İçeriğe geç

Suat’ın Mektubu Kitap Alıntıları – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarından Suat’ın Mektubu Kitap Alıntıları sizlerle.

Suat’ın Mektubu Kitap Alıntıları

Rahat bir uyku her şeyi düzeltir diyordum. Fakat rüyaları hesaba katmamıştım.
Yazık ki insanın ufku insan… Halbuki sadece Allah olmalıydı.
… bir daha anladım ki güzel ve iyi bizim için sadece bir hasrettir. ve iyi her şeyden evvel bir hasrettir.
Herkesin hayatı kendisinindir; ne anlamamız, ne yaşamamız ihtimali var!
Kâinatta her şey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan, diye düşündüm. Evet en büyük düşmanımız yine insan!
Beni bilmediğim bir yere doğru, tanıdığım eller itiyorlardı.
Sadece söyleyeyim ki insanoğlu gülünç…
Kendisini sevdiğimi sanıyordu. Emin olun ki hiç kimseyi sevmiyorum. Kabil olsa idi, elimden gelse idi insanlığın kendisini severdim.
Ne olursa olsun seni sevmiyorum.
… asap dediğimiz şey bozulmak içindir.
Hayatı seviyor musunuz?”
-“Şimdiye kadar seyrettim, hiç bıkmadım.”
“Niçin seyrettim diyorsunuz… Kendiniz yaşamadınız mı? Başınızdan bu kadar şey geçti.”
-“Doğru… ama onlar bana geldiler. Ben onlara gitmedim. Bir de isteyip yaşamak var.
… ben de biliyorum ki marifet ölmek değil, yaşamak, hayata katlanmak, ne kadar fırtınalı havada olursa olsun gemiyi limana kadar götürmek, orada bir şamandıraya, bir iskeleye bağlamaktır.
Mümkün olduğu kadar kendim kałmak, az değişmek, mağlup olmamak… Yani hayatın kendisine… Makineye kendimi kaptırmak istemiyorum.
Bu kadar kalabalığı kendinde taşımanın, sonra da tek bir insan olarak yaşamanın güçlüğü!
Sizi hakkımdaki düşüncelerinizde tamamıyla serbest bırakıyorum. İster bana acıyın ister deli deyin!…
Fakat daha iyisi var, beni anlamaya çalışınız…
İnsanoğlunun hakikaten iyi olduğuna inanıyor musunuz?
En büyük cürüm, en büyük günah hayatı sevmemektir.
Her şeyimiz insanla. Varlığımızı yalnız onun üzerinde deneyebiliyor, onunla kendimizi idrak ediyor, onda kendimizi tadıyor, onunla genişliyoruz. Bütün ihtiraslarımız, zaferlerimiz, açlıklarımız, kinlerimiz…
Kainatta her şey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan, diye düşündüm. Evet en büyük düşmanımız yine insan!
Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkânsız ve hepimiz yorgunuz!
İnsan taliinin kötü tarafı herkesin kendini zaruri olarak kâinatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar.
Her cümlende yazacağın şey tükeniyor.
Seviliyor ama, sevildiğini bilmiyor.
… aynı cehennemde mahpusuz…
İnsan geriye dönmemelidir.
Bütün ömrünü bana vermişti. Fakat bu hediye bana fazla geliyordu. İlk önce bu ömür tüy gibi hafif adımlarla hayatımda gezinmişti. Sonra gittikçe ağırlaşmış, gittikçe ezici olmuştu. Şimdi ise bana nefes alacak delik bırakmıyordu.
İnsan mesut olmak için her şeyi varken
de bedbaht olabilir… Kopmak içimizde olan bir şeydir.
Yalnız bir tek kabahati var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek…
Hepimiz birbirimiz için hüküm veririz.
Fakat hüküm vermek için doğan insanlar vardır. İşte onlar korkunçturlar. Bence birinci numara insan düşmanları onlardır.
Birdenbire elimin üstünde bir şey yürüdü, ürperdim. Işığı yaktım. Bir hamam böceğiydi. “Nasılsa Sümbül Hanım’ın elinden kurtulmuş…” dedim. Hayvanı yolunu bulabilir mi diye kapının önüne koydum. Banyo odasına gitmesini, orada deliklerden birinde kaybolmasını istiyordum. Öyle yapmadı. Küçük bir kavisle odanın içine doğru yürüdü, hatta bana doğru geldi.
… fakat ne çıkar, ben olmasam bir başkası… Yarın o da hayatına alışır…
Birbirimize ne kadar geniş mesafeler vaat ederek tanışırız; ve nasıl birbirimizin zindanı oluruz!
Kadın biraz daha kuvvetli olsa idi, ne kadar iyi olurdu. Korumak. Kendini, etrafını korumak. Etrafını kendinden, kendini etrafından korumak. Yaşamak işte bunun için bazı insanlara güç!
Hiç kimse kimseyi kendisine kader
etmemelidir.
… bir felaket, yahut herhangi bir hadise
nasıl adım adım hazırlanıyor; insan ihtiyarîden sakınılmaza doğru adım adım ve çok mantıki bir yürüyüşle gidiyor. Başta yüzde yüz hürsün; ikinci adımda bu hürriyet bir parça azalıyor, üçüncü, dördüncü adımda biraz daha… Sonra biraz daha azalıyor, ve nihayet ister istemez yürüyeceğin tek bir yol kalıyor, iradenin şiddetli bir aksülameliyle dönersen ne âlâ… Fakat unutma ki bir kere buraya geldin mi her şey neticeye doğru dolu dizgin yürümen içindir artık. Bütün yardımlar, etrafın her kımıldanışı seni oraya doğru iter. O zaman her şey bir ruhi âmil hâline gelir.
-“Hem ben okuduklarımı söylemiyorum, düşündüklerimi söylüyorum…”

“O halde çok düşündünüz.

Ne diye insan talihiyle uğraşıyorsun? Biraz da kendisini görsene… İnsan nedir? Gülünç mahluk…
… bizi ihtiraslarımızın idare ettiğine kaniydim; bir cin gibi, şeytan, geçici veya devamlı bir hastalık gibi bize musallat olan ihtiraslar… Hâlbuki şimdi bir insanda birkaç kişinin birden vücuduna inanıyorum.
İnsan seni her şeye layık buluyor.
Üstünüze ehemmiyet vermeyin; başınız herkesi kıskandıracak kadar güzel,…
Mevcudiyetinin bile şüphe ediyordum farkında değildim. Kim bilir belki de bu bir predestinasyon meselesidir.
Benim insanlara emniyetim vardır.”

-Gülerek, “Yapmayın,” dedim. “İnsanlara o kadar emniyet edilmez, bütün fenalıklar onlardan gelmiyor mu?”

“Olsun,” dedi. “Ben yine emniyet ederim. İnsana emniyet etmeden yaşamak imkânsızdır. Ben insansız, hele konuşmadan hiç yaşayamam!

Fakat daha fenası, asıl hayvanın, en iptidaî olanın içimizde her an tetikte durması, ilk fırsatta canlanması, etrafında ne varsa hepsini birden somurup yutması. O bitmeyen açlıklar, tükenmeyen susuzluklar… sonra, her şey bittikten sonra, onun çok doymuş olmaktan çatlaması; demin yuttuklarının hepsinin birden tekrar ortaya çıkması, üzerlerindeki irin ve bağırsak parçalarını silkerek kımıldamaları, oyuna tekrar girmeleri.
O kadar büyük ki benimle meşgul olmasına hiç sebep yok.
Seviliyor ama sevildiğini bilmiyor.
Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!
Bilirsin ki seni beğenmem fakat severim!
Artık dağılmamız lazım!
Birbirimizi anlamamız imkânsız ve hepimiz yorgunuz!
– Şimdi, dedim; ne yapacaksınız? İstikbal hakkında bir projeniz var mı?
– Mümkün olduğu kadar kendim kalmak, az değişmek, mağlup olmamak… Yani hayatın kendisine…
– Nereye gitmek istersiniz?
– Ben bir yer bilmiyorum. Evimden hiç çıkmadım.
Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor.
…insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor.
İçimde sadece kaçmak, gitmek arzusu vardı.
… ancak aradığını bulursun.
Yanı başınızda her şeyinizi söyleyecek, bütün kirinizi ve çamurunuzu sade bir ilticanızla temizleyecek bir varlığın bulunması kadar büyük bir kuvvet var mıdır?
Ağlamak için yapmıyorum (…) fakat hatırlamamak kabil değil.
Yalnız bir tek kabahati var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrüt ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek…
Ama senin insan taliinden bahsetmeğe ne hakkın var Mümtaz? Aşk gibi tabii bir iş üstünde bu kadar geciken bir insanın!Sen sevgilinden bahset;onun güzelliğini öv;Boğazda ışık oyunlarını seyret..
Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mumtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerine kuruluyor; dışarıda ve içerde. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla.
Sadece onunla meşguldüm. Beni birdenbire bir fikir gibi zapt etmişti. Konuşması, hüznü, başının düşünceli duruşu bir daha unutmayacakmışım gibi içime yerleşiyordu.
Yalnız tek bir kabahati var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek…
Tamamlansaydı ancak bir novella hacmine ulaşabilecek bu çalışmayı eksik sayfalarına rağmen kitaplaştırmayı tercih ettim. Böylece Tanpınar külliyatının eksik metinler’ine bir yenisi daha eklenmiş oluyor. Tanpınar için “eksiklik” kavramının da estetik bir değer olduğunu düşünürsek metnin bu yönüyle bile halis okurları ve araştırmacılar için önemli bir yayın olduğu kanaatindeyim. Daha önce çeşitli dergilerde farklı düzenlemelerle yayınlanmış olan bu sayfalar, ilk defa kitap şeklinde ve arşivdeki belgelerin tam metni olarak sunulmaktadır. ” Handan İnci, “Gönderilmeyen Mektup
Birbirimizle ne kadar geniş mesafeler vaat ederek tanışırız; ve nasıl birbirimizin zindanı oluruz!
Hiç kimse kimseyi kendisine kader etmemelidir.
Her şey yaşamaktan muzdarip gibiydi.

Muzdarip: acı çeken.

Hepimiz birbirimiz için hüküm veririz. Fakat hüküm vermek için doğan insanlar vardır. İşte onlar korkunçturlar. Bence birinci numara insan düşmanları onlardır.
Yalnız tek bir kabahati var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek…
Etrafımdaki dünya… Her şey bende tezat ve birbirine karşıydı.
İnansa idim, her şey düzelebilirdi…
Oturdum ve Allah’ı aradım. Ona ne kadar muhtaçtım..
Perdenin sonunda bir ses hepsini birden bastırıyor ‘Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!’ diyor ve perde kapanıyordu.
Her şey yaşamaktan mustarip gibiydi. “Bir parça daha, biraz daha yığılın ey sisler, ey çamur biraz daha cıvıklaş ve her şeyi yut.
Yeni insan mı arıyorsun? Eskiden hiçbir şey bırakma!
Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarıda ve içerde. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor.
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mi doğuyoruz? O zaman anneleri teselli etmek kabil olmayacak gibi geliyor. Çocuğuyla beraber onun öleceğini şeyi de beraber doğuran bir anne…
İnsan hayatına yakından bakmamaya bir türlü alışamadım.
Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkânsız ve hepimiz yorgunuz!
İncil “Ara, bulursun!” diyor. Fakat unutma ki ancak aradığını bulursun.
Düşüncelerimiz hayatımıza o kadar sıkı bağlı ki… Tezat içinde yaşayan tezatlarla düşünür.
Her şey yaşamaktan mustarip gibiydi. “Bir parça daha, biraz daha yığılın ey sisler, ey çamur biraz daha cıvıklaş ve her şeyi yut!
Birbirimize ne kadar geniş mesafeler vaat ederek tanışırız; ve nasıl birbirimizin zindanı oluruz!
Hayatla tutuştuğum bahsimde bu kadar erken ve hatta gülünç şekilde kaybettiğime elbette müteessirim.
Hiçbir hayvan bizim kadar mahzun değildir…
Belki yalan söylüyordunuz, belki olduğunuzdan çok başka türlü idiniz, … Fakat mesuttunuz. Hatta masumdunuz. Çünkü hayatı seviyordunuz. En büyük cürüm, en büyük günah hayatı sevmemektir. .. Ben bunu kendimde öldürmüştüm.
Her şey yaşamaktan mustarip gibiydi.
Hayır, insan insan ile meşgul, insanoğlu insana yüklenerek yaşıyor..
İster bana acıyın ister deli deyin. Fakat daha iyisi var, beni anlamaya çalışınız.
Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!
Korumak. Kendini, etrafını korumak. Etrafını kendinden, kendini etrafından korumak. Yaşamak işte bunun için bazı insanlara güç!
Hayatımda en az sevdiğim şey teselli etmek, ıstıraba ortak olmaktır.
İnsan yalnızlığının ta kendisi bir aydınlık.
… bütün hayatından sıkıntı akıyor, fakat tabiatın, terbiyen onu görmeye müsait değil.
O isyan duygusu ile doğanlardandır… Böyleleri için mesut olmak kabil değildir. Ne de kendilerini unutmak… Suat’ı tek bir düşüncede bulmaya çalışma. O karışık adamdı. Garip bir gururu vardı. Sansüeldi, isyankârdı ve nihayet… hastaydı…
İnsan mesut olmak için her şeyi varken de bedbaht olabilir…
… bir yerden gelmeyen aydınlık kadar korkunç bir şey olur mu?
Belki bazı insanlar kendilerini zapt ediyorlar ve muayyen bir hüviyette tutuyorlar. Onlar hayat gemisini idare edebilenler, anadan kaptan doğanlardır. Fakat emin ol onlar da ölüyorlar..
Şahsiyetimizi yapan parçalar bir defasında ölen cinsten değil.
Ağlamayın!” dedim.” Ağlamak bir şey yaramaz ki… Düşünmeyin bunları!”
” Ağlamak için yapmıyorum,” dedi “fakat hatırlamamak kabil değil!
Konuşması, hüznü, başının düşünceli duruşu bir daha unutamayacakmışım gibi içime yerleşiyordu.
Hep böyle düşer mi bu saç? Daima elleriyle başını biraz geriye atıp düzeltir mi?
Rahat bir döşekte, bir ismin, bir işin etrafında kabuklaşarak ölebilmek için kendisinin ne kadar gafili olmak lazım!
Hem ben okuduklarımı söylemiyorum,
Düşündüklerimi söylüyorum…

“O halde çok düşündünüz.

Doğru, bende biliyorum ki marifet ölmek değil, yaşamak, hayata katlanmak, ne kadar fırtınalı havada olursa olsun gemiyi limana kadar götürmek..,
Sen insanlığın asıl tecrübesinden gafilsin! Açlığı, sefaleti bilmiyorsun. Yanlış anlama bütün hayatından sıkıntı akıyor, fakat tabiatın, terbiyen onu görmeye müsait değil, önünde gelecek diye bir vehim aynalanıyor, ona doğru koşuyorsun!
Gözlerinin içinde hep aynı gülümseme ile aydınlıkla konuşuyordu.
Onlar hayat gemisini idare edebilenler, anadan kaptan doğanlardır. Fakat emin ol ki onlar da ölüyorlar.
Ve aşkınız da böyle idi. Yani yüz milyonlarca insanın tekrarladığı bir şeydi. Büyü bitmişti. İçimde merhamete benzeyen bir çöküntü vardı.
Karımı sen tanırsın, o hayatta anlatacak bir kederi olunca kendisini bulanlardandır.
Hayatımda en sevdiğim şey teselli etmek, ıstıraba ortak olmaktır.
İnsanlara o kadar emniyet edilmez, bütün fenalıklar onlardan gelmiyor mu?”
“Olsun,” dedi. “Ben yine emniyet ederim. İnsana emniyet etmeden yaşamak imkansızdır. Ben insansız, hele konuşmadan hiç yaşayamam!
Romancılar ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumaya çalışıyorlar. Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor.
Ve aşkınız da böyle idi. Yani yüz milyonlarca insanın tekrarladığı bir şeydi.
Düşüncelerimiz hayatımıza o kadar sıkı bağlı ki… Tezat içinde yaşayan tezatlarla düşünür. Evet o gün akşama kadar senin divanın bir köşesinde tam onun ayaklarını uzattığı yerde oturdum ve Allah’ı aradım. Ona ne kadar muhtaçtım!…Beni buraya hayatımın tezadı getirmişti. Bir taraftan küçük zevklerinin adamı olacaksın, öbür taraftan güzeli ve büyüğü seveceksin! Bu kabil değildir! Er geç makine bir yerde durur! Onun için asrımızı değiştirmek isteyenler, aileden, şundan, bundan evvel güzele vuruyorlar, onu yıkmaya çalışıyorlar. Onlar makinenin nasıl bir bütün olduğunu biliyorlar. ”Yeni insan mı arıyorsun? Eskiden hiçbir şey bırakma!” diyorlar. Fikir doğru, fakat tatbiki kabil değil. Çünkü makine sadece bir bütün değil, zaruri ve mantıki de… Hepsi birbirini doğuruyor. Bütün kapılar aynı noktaya çıkıyor.
İçimde büyük bir korku ve hüzün vardı. Niçin korkuyordum ve neden mahzundum? Bunu bilmiyordum. Çok karanlık, kömür ve katran çamurlu bir çukurdan bir türlü çıkamıyordum.
Her gördüğüm şeyde bir hakikât! Fakat ben bu anahtarla ne yapacağımı bilmiyordum.
Sadece onunla meşguldüm. Beni birdenbire bir fikir gibi zaptetmişti. Konuşması, hüznü, başının düşünceli duruşu bir daha unutamayacakmışım gibi içime yerleşiyordu.
İçimde garip bir korku vardı. O zamana kadar hiç tanımadığım şekilde korkuyor, fakat bir taraftan da bu korkuyu bütün ömrümce beraberimde, içimde gezdirdiğimi sanıyordum. Fakat bunu sana nasıl anlatayım? Hiçbir şey bu kadar müthiş olamaz, ölümün vadettiği yeni hürriyeti bile ortadan kaldıran bir şeydi bu.
Suat ile Mümtaz, birbirlerinin zıddı gibi görünmekle birlikte tez ve antitez gibi birbirini tamamlayan karakterlerdir. Öyle ki Suat’ı, bağımsız bir karakter değil, Mümtaz’ın öteki beni, iç sesi olarak yorumlamak dahi mümkündür. Suat’ın “Ben zaten senin yanından hiç ayrılmadım… Vazifem seninle beraber olmak” cümlesi bu yorumlar için bir çıkış noktası olabilir.
Romanın bir yerinde söylendiği gibi Mümtaz,Suat için “bütün zulüm görenlerin kendilerine zulmedene, serçenin atmacaya karşı duyduğu cazibeye benzer bir his duymaktadır.
Şimdi sakınılmazın karşısındayım.
maarifet ölmek değil, yaşamak, hayata katlanmak, ne kadar fırtınalı havada olursa olsun gemiyi limana götürmek…
Fakat darılma! Bu akşam bu mektubu yazmam da gösteriyor ki asap dediğimiz şey bozulmak içindir.
Bu yaştaki genç kızlara karşı metodum hafif istihza ile karışık bir samimiyettir. Genç kızlar kendilerini bizim zannettiğimizden çok az beğenirler; hayat tecrübelerinin noksan olduğu şuuru onları hiç bırakmaz. İşte bu yarı alay ve bilhassa şakalı konuşma onlarda bu duyguyu besler, kendilerini çolpa ve acemi buldukça size hayran olurlar. Fakat bu konuşma daha ziyade onların kendi hayatları üzerinde olmalıdır. Muhtelif nasihatler vermeli, küçük dertlerini dinlemeli, mümkünse şaşırtmalı, hatta cesaretlerini kırmalısınız.
Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor.
Sadece size karşı içimdeki düşmanlıktan bir daha bahsetmek isterim. Bunda sizin kabahatiniz tabii yok! Hiç kimse kimseyi kendisine kader etmemelidir. Ben sizinle o kadar uğraştım ki…
… içimde durmadan katliamlar tertip ettim. Fakat heyhat! Şahsiyetimizi yapan parçalar bir defasında ölen cinsten değiller.
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz? O zaman anneleri teselli etmek kabil olmayacak gibi geliyor. Çocuğuyla beraber onun öleceği şeyi de doğuran bir anne…
Fakat mesuttunuz. Hatta masumdunuz. Hakiki bir cürüm işleseniz bile yine masumdunuz. Çünkü hayatı seviyordunuz. En büyük cürüm, en büyük günah hayatı sevmemektir.
– ” (…) Artık dağılmamız lazım!
Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!
Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor.
… Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor.
Ben kaç kişiyim zannediyorsun!
Ölüme en yakın olduğum şu dakikada bile içimde kaç duygu birden çarpışıyor…
… kalın bir sis tabakasından kopan bir gemi gibi birdenbire hayatıma gelmiş ve çarpmıştı. Artık hayatımda idi.
… o hayatta anlatacak bir kederi olunca kendisini bulanlardandır.
Beni buraya hayatımın tezadı getirmişti. Bir taraftan küçük zevklerin adamı olacaksın, öbür taraftan güzeli ve büyüğü seveceksin! Bu kabil değildir!
Kalabalık beni yoruyor.
İnsan taliinin kötü tarafı herkesin kendini zaruri olarak kâinatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi olarak görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar.
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz?
Işık, Tanpınar’ın imaj dünyasında önemli bir yer tutar. Kadınları, sanatı ve güzel bulduğu her görüntüyü ışığa boğduğu imajlarla anlatır Tanpınar.
Belki de farkına varmadan kendimi mahkum ettiğim yalnızlık
Ama senin insan taliinden bahsetmeye ne hakkın var Mümtaz? Aşk gibi tabii bir iş üstünde bu kadar geciken bir insanın.
Ben ne hayatı seviyor ne de kendim için hiçbir selamet yolu tanıyordum. Onun düşmanıydım. Onu ıstırabın kaynağı addediyordum.
Her millet layık olduğu hükümeti bulur.
Ben, şimdi hayatın mantıksızlığını bu kadar yakından gördükten sonra ölümü geciktirmek neye yarardı?
Herkesin hayatı kendisinindir; ne
anlamamız, ne yaşamamız ihtimali var!
İnsan mesut olmak için her şeyi varken de bedbaht olabilir… Kopmak içimizde olan bir şeydir.
Asıl kumaş içimizde dokunuyor.
Hayat gemisini idare edebilenler, anadan kaptan doğanlardır. Fakat emin ol ki onlar da ölüyorlar. Rahat bir döşekte ,bir ismin, bir işin etrafında kabuklaşarak ölebilmek için kendisinin ne kadar gafili olmak lazım!
İncil ”ara, bulursun!” diyor. Fakat unutma ki ancak aradığını bulursun.
Ama senin insan taliinden bahsetmeyene hakkın var Mümtaz? Aşk gibi tabii bir iş üstünde bu kadar geciken bir insanın! Sen sevgilinden bahset; onun güzelliğini öv; Boğaz’da ışık oyunlarını seyret; mezar taşında keramet, eski musikide dirayet vehmet! Görmüyor musun dışarıda geniş hareket var! İnsanlar isteye isteye ölüyorlar. Zannetme ki onları da beğeniyorum. Fakat, ne olsa biraz anlıyorum. Sen insanlığın asıl tecrübesinden gafilsin! Açlığı, sefaleti bilmiyorsun. Yanlış anlama, bütün hayatından sıkıntı akıyor, fakat tabiatın, terbiyen onu görmeğe müsait değil. Önünde gelecek diye bir vehim aynalanıyor, ona doğru koşuyorsun! Sen insan taliinden bahsetme! Kendinden bahset!
Ve aşkınız da böyle idi.Yani yüz milyonlarca insanın tekrarladığı bir şeydi.
-içimdeki istikrah hissi beni her taraftan kovuyordu. bir tanıdığa rast gelmemek için başvurmadığım çare yoktu, soğuk rüzgarda ve ince karda titreye titreye yürüyordum. üşüyordum, iğreniyordum, öksürüyordum; insanlar böyle zamanlarda ne kadar değişiyorlar. zaten her şey birden değişmişti, her şey ve herkes sanki birdenbire karşıma çıkıyor, tehdit eder gibi üzerime doğru yürüyor, sonra kayboluyordu. hepsi ona arızi surette yabancı, fakat biçareliği ile yakındı. galiba insan yüzünü ilk defa böyle görüyordum. hiçbir hayvan bizim kadar mahzun değildir.
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz? O zaman anneleri teselli etmek kabil olmayacak gibi geliyor. Çocuğuyla beraber onun öleceğini şeyi de beraber doğuran bir anne…
-ama senin insan taliinden bahsetmeye ne hakkın var mümtaz? aşk gibi tabii bir iş üstünde bu kadar geciken bir insanın!
Tezat içinde yaşayan tezatlarla düşünür.
İnsan taliinin kötü tarafı -müsaade et, bir kere de ben bunlardan bahsedeyim!- herkesin kendini zaruri olarak kâinatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar.
Herkes bir şeyi seviyordu ve mesuttu. Belki yalan söylüyordunuz, belki olduğunuzdan çok başka türlü idiniz, ve ahmaklık zannettiğim gibi tek kabahatınız değildi. Fakat mesuttunuz. Hatta masumdunuz. Hakiki bir cürüm işleseniz bile yine masumdunuz. Çünkü hayatı seviyordunuz. En büyük cürüm hayatı sevmemektir. Kendinizi aldatsanız bile içinizde saf bir taraf vardı. Ben bunu kendimde öldürmüştüm.
İnsan geriye dönmemelidir..
Görüyorsun ya Mümtaz, bir felaket, yahut herhangi bir hadise nasıl adım adım hazırlanıyor; insan ihtiyarîden sakınılmaza doğru adım adım ve çok mantıki bir yürüyüşle gidiyor. Başta yüzde yüz hürsün; ikinci adımda bu hürriyet bir parça azalıyor, üçüncü, dördüncü adımda biraz daha… Sonra biraz daha azalıyor, ve nihayet ister istemez yürüyeceğin tek bir yol kalıyor, iradenin şiddetli bir aksülameliyle dönersen ne âlâ… Fakat unutma ki bir kere buraya geldin mi her şey neticeye doğru dolu dizgin yürümen içindir artık. Bütün yardımlar, etrafın her kımıldanışı seni oraya doğru iter. O zaman her şey bir ruhi âmil hâline gelir.
Yanı başınızsa her şeyinizi söyleyecek, bütün kirinizi ve çamurunuzu sade bir ilticanızla temizleyecek bir varlığın bulunması kadar büyük bir kuvvet var mıdır?
Biz bir yığın işle meşgulüz Mümtaz fakat insanla asla!
Merih’te şeftalilerin -varsa eğer- lezzeti hakkında fikir edinmeye çalıştık fakat insan ne hâlde? Buna yanaşmadık.
Şahsiyetimizi yapan parçalar bir defasında ölen cinsten değiller.
Suat ile Mümtaz, birbirlerinin zıddı gibi görünmekle birlikte tez ve antitez gibi birbirini tamamlayan karakterlerdir. Öyle ki Suat’ı, bağımsız bir karakter değil, Mümtaz’ın öteki beni, iç sesi olarak yorumlamak dahi mümkündür. Suat’ın “Ben zaten senin yanından hiç ayrılmadım… Vazifem seninle beraber olmak” cümlesi bu yorumlar için çıkış noktası olabilir.
Kâinatta herşey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan,
Sadece düşe kalka sanki içimdeki korkunun arasından,onun tahammülsüz derinliklerine doğru yürüyordum ve sanki ben ilerledikçe etrafımdaki karanlık artıyordu.
Kanatlarını başkalarına yardım için rehine vermiş bir melek hüznüyle bakar.
Her şey yaşamaktan mustarip gibiydi. ”Bir parça daha, biraz daha yığılın ey sisler, ey çamur biraz daha cıvıklaş ve her şeyi yut.
Hiçbir hayvan bizim kadar mahzun değildir.
Hiç kimse kimseyi kendisine kader etmemelidir.
Ben daha ziyade hülya kurar gibi düşünürüm.
Her düşüşün altında bir başkası vardır. Ve herkes, kendinin mezarıdır.
Kainatta herşey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan, diye düşündüm. Evet, en büyük düşmanımız yine insan!
Kopmak, içimizde olan birşeydir.
Mümtaz, bir yerden gelmeyen aydınlık kadar korkunç bir şey olur mu?
İnsan nedir ? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır ? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor. Mesela al beni. Ben kaç kişiyim zannediyorsun! Ölüme en fazla yakın bulunduğum şu dakikada bile içimde kaç duygu birden çarpışıyor; hisleri bırak, zihnim kaç şeyi birden düşünüyor.
Galiba insan yüzünü ilk defa böyle görüyordum. Hiçbir hayvan bizim kadar mahzun değildir. Ve ne kadar birbirlerinden korkuyorlardı. Hepsi kendi benzeriyle ilk temasta bir dükkân kapağı gibi kapanıyordu.
Kendini öldürmek için elâlemin evini seçmek her hâlde beğenilecek bir hareket değil. Dünyada yer mi yok! Hele ölüm gibi tabii bir iş için. Hele bu işin yapıldığı evin sahibi… Ne kadar hiddet etsen yeridir.
İncil “ara, bulursun” diyor. Fakat unutma ki ancak aradığını bulursun.
İnsan taliinin en kötü tarafı herkesin kendini zaruri olarak kainatın merkezinde bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar.
Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz?
Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor.
İnsanlara o kadar emniyet edilmez, bütün fenalıklar onlardan gelmiyor mu ?
O da insana musallattı. Kainatta her şey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan, diye düşündüm. Evet en büyük düşmanımız yine insan!
İnsan taliinin kötü tarafı-herkesin kendini zaruri olarak kainatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar. Fakat dahası var! Her şeyimiz insanla. Varlığımızı yalnız onun üzerinde deneyebiliyor, onunla kendimizi idrak ediyor, onda kendimizi tadıyor,onunla genişliyoruz…
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı, dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz.
(…) fakat hatırlamamak kabil değil!
İnsan taliinin kötü tarafı -müsaade et, bir kere de ben bunlardan bahsedeyim!- herkesin kendini zaruri olarak kainatın merkezi bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek. Onun için en büyük ve iyi niyetlerin sahipleri bile hayatı yaparken insanı yıkmaktan korkmuyorlar. Fakat dahası var! Her şeyimiz insanla. Varlığımızı yalnız onun üzerinde deneyebiliyor, onunla kendimizi idrak ediyor, onda kendimizi tadıyor, onunla genişliyoruz. Bütün ihtiraslarımız, zaferlerimiz, açlıklarımız, kinlerimiz…
Kâinatta her şey insana musallat, fakat en büyük düşmanımız yine insan, diye düşündüm. Evet en büyük düşmanımız yine insan!.
İnsanlara o kadar emniyet edilmez, bütün fenalıklar onlardan gelmiyor mu?
-dedikleri doğru idi. bütün ömrünü bana vermişti. fakat bu hediye bana ağır geliyordu. ilk önce bu ömür tüy gibi hafif adımlarla hayatımda gezinmişti. sonra gittikçe ağırlaşmış, gittikçe ezici olmuştu. şimdi ise bana nefes alacak delik bırakmıyordu. nefse karşı işlenmiş büyük bir günah gibi üzerime çökmüştü. şurası muhakkak ki afife hiçbir zaman kendini anlamadı. o otuz beş yaşının kutbunda bir genç kız, hatta kelebek hafifliğiyle yaşamak istedi. beni rahat bıraksaydı, belki de hakkı olan fakat bence imkansız şeyleri istemeseydi, her hareketimi dayak yemiş köpek bakışlarıyla takip etmeseydi, mütemadiyen konuşmasa, şikayet etmeseydi ve konuşulacak yerde susmasa idi hülasa içime her hareketimden hesap vermeye mecbur olduğum bir azap bir emirler silsilesi gibi yerleşmeseydi, çehresini vicdan azaplarımın aynası yapmasaydı belki de onunla ayrılmayı ciddiyetle düşünmezdim.
Insan taliinin kötü tarafı herkesin kendini zarurî olarak kainatın merkezinde bilmesinde, kendinden başkasını bir inşa malzemesi gibi görmesinde olsa gerek.
Yanı başımızda her seyimizi söyleyecek, bütün kirinizi ve çamurunuzu sade bir ilticanızla temizleyecek bir varlığın bulunması kadar büyük bir kuvvet var mıdır?
Suat arkasında her şeyi izah eden bir mektup bırakmıştır. Tanpınar’ın bize Suat’ın mektubu adıyla küçük bir kitap olarak ulaştırmayı istediği metindir bu. Polisten bir kopyasını aldığı bu mektup Mümtaz için hayatının bir parçası haline gelir, devamlı cebinde gezdirdiği mektubu sık sık açık okumakta, Suat’ın asıl düşüncesini anlamaya çalışmaktadır. Gündüzleri gibi geceleri de Suat’la doludur. Karışık rüyalar arasında hemen hemen hep onunla “boğuş”tur. Ancak “Ne kendisine olan ve bir aşka pek benzeyen düşmanlığını, ne inkârlarını, ne de azaplarını” anlayabilir.
Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz ? İnsanın yalnız insanla meşgul olması.
Bir parça daha, biraz daha yığılın en sisler, ey çamur biraz daha cıvıklaş ve her şeyi yut!
O, hayatta anlatacak bir kederi olunca kendisini bulanlardandır.
Karımı tanırsın, o hayatta anlatacak bir kederi olunca kendisini bulanlardandır.
Bir yığın inkarın getirdiği üstünlüğü birdenbire kaybetmiştim.
Romancılar ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumaya çalışıyorlar. Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Hâlbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor.
Demek ölüm bir hayvan ahırının kapısını açmaktan başka bir şey değil, öyle mi?
O büyük adamdır Mümtaz. Hem çok büyük adam. Yalnız bir tek kabahati var; kitap gibi konuşur. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yani tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek…
Hepiniz mesuttunuz. … Herkes bir şeyi seviyordu ve mesuttu. Belki yalan söylüyordunuz, belki olduğunuzdan çok başka türlü idiniz ve ahmaklık zannettiğim gibi tek kabahatiniz değildi. Fakat mesuttunuz. Hatta masumdunuz. Hakiki bir cürüm işleseniz bile yine masumdunuz. Çünkü hayatı seviyordunuz. En büyük cürüm, en büyük günah, hayatı sevmemektir. Kendinizi aldatsanız bile içinizde saf bir taraf vardı. Ben bunu kendimde öldürmüştüm. Bunu öteden beri biliyor ve sizi kıskanıyordum. Sizi, yani herkesi… Nuran’ın peşine düşüşüm bundandı; sana kinim bundandı. Fakat bu akşam sizden başka türlü nefret ediyorum. O kadar fena bir şekilde yıkılmama alet oldunuz ki…
Ben şimdi ayda veya herhangi bir yıldızda aziz dünyanızın felaketlerini seyre gidiyorum.
Romancılar, ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumaya çalışıyorlar. Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar.
Onunla birkaç sene bir arada oturup da cennetlik olmamak imkânsızdır.
Saadet, her türlü tatmin ancak pazarlıkla kabil oluyordu.
Demek ölüm bir hayvan ahırının kapısını açmaktan başka bir şey değil, öyle değil mi?” diyecek ve tam bir sükunet içinde ölecekti.
Romancılar ayrı ayrı insanlarla hayat kumaşını dokumaya çalışıyorlar. Fakat insan nedir? Ve hakikaten bir tek olan insan var mıdır? Bunu hiç düşünmüyorlar. Düşünmedikleri için de fikirle insanı karıştırıyorlar. Halbuki asıl kumaş içimizde dokunuyor.
Evet iki şeyi, iki masalı yıktık. Allah’ı ortadan kaldırdık. Kadını kendi hakikati içinde görmeğe başladık. Fakat hakikaten cins meselesi bu mudur? Hayır, doğrusunu istersen kendi septik, imkansız hürriyetler isteyen, büyük ve güzeli inkara hazır kafamıza göre yeni bir kadın yaptık.
Teşebbüse tekrar girenler sisteme eskinin hiçbir artığını almasınlar!
Acaba irademizden müstakil bir kader var mı dersin Mümtaz? Yoksa ölümümüzün sırrını, beraberimizde taşıyarak mı doğuyoruz? O zaman anneleri teselli etmek kabil olmayacak gibi geliyor. Çocuğuyla beraber onun öleceğini de beraber doğuran bir anne…
İçimde durmadan katliamlar tertip ettim. Fakat heyhat! Şahsiyetimizi yapan parçalar bir defasında ölen cinsten değiller.
O hayatımda idi. Ve garip, çok zalim bir ışık gibi hayatımın ortasında parlayacaktı, ve ben ister istemez bütün hayatımı onun arasından görecektim.
O büyük adamdır Mümtaz. Hem çok büyük adam. Yalnız tek bir kabahati var; kitap gibi konuşuyor. Hatta kitap gibi düşünüyor, ne dehşetli şey değil mi? Kitap gibi düşünmek! Yan tecrit ve tasnif ederek, varılacak yeri bilerek… Ben bir labirentte dolaşır gibi konuşurum. Sen bir saat rakkası gibi iki haddin arasında gidersin. O ise daima terkibin peşinde. Düşüncesinin ışığında ve düşüncesinin yolunda muayyen hedefe doğru yürür gibi konuşur.
İncil “ara, bulursun!” diyor. Fakat unutma ki ancak aradığını bulursun. Biz de aradığımız kadını bulduk! Mamafih düne kadar ben bundan pişman değildim.
Evet en büyük düşmanımız yine insan!