İçeriğe geç

Sufi ve Şiir Kitap Alıntıları – Mahmud Erol Kılıç

Mahmud Erol Kılıç kitaplarından Sufi ve Şiir kitap alıntıları sizlerle…

Sufi ve Şiir Kitap Alıntıları

Nesîmî’ye sordular kim yârin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım o Yâr benim kime ne?
Âşık sustuğu zaman helak olur,çünkü o sevgilisini zikretmeli,onu anlatmalıdır.
Harfi,sesi,sözü artık birbirine vurup parçalayayım da
Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım, ah!
Firkât demidir ko şi’ri Ahmed
Mahşer gününe terâne sığmaz
Ey Niyazi katremiz deryâya saldık biz bugün
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi
– ( ) Arapça lûgatte şiir kelimesinin manasının; şuûrunda olmak , fehmetmek , hissetmek ve sezişle bilmek gibi anlamlara gelmesi, şiir ile şuur arasında doğrudan irtibat kurulmasını sağlar
Bütün şairler şiir söylemek hususunda
Elest bezminde aynı kadehten sarhoş oldular
Ama bazılarının şarabına
Sâkî’nin nazarının tesiri de karıştı
Ârif
Sonsuz bir okyanustur aşk. Çünkü aşk, sonsuzluk âlemine aittir ve kıyısı olmayan derin bir denizdir.
Aslında aşk hüsn’dür, hüsn de aşk.
İslam’da gönül yani kalp,bir bakıma Beytullah, sevgilinin konaklayacağı yer,olarak görülmüştür. Hiç bir yere sığmayan Allah mümin kulunun kalbine sığdığını ifade etmektedir. İşte bu kalp, tasavvufa göre en önemli bilgi kaynaklarından biridir.onların kalpleri vardır, aklederler. ayetinde olduğu üzere, aslında akletme dediğimiz eylem kalbin bir işlevidir.modern zamanlarda gerçekleşen bir zihniyet kırılması neticesinde, akletmenin beyinsel bir faaliyet olduğu zannedilmektedir. Oysa ki bu bir yanılsamadır. Akletme kalbi bir eylemdir, kalbin bir melekesidir ve duygular sadece oraya malzeme taşıma araçlarıdır. Bunlardan bir hükme varan kalptir.
Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (Elest Bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karıştı
Klasik Fars ve Türk edebiyatları üzerinde uzman olan Rypka, şairlerin sultanı (sultanu’ş-şuara) ünvânıyla anılan Bâkî üzerine olan incelemesinde, ”Şu tartışılmaz bir gerçektir ki eski şairlerin hemen hepsi tâbir caizse tasavvuftan emdikleri sütle büyümüşlerdir. Onların bütün şiirleri bu sütten tesirlenmiştir, binaenaleyh tasavvufu bilmeden onların şiirlerinden pek bir şey anlamanın mümkünatı yoktur, ” demesi, bir gerçeğin tespitidir.
Dinî kaynaklarda şiirin mahiyetinin tartışılması, ”Bizim ona öğrettiğimiz şiir değil, onun buna ihtiyacı yok, ” ‘ayeti ile ”şüphesiz şiirin bazısında hikmet ” ve ” bazısında sihir vardır, ” nebevî hadisleri sarkacı boyunca salınır. Yani kaynağı ilham-ı Rabbânî olan şiir hikmet taşırken, kaynağı nefsânî arzular olan şiirde sihir özelliği vardır.
Bir edebiyat ölürse lugat, vezin, sarf, nahiv hevesleri ortalığı sarar, edebi nazariyeler kaynaşır, yenilik bir ibtila olur, şiirin kendisi ölür, binlerce şairi ürer, tıpkı bir naaş, ruh olduğu zaman bir vücutken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği gibi
tasavvufî dünya görüşüne göre ”ilim irtibat kurmak demektir. Aynıymış gibi duran nesneler arasındaki alâkayı bulabilmektir. Arka plânında tasavvufî dünya görüşünün yattığı Osmanlı şiirinin sosyal bünye içerisindeki tesirler ağını çok güzel keşfetmiş olan Yahya Kemal’in izahı gözümüzün önünde sanki bir tablo gibi belirir. Der ki; “Şair bütün öteki sanatlara da bir şekilde bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu. Büyük çapta bir tekke mensübu olan o hattat o divandan ta’lik hattın son kıvraklığıyla bir sanat eseri daha yaratıyordu. Mücellid deriden, sahtiyândan temasın hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib gözleri arabkarî çizginin oyunlarıyla. zekiyle bir kere daha kamaştırıyordu. Sûfi şâirin divanındaki sözleri bestekâr birer makâmdan besteliyor, Rumeli ve Anadolu tekkelerini cûş u hurûşa getiriyordu. Naatleri naathân mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet zevkinden ‘Allah’ ve ’Yâ Muhammed’ nidâsıyla kubbeleri inletiyordu. Sûfi şâire mimar, câmilerinin, mescidlerinin, tekkelerinin, dergâhlarının, medreselerinin, türbelerinin, çeşmelerinin cephelerinde bir yer ayırıyordu, taşçı taşını kesiyor, hattat kitâbeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu. Şâir bütün dinî ve millî hayatın bir şâhidi mevkiinde idi. Peygamberden velîlere kadar bütün şahsiyetleri şiiriyle o yaşatıyordu. Nef’î diyor ki Sultan Süleyman’ın nâmını haşre dek yaşatan Bâkî’nin sözündeki âb-ı hayâttır. Hz. Muhammed’in hakikatini, mi’râcını, Hz. Hüseyin’in trajik şehâdetini, Hallac-ı Mansâr’un dâra çekilişini, Seyyid Nesîmî’nin ten libâsından soyuluşunu, Mecnûn’un aşkını, Zünnûn’un cezbesini yaşatan da hep o şâirin şiiri idi. Hasılı şâir bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi.”
İbnülemin Mahmud Kemal’in söylediği ”Şâir olmak için âşık almak îcâb ettiğini anladım” sözünü hem ilâhî ve hem de beşerî aşkı da kapsayan bir şekilde anlamamız mümkündür. İbn Arabî’nin aşk aşktır, hakikati aynıdır sadece objesi değişir sözleri Câmi”nin şu şiirinde tekrarlanır:

Dünyevî de olsa aşktan yüz çevirme
Çünkü Hakk’a yükselmene hizmet edebilir
Elif bâyı iyice öğrenmeden
Kur’an’ın sahîfelerini nasıl anlayabilirsin?
Eğer adımların aşk yollarının yabancısıysa
Git aşkı öğren de gel
Gene de uyanık ol! Sûret geciktirmesin seni
Bütün hızınla köprüyü geçmeğe çalış”

Osmanlı şâirleri üzerindeki büyük süfî pirlerin tesirleri konusunda İbn Arabî’nin tesirinin tamamıyla fikrî yönden, Mevlânâ’nın tesirinin esasta fikrî yönden olmakla beraber kısmen de şekli yönden fakat Yunus’un tesirinin hem fikrî hem de şekli yönden olduğunu söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz Osmanlı şâirini tesiri altına alan mutasavvıf üstadlar sadece bu üç şahsiyet ile sınırlı değildir ama en başta gelenlerinin bu üçü olduğu bir ortak kabuldür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yunus sadece lisandan kaynaklanan ve kökleri daha derinlere gitmeyen şiirleri ise ”dışı hoş-içi boş” şiirler olarak görür. Yani şekil ve tavır bakımından çekici görünen fakat ruhtan ve mânâdan uzak şiirlerdir bunlar. Hatta Yunus böylelerini ”gece gündüz lüzumsuz öten baykuşa”, ötecek duvarı bile olmayan baykuşa benzetir:

”Anun kim tışı hoş-durur bilün kim içi boş-durur
Dün gün öten baykuş-durur sanma bütün dîvârı var”.

Bütük usta Muhyiddin İbn Arabî, Fütuhat-ı Mekkiye adlı 37 cilt tutan beş yüz altmış bölümlük dev eserinin bir bölümünü sevgilinin hallerine ayırmıştır. Bu eser, İbn Arabî’nin en önemli, en temel eserlerinden bir tanesidir ve yazılışı çok enteresandır, olağanüstüdür. İbn Arabî Kudüs’ten sonra Mekke’ye geldiğinde Kabe’nin karşısında murakabede iken birden Hacer’ül Esved’in içerisinden genç adam (şâb-ı emred) suretinde bir varlığın çıkarak kendisine doğru geldiğini söyler. Genç adam İbn Arabî’ye “Kalk, Muhyiddin benimle tavaf et!” der, İbn Arabî denileni yapar. Genç adamı izlemek suretiyle ilk şavtı yaparlar. Yedinci şavt tamamlandığında genç adam İbn Arabî’ye dönerek “Sana Mekke fetihleri yükledi, bildirildi. Şimdi ehline artık bu bilgileri aktarabilirsin” der. İşte tabiri caizse, Fütuhat-ı Mekkiye’nin içindeki bu manevî bilgilere orada hamile kalan İbn Arabî, daha sonraki yirmi üç yıl boyunca o kendisine yüklenen bilgileri peyderpey satırlara dökecektir. En son hayatını geçirdiği Şam’da bu kitabı bir kere daha gözden geçirir ve yeniden otuz yedi defter tutan kitabını kendi elleriyle yazar. İşte Konya nüshası denilen bu esas Fütuhat-ı Mekkiye, 1930’lu yıllara kadar Konya’da Sadrettin Konevî’nin camisinde bir sanduka içerisinde muhafaza edilir, sonra İstanbul’a taşınır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Mekteb-i aşkta “men aref” derslerini almak derler. Medresede öğretilmez bu. Orada ancak dil bilgisi öğretilir. Hasılı varlığın gayesi aşktır. “aşk imiş her ne var alemde, ilm bir kîl u kâl imiş ancak” diyen aynı şair aslında Allah’ı medresenin soğuk koridorlarında arayan kimselere bir şey söylemek ister gibidir.
liseden beri ezberimde olan beyitle yeniden karşılatık:

Mende Mecnûndan füzûn âşıklık istidadı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûnun ancak adı var

Ahmed Gazali –meşhur İmam Gazali’nin kardeşidir- Savanih isimli eserinde ilgin. Bir örneklemede bulunur ki bundan dolayı da çokça tepki almıştır. Ahmed-i Gazali’ye göre Allah’a en fazla aşık olan varlık şeytandır. Çünkü aşk Ahmed-i Gazali’ye göre iki ayrı parçayı birbirine yakınlaştırmadaki en tesirli unsurun adıdır. Aşk, iki ayrı parçayı, birleştirmek ister. Şimdi eğer o iki parça, ters orantılı olarak, birbirlerinden ne kadar uzaksalar aşkların şiddeti de o kadar fazla olur. Dolayısıyla ontolojik olarak Allah’a en uzak olan varlık şeytan olarak görüldüğünden dolayı, o bunu dile getirsin getirmesin ontolojik olarak Allah’a en fazla aşık olan bu durumda şeytan olmaktadır.
Âşığın en önemli özelliklerinden biri de maşukuyla arasındaki bu aşk ilişkisinden dolayı bir tür kıskançlığın kendisinde oluşmasıdır. Sufi terminolojisinde bunda “gayret” denir. Gayret, yani araya başka hiçbir şeyi almadan yalnızca ve yalnızca onu sevmek ve bu durumdan da başkasına bahsetmemek. O beraberlik cennetinde huzur içerisinde hayat-ı daimi ile yaşamak.
Mimesis kelimesinin kökü aldatma, yanıltma, göz boyama anlamlarına gelen Hintçe “maya” kelimesinden gelmektedir ki Hz. Peygamber’in “Şiirin bazısında sihir vardır” hadisi çok büyük bir anlam beraberliği içerisindedir.
Mutlak güzelde (cemal-i mutlak) fani olunca O’nun bir bakıma “konuşan dili” yazan eli” kişinin ruhunda bu sayede yaratıcı güç meydana gelir, nutku dölleme kudretine sahip (logos spermekos) olur ki işte bu güç ile gerçek sanatçı olunur.
Mutlak manada kullanmasak da Osmanlı şiirinin büyük çapta Doğu’da bilgeler eliyle inisiyatik olarak eğitildiği için onlara göre maşrıkî hikmeti Batı’ya taşıyan bir elçidir. Binaenaleyh onun ifadesi “bizim” hikmetimiz sayılır, yabancı görüşler olarak görülmez. î hikmeti Batı’ya taşıyan bir elçidir. Binaenaleyh onun ifadesi “bizim” hikmetimiz sayılır, yabancı görüşler olarak görülmez.
Firkat demidir ko şi’i Ahmed
Mahşer gününe ter’ane sığmaz
Ahmet Paşa
Mantık’ut-Tayr’ın lügat-ı mutlakından söyleriz
Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz
Lafz u suret cism ile anlamak isterler bizi
Biz ne elfazız ne suret, cümle mana olmuşuz
Niyazi-i Mısrî
Evsafını söylesem ve yazsam
Tâ haşre değin zamanım olsa
Bir şemmesi şerhin edemezdim
Âlem dolu dasitanım olsa
Yüzbin lügat olsa her dilimde
Her harfte bin beyanım olsa
Bin bir kalem olsa her kılımda
Her hâmede bin lisanım olsa
Şair Ahmed Paşa
Bir gayesi olan kimselerin bütün araçsal nesnelerden zaman içerisinde sıkılmaya başladıkları bir gerçektir. Bu durum bütün yaratılmış eşyaya karşı böyledir. “O’nun vechinden başka her şey fanidir, bir gün yok olacak olacaktır.” Ayeti bütün ihtişamıyla onların gözünden hiçbir an gitmez.
Büyük filozof İbn Sina dev eseri eş-Şifa riyazi (matematik) ilimlerin bir bölümü olarak musikinin iki rüknünden bahseder. Birincisi “güfte”dir ki bu “hikayat” olarak da isimlendirilir. İkincisi ise “beste”dir ki bu “nizam” olarak da isimlendirilir. Bir diğer deyişle “nizam” musikinin şekli konumunu, “hikayat” ise musiki ile insan tabiatı arasındaki taklidi konumunu verir. Böylece musiki aslında sırf işitme duyumuza değil ondan da öte akıl ve müdrike gücümüze seslenir. Güfte, hikayât ise hayali bir kelamdır ve vezni üzere tekrarlanan, son harfleri birbirine benzeyen, eşit, uyumlu ve vurgulara sahip kelimelerden telif edilmiştir. Böylece mükemmel ve güzel bir ses elde edilir. Bütün bunlar bir ölçüyü gerektirir. İşte şiiri düz yazıdan ayırt eden bu ölçü yani sayısal prensipler ve oranlardır ki ahenk bu sayede oluşur. Ayrıca musikide seslerin seyirleri vardır. Mesela bu seyir tizden, petse doğru olursa inici (nüzul), eğer pestten tize doğru olursa (uruc) bir seyir olur. Be seyir de bazen dümdüz (müstakim) bazen dönücü (raci) olur. Bu ikinci dönücü seyir de bazen tek bir kere yapılır ve tekrarlanmaz bazen de peşpeşe dönüşlerle dairesel (müstedir) bir seyir izler.
Çağıldamak batından titreme, zahirde sallanmadır.
air bütün öteki sanatlara da bir şekilde bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu. Büyük çapta bir tekke mensubu olan o hattat ı divandan ta’lik hattın son kıvraklığıyla bir sanat eseri daha yaratıyordu. Mücellid deriden, sahtiyandan temasın hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib gözleri arapkari çizginin oyunlarıyla zevkiyle bir kere daha kamaştırıyordu. Sufi şairin divanındaki sözleri bestekar birer makamdan besteliyor, Rumeli ve Anadolu tekerini cûş u hurûşa getiriyordu. Naatleri naathan mevlidlerle okurken, bütün bir ümmet zevkinden “Allah” ve “Ya Muhamed” nidasıyla kubbeleri inletiyordu. Sufi şaire mimar, camilerin, mescidlerin, tekkelerin, dergahların, medreselerin, türbelerin, çeşmelerin cephelerinde bir yer arıyordu, taşçı taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkak oyuyurdu. Şair bütün dini ve milli hayatın bir şahidi mevkiinde idi. Peygamberlerden velilere kadar bütün şahsiyetleri şiirleriyle yaşatıyordu. Nef’i diyor ki Sultan Süleyman’ın nâmını haşre dek yaşatan Bakî’nin sözündeki âb-ı hayattır. Hz. Muhammed (S.A.V)’in hakikatini, mi’racını, Hz. Hüseyin’in trajik şehadetini, Hallac-ı Mansur’un dara çekilişini, Seyyid Nesimî’nin ten libasından soyuluşunu, Mecnûn’un aşkını, Zünnun’un cezbesini yaşatan da hep o şairin şiiri idi. Hasılı şair bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi.
Gazel parça parça ve birbiriyle ilgisiz mazmunları beyan etmek için kullanılan bir nazım şeklidir. Farsça divanın ön sözünde “Söz ile mana can ile ten gibidir. Biri olmadan diğeri de olmaz” diyen Fuzûlî edebi sanatlar içinde hüznü ve aşk elemini en iyi ifade eden gazele önem verir. Türkçe divanında her ne kadar şiir için birçok şekil varsa da gönlünün gazeli tercih etmesini ister ve hatta “gazeli inkâr edenin ehl-i irfan olamayacağını” belirtir.
“Ruh me’al cesed”
Şiirde ruh ve beden birlikteliği en güçlü olarak rübaide kendini ele vermektedir. Daima bir şekil ve mazmun birliği bulunur. Klasik şiirde rübai söylememiş şair son derece azdır. Tam bir fikri, yani kendiliğinden tastamam bütün oluşturan bir düşünceyi tesirli bir şekilde ifade edebilmek için daima rubai şekli tercih edilegelmiştir.
Şath veya şatah, aşk halinin sarhoşluğu ile söylenen ve zahir ehlinin pek anlamayacağı, anlasa da hoşuna gitmeyeceği zahiren şeraite muhalif gibi görünen sözlerdir. Bu sözleri ancak onlar gibi olan kimseler anlayacaklardır. Bu kimselere “mecnun akıllılar” (ukela-yı mecanin) tabir edilir ki tasavvufi görüşte bu farklı bir akıl kategorisidir.
Hüseyin Vassaf, Aziz Mahmud Hüdai’nin “eş’Arı daima tesettür içredir fakat hakikat-bîn olanlara vahdet-i vücudu ta’limdir” der. Yani Hüdai’nin şiiri perdelidir ancak hakikat gözüne sahip olanlara varlığın birliğini öğretir.
Nihan ettim kelamım
Gerçi ma’na âşikar oldu
Söz oldu perde-i hüsnün
O perde vasf-ı yâr oldu
Yunus bir söz söylemiş, hiç söze benzemez
Münafıklar elinden mana yüzünü
Yunus Emre
Lafz u sûret ile anlamak isterler bizi
Biz ne elfâzuz ne sûret cümle ma’na olmuşuz
Niyazi-i Mısrî
Tanrı tanınmayı sevdiği için kainatı yarattı. Kainat insan için, insan-ı kâmilin varlığı için yaratılmıştır. Kainatın zahiri manzarası kesret gösterir. Bunun altında vahdet gizlidir. Kainatta tecelli eden her güzellik ilahi güzelliğin bir görünüşüdür. Âşık kainatta uluhiyetin her tecellisini görmeli ve sevmelidir. Âşık mecazî aşktan geçerek hakiki aşkı bulur. Kalb uluhiyetin tecelli edeceği yerdir. Akıl dünyaya aid mutadlar üzerinde yürüdüğü için mahduttur. Keşif ise aşkın verdiği bir kudrettir ve insanı hakikat erişir.
Âyinedir bu âlem her şey hak ile kâim
Mir’at-i Muhammed’den Allah görünür daim
Aziz Mahmud Hüdai
Ahmed’le Ahad beyninde bir mim fark kılar
Şol denli iripdür ana kurbiyet-i Mevlâ
Taşlıcalı Yahya
Müderris aşk durur ilm-i ledünnî dersine ey cân
Mülazim ol o dergâha haberdâr ol hakikatten
Mutasavvıfların “lâ-taayyün makamı” dediği ve hiçbir taayünün, hiçbir belirlenmenin henüz olmadığı, henüz ilahî keyfiyetlerin zuhura gelmeye başlamadığı o gizli hazinenin sembolik bir tasviri var karşımızda. Çünkü birazdan sessizlik bozulacak, bir cümbüş başlayacak ve zıtlar ayrışacaktır.
Çün sen ayine-yi kevne tecelli eyledin
Öz cemalin çeşm-i âşıktan temaşa eyledin
“Osmanlı’da neden felsefi düşünce oluşmadı?” sorusuna cevap ararken hakim tasavvufi düşüncenin buna ihtiyaç bırakmaması gerçeğinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatmak isteriz.
En çok karşılaştığımız örnek olarak sufilerin sık kullandıkları “Ben gizli bir hazine idim (küntü kenzen), bilinmekliği sevdim (ahbabtü), bunun üzerine varlığı yarattım.” hadis-i kutsisinin ve burada geçen üç kozmogonik merhalenin Osmanlı şiirine yansıyış sıklığını gösterebiliriz. Şiirlerin kimi bölümlerinde ilk merhale olan “gizli hazine”nin, kimi bölümlerinde ikinci merhale olan o “bilinmekliği sevdim” sözünün ve kimi bölümlerinde de üçüncü merhale olan “ilk yaratılan” şeyin şerhinin yapılmaya çalışıldığı görülür. Burada ifade edilen üç merhale aynı zamanda tasavvufi düşüncenin en önemli konularını bizlere vermektedir.
Vasfiyem kim câme-i eş’ar çâk etsem gerek
Gerçi kim âlemde eş’arım zuhurumdur benim
Şiirin içinin dışarıya çevirilebilir oluşu
“El-ma’na fi Batnı’ş- şair

Arap atasözü, mana şairin karnındadır.

Yunus’un şiirleri ile Nyazi-i Mısri’nin şiirleri arasında pedagojik açıdan şöyle ilginç bir durum ayrım yapıldığı görülür. Yunus tabiatı gereği şi’riyet yeteneği ile başından beri donanımlı olduğu için seyr-i sülûkun başında da ortasında da tamamladığı zaman da şiir söylemiştir. Bu açıdan şiirlerinde temkin yerine telvin vardır. Yani renklilik, orturmamışlık vardır. Yunus’un bazı şiirleri fark hallerinde ilen yazılmıştır, bazı şiirleri cem halinde ve bazıları da cem’ul cem halinde yazılmıştır. Sonra bu şiirler başkaları tarafından toparlanarak bir sıra gözetilmeksizin bir araya getirilmiştir. Bu sebepten manevi eğitimini ikmal etmemiş kimseler bunları okuduklarında eğer yol gösterecek kimse yoksa şaşkınlığa düşebilirler. Onun için dergahlarda Yunus divanını ancak müntehiler ve eğitimini tamamlayanlar okuyabilirlerdi. Halbuki Niyazi-i Mısrî’nin şiirleri böyle değildi. O seyr-i sülûkunu tamamlayıncaya kadar şiirle meşgul olmamış

Ey Niyazi katremiz deryaya saldık bugün
Katre nice anlasın umman olan anlar bizi

beyitinde dile getirdiği gecenin sabahında makam-ı hilafet kendisine açılınca birden dili çözülmüş ve şiir söylemeye başlamıştır

Söz karadan degül, yazıp okumakdan degül
Bu yürüyen halktan degül, Hâlık avazından gelür

Derken de şiirin zıtlıklar âleminden değil, mürekkeple yazılan yazılardan değil, ders takrirlerinden değil ve bu aciz mahluk olan kendisinden değil Yaratıcının nidasından geldiğini söyler. Bu yüzden bu sözler adeta birer nefha-yi ilahiyeden yani Tanrı’nın maddeye üflediği mana olmaktadır. Bu açıdan Yunus bu mevzun sözlere şiir demek yerine “nefes” adını verir ki bu tabirin tasavvufi düşüncede “nefes-i rahmanî” kavramı ile irtibatı vardır. Zira içine “ruh ilka edici nefes” üflenmiş kelam dölleyici kelamdır, hayata getirici kelamdır ki bu da er kişide bulunur. “İsa” gibi ölüyü dirilten bu nefhaya ise şiirde “mana” denir

Osmanlı şairleri üzerinde önemli tesirleri olmuş bir diğer sufi şahsiyet ise hiç şüphesi “hâtem-i lisan-i Türk” olarak kabul edilen Yunus Emre’dir. (İsmail Hakkı Bursevî bu lakabı Yunus Emre için, Tuhfe-i Aliye isimli eserinin 202. Sayfasında kullanmıştır. )
Şeyhî bu defteri oda yak var sükût kıl
Usanmadın mı şi’r ü gazelden ne faide
Feragat eyleyip ey Hayretî bu şi’r ü inşadan
Bugün âlemde bî-nâm u nişân olmak diler gönlüm
Tasavvuf ile alakadar olan şairler, bir insanın güzelliğine karşı aşklarını söyledikleri zaman, onun şeffaf varlığından geçip güzelliğin hakiki sahibi olan Allah’a teveccüh ederler
Arap aşk hikayelerindeki âşıkları incelerken:

“Aşk, aşk olarak bu Arap âşıklarına ve bize göre hakikattir. Fakat âşık olunan şeyler farklıdır. Çünkü onlar var oluşa (kenz) âşıklar bize ise öze (ayn) aşığız. Fakat aşk olayının sebepleri, şartları ve gereklilikleri hep aynıdır. Bu açıdan aşıklar bizim için birer modeldirler.”

Utarit yalan ve hilenin koruyucu su olarak gönderilen bir gezegendir. Onun bütün sermayesi diğerlerinden intihaldir. “Yalan ve ona hakikat şekli vermek için güzel söz söylemeye ihtiyaç vardır. Utarit fevkalade güzel ve sihirli söz söyleme kabiliyetine sahip olduğundan herkesi hile ve tuzağına düşürmek için daima bu vasıtaya müracaat eder. Bundan dolayı kendisine fesahat ve belagat ilahı gözüyle bakılır”. Bu durumda ilham kaynaklı olmayan ve ne hikmet ne de irfan içermeyen şiir Venüs tesir alanından çıkıp Utarit tesir alanına geçen bir şiir tarzı olduğunu anlıyoruz.
İbn Arabi’ye göre manalar önce hayala nüzûl eder, peşinden duyular âleminde dile dökülür. Hayal alemi metafizik ile fizik arasındaki bir ara âlemdir, bir geçiş âlemidir. Bu yüzden hayal âlemi ile -ki Batı felsefesinde buna mundus imaginalis denilmektedir- şiirsel tahayyül arasında irtibat vardır.
Birgün İbn Arabî yakaza halinde ilen bir melek kendisine gelir ve ona beyaz bir nur getirir. Bunu ne olduğunu ona sorduğunda “Şuuara Suresi” olduğu cevabını alır. İbn Arabi’niin Kur’an tefsirine farklı yaklaşımının bir örneğini burada görürüz. Çünkü ona göre her surenin bir ruhu vardır ve Mushaf’ta yazılı hale getirilmiş ayetler hep o surelerin ruhlarının açılımıdırlar. İşte İbn Arabi ancak “Şairler Suresi”nin ruhunun kendisine verilmesiyle şiir söylemeye başladığını ifade eder.
İbn Arabi’nin bazı eserlerinde anlatmak istediği konuları eserin başında şiirde mücmelen verdiği görülür. Mesela der ki: “Bu kitabın her bâbının başındaki şiire dikkat et. Zira bunlar, işaret etmek istediğim kadarıyla o bâbın ilimlerini tazammun etmektedir. Bâblarda verilen izahlarda bulunmayan şeyleri oradaki şiirde bulursun.”
Rumûz-i enbiyayı vâkıf-ı esrâr olandan sor
Ene’l Hak sıırnı cândan geçip ber-dâr olandan sor
Niyazi-i Mısrî
Rumûz-i enbiyayı vâkıf-ı esrâr olandan sor
Ene’l Hak sıırnı cândan geçip ber-dâr olandan sor
Bil ki vech-i Hakk’a mir’atdır özün bir hoş gözet
“Men aref” sırrındaki maden senin kanıdadır
Niyazi-i Mısri
Klasik edebiyatımız üzerinde açıklama getirecek olan şârihlerin de tıpkı şairler gibi tasavvufi eğitim almış ve bu mesleği bilen kişiler olması lazım şartının asrımızdaki temsilcileri arasında Sadettin Nüzhet Ongun (ö. 1946 Sa’diye’den), Tahir’ül Mevlevî (ö. 1951), Nihad Sami Banarlı (ö.1974 Rıfaiye’den), Mazir İz (ö. 1974 Nakşibendiye’den), Kemal Edib Kürkçüoğlu (ö. 1977 Kadiriye’den) ve Abdulbaki Gölpınarlı (ö. 1982 Mevlevi-Melamiye’den) gibi kimseleri sayabiliriz.
Â’mâk-ı Hayal yazarı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi : İran’da zuhur eden mutasavvıfların hemen hepsi şair olup, tasavvufi fikirlerini en ziyade nazımla ifade etmişlerdir. Vakıa şiir ile tasavvuf hiçbir vakit ayrılmamış iseler de, bunun müfrid tezahürü İran’da görülmektedir. Oradan da Osmanlılara intikal etmiştir. Öyle ki, tasavvuf İran ve Osmanlı edebiyatının esaslı bir rüknü hükmüne girmiş olup her şair mutasavvıf görünmek, mutasavvıfane şiirler yazmak zorunda kalmıştır.
Bize göre Osmanlı şiiri İran şiirinden etkilenmişse bu büyük çapta Farsça sufi şiirinden dolayıdır ki bu da aynı ruh halini yakalamış, aynı zevk derecesine ermiş kimselerin farklı diller altında, bir hiss-i müşterek olarak aynı hakikati terennüm etmelerinden başka bir şey değildir.
Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (bezm-i elest) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karışmıştır. Mana aleminin dili ile konuşan bu şairlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman, suret alemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış olgunluk deryası dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma. Zira bunların şiirlerinde şairlikten başka senin anlamadığın bir şey daha vardır. (mutasavvıf şairler için
“Çok olan şey aşağılık olur” demişlerdir. Onlar sanıyorlar ki şiirden maksat sadece nazımdır. Ve bilmiyorlar ki bu bakirelerin odalarının perdesi altında ne sırlar ve bu temiz kadınların hücrelerinin içinde ne fikirler var. (sözcükler için)
Ger derse Fuzul’i var güzellerde vefa
Aldanma şair sözü elbet yalandır
Eski zamanlardan günümüze gelinceye kadar birçok büyü celselerinde birtakım kelime dizilişleriyle bu tür negatif tesir oluşturmak suretiyle majik çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. İşte İslam ilahiyatına göre böyle bir şiir sihir, şair de sahir yani büyücü olmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir