem ateşini yakmana gerek yok, o zaten senin içinde yanıyor.
Sula asla kimseyle yarışmazdı; başka insanların kendi kendilerini ortaya koymalarına yardım ederdi yalnızca.
Gurura kapılan şeytana kapılır.
Cehennem ateşini yakmana gerek yok, o zaten senin içinde yanıyor..
Ölümün rastlantısal olduğuna inanmıyorlardı, hayat öyle olabilirdi, ama ölüm ne yaptığını biliyordu.
Birtakım duygular insanın ayakta durmasını gerektirir.
Birileri sizi bırakıp gitmeden önce onları özlemek düpedüz bahtiyarlıktır.
Benim görmüş geçirmiş gülümü benden başka kimse bilmiyordu.onca görkem bana kısmet oldu.böylesi bir görkem kimsenin yüreğinde olsun istemiyorlar.
Birileri sizi bırakıp gitmeden önce onları özlemek düpedüz bahtiyarliktir.
Çün­kü birtakım duygular insanın ayakta durmasını gerektirir.
Çünkü birtakım duygular insanın ayakta durmasını gerektirir.
Birileri sizi bırakıp gitmeden önce onları özlemek düpedüz bahtiyarlıktır.
Ölümün kokusunu biliyor, ondan çok korkuyordu çünkü karşısında hazırlık yapmanın olanağı yoktu. Onu korkutan ölüm ya da ölmek değildi, bunların insanı hiç beklemediği bir anda yakalayışlarıydı.
Ama yüzüne ba­kınca alttaki kafatasını da gördü, kızın da bunu gördüğünü, onun orada olduğunu bilip korktuğunu düşünerek onu ya­tıştıracak bir şey bulmaya, bir şey söylemeye çalıştı, acısının gözlerinden dökülmesini önleyecek bir şey. Bunun üzerine, her zaman dedi. Böylece kız değişiklikten korkmayacak;
derinin dökülmesinden, kanın damlayıp akmasından, altın­daki kemiğin görünmesinden. Onu sürekliliğe inandırmak, ona bunun güvencesini vermek için her zaman demişti.
Onların dünyasında yanlış yola sapmak, doğru yolda olmak kadar doğanın bir parça­sıydı. Bunu yok saymak ya da yok etmek onlara düşmezdi.
Küçükken kağıt bebeklerimin kafaları yerlerinden çıkardı, boynumu büktüğüm zaman kafamın bebeklerinki gibi çıkmayacağını çok sonra öğrendim. Kafamı dimdik tutarak yürüyor, çünkü güçlü bir rüzgarın ya da arkamdan sertçe çarpan bir şeyin kafamı kopartacağını sanıyordum. Bunun böyle olmadığını bana Nel söyledi. Ama yanılıyordu. O oğlana rastladığım zaman başımı yeterince dik tutamadım, bu yüzden bebeklerinki gibi başım koptu.
Evet, insanların ağızı durmayacak ama biz işin aslını bildiğimize göre önemi yok.
Ölüleri hafifçe sızlanarak, bir şeyler mırıldanarak, zarif bir gül demetiyle uğurlamak tek başına yetmezdi, doğalı bu değildi. Ölümün yanında zarifliğin sözü olmazdı, özünde ölümün kendisi zariflikten uzak bir şeydi.
İlk deneyimi ona güvenilecek bir başkasının olmadığını öğretmişti; ikinci deneyimi insanın güveneceği bir kendi sinin de bulunmadığını gösterdi.
Dünyanın en eski çığlığını bekliyordu. Başkaları için değil; insanın kendi acısından kaynaklanan çok kişisel bir çığlık.
Yüzünde donup kalan acı öylesine yoğundu ki, insanlar yıllar yılı bir araya geldiklerinde bunu anımsadıkça başlarını iki yana sallayacaklardı.
Sığınabileceği bir yer aradı çevresine bakarak. Küçük bir yer. Kederinin sığabileceği kadar kadar küçük bir yer.
Ne zaman yeni bir yol açılsa bir yaşlılar evi inşa ediyorlar. İnsanlar heralde daha çok yaşıyorlar, diye düşünebilirsiniz, ama işin doğrusu daha çabuk evden atılıyorlar.
– ( ) Cehennemin en dayanılmaz yanı sonu gelmez oluşudur
“Yola gelmez kadınlar büyüleyicidir”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir