İçeriğe geç

Sözler Mecmuası Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Sözler Mecmuası kitap alıntıları sizlerle…

Sözler Mecmuası Kitap Alıntıları

Âyâ, üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız.
ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik. Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü’ya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider
Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır.
Bir derdin dermanı, başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.
Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.
⟨⟨ Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle, yüzer zararı ehl-i imana vermez. ⟩⟩
⟨⟨ Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında bîçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir. ⟩⟩
⟨⟨ Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. ⟩⟩
⟨⟨ Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez. ⟩⟩
⟨⟨ Hem anlarsın ki insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir. ⟩⟩
⟨⟨ Hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi yetişmediği şeye de zıttır. ⟩⟩
⟨⟨ Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. ⟩⟩
⟨⟨ Basîretsiz olmayan herkes, yakînen anlar ki onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez. ⟩⟩
⟨⟨ Giden gelmez, gelen gider. ⟩⟩
Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’dan bil.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku
Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.
Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der.
Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir.
Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
Hakikî bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır
Sözler – 740
Kur’an, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder
Sözler – 730
Büyük görünme küçülürsün
Sözler – 724
Allah abdini tecrübe eder.
Abd Allah’ını tecrübe edemez.

Sözler – 718

Elmasların madeni: Kur’an ve hem Hadîstir.
Onun malı.. oradan, her zaman istemeli.
Kitablar, içtihadlar Kur’anın âyinesi, yahut dürbün olmalı.
Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’cizbeyan.
Sözler – 704
Kelime-i şehadetin bürhanı içindedir
Kelime-i şehadet vardır iki kelâmı.
Birbirine şahiddir, hem delil ve bürhandır.
Birincisi, sâniye bir bürhan-ı limmîdir.
İkincisi, evvele bir bürhan-ı innîdir.
Sözler – 702
Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz(arıların başı) bırakmayan kudret-i ezeliye elbette
Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz.
Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.
Sözler – 701
üstadım, Kur’andır.
Kitabım, hayattır.
Muhatabım, yine benim.
Sözler – 694
Nasıl zîhayatlar, vücudlarıyla bir Vâcib-ül Vücud’un vücuduna delalet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki’nin sermediyetine, vâhidiyetine şehadet ediyorlar.
Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır.
Madem meşru daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine safâlarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir.
Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek, bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.
‘hem ona rahattır, ağır değil.’
‘giden gelmez, gelen gider.’
Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf katipsiz olamaz;biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hakimsiz olur?
Bütün geçmiş pencereler, Kur’an denizinden bazı katreler olduğunu düşün.
Sonra Kur’anda ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin.
Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’ana gayet mücmel bir surette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak, nurani bir pencere-i câmiadır.
Sözler – 689
Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risalet ve velayet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icma’larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icma’kârane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmiş.
Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır.
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar.
Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı?
Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı?
Haydi sen söyle!
Sözler – 689
Ey kendini insan bilen insan!
Kendini oku
Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!
Sözler – 687
İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder.
Onları anlar, bildirir.
Meselâ: Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum.
Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var.
O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder
Sözler – 687
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا ٭ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir ve isbat-ı Vâcibü’l-Vücud’a karşı caddeleridir.
Bunun tafsilatını, Şerhü’l-Mevakıf ve Şerhü’l-Makasıd gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale ederek, yalnız Kur’anın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuâı göstereceğiz.
Şöyle ki:
Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir.
Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar.
Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, herc ü merc ederler.
Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler.
Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz’î bir numunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et.
Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat’î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır.
Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i kàtı’, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir.
Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah der, secde eder.
Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi, لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا
âyet-i kerimesinin delaletiyle: Nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti.
Halbuki
فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ ٭ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَ هُوَ حَس۪يرٌ
delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: Beyhude yoruldum, kusur yok demesiyle gösteriyor ki: Nizam ve intizam, gayet mükemmeldir.
Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’î şahididir.
Sözler – 683
Herbir şey, bir mühr-ü Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder.
Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder.
İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad’e mal eder.
Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu’cizekâr bir san’at var ki; onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette o olacaktır.
Demek bütün eşyayı yapamayan, bir tek şeyi icad edemez.
Sözler – 682
Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahata gidiyordum.
Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti.
Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi.
Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise; elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.
Sözler – 682
çareleri bulunan şeyde acze yapışma.
çaresi bulunmayan şeyde cez’a sarılma.
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine Lebbeyk! dedirten Zat-ı zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de O’nu bil, hürmetle bildiğini bildir ve katiyen anla ki; Senin gibi Zaif-i mutlak, aciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fani, küçük bir mahluka koca kainatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek ;elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı Rahmettir. Elbette böyle bir Rahmet, senden külli ve hâlis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve unvanı olan Bismillahirrahmanirrahim i de. O rahmetin vüsulüne vesile ve o Rahmanın dergahında şefaatçı yap.
Evet, Rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zahirdir.
Sebeb gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder.
Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni’-i Hakîm’in eline teslim eder.
Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni’-i Hakîm’e işaret eder.
Sözler – 681
Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet ederler.
Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler; tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat’iyyen delalet eder.
Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise; bilbedahe Vedud, Maruf bir Sâni’-i Kadîr’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Sözler – 680
yağmura rahmet deniliyor.
Çünki çok âsâr-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Sözler – 680
Esbab bir perdedir, müsebbebleri yapan başkadır.
Sözler – 679
Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.
İşte ey bedbaht ehl-i dalalet! Bak: Dalalet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli!. Ne zorun var ki, oradan gidiyorsun? Hem bak: İman ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safalı Oraya gir, kurtul.
Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir.
Ey kozmoğrafyacı efendi!
Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?
Hangi esbabın eli buna ulaşabilir?
Hangi kuvvet buna yanaşabilir?
Haydi sen söyle
Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı?
Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülâsası olan zîhayatları, başka ellere verir mi?
Başkasını müdahale ettirir mi?
Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı?
Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemal-i hikmetini sukut ettirir mi?
Sözler – 673
İslâmiyet parlayacak an be-an!..

Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor.

Kur’an, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder
Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtela, bedbînlikle hasta idi. Dedi: Ülema azaldı, kemmiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an
Olan İslâmî şeair, dinî minarat, İlahî maabid, şer’î maalim itfa olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be-an!.. Her bir mabed bir muallim olmuş tab’ıyla tabayia ders verir. Her maalim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor. Mürur-u a’sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.
Güya tecessüm etmiş envâr-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet, maabidi içinde. Birer sütun-u iman.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maalimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde. Birer sütun-u elmas. Onunla murtabıttır zemin ile âsuman.
Çünki hadsiz mevcudat bir tek zâta verilmezse (Yirmiikinci Söz’de kat’î isbat edildiği gibi) o zaman her bir tek şeyi, hadsiz esbaba isnad etmek lâzım gelir ki, o halde bir tek şeyin vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur.
Çünki Allah’a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir.
Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lâzım gelir.
Sözler – 662
gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?
Sözler – 660
Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir.Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.
Bütün ervah ve kulûbün dalaletten neş’et eden ızdırabat ve keşmekeş ve ızdırabattan neş’et eden manevî elemlerden kurtulmaları, bir tek Hâlık’ı tanımakla olur. Bütün mevcudatı, bir tek Sâni’a vermekle necat buluyorlar, bir tek Allah’ın zikriyle mutmain olurlar. Çünki hadsiz mevcudat bir tek zâta verilmezse o zaman her bir tek şeyi, hadsiz esbaba isnad etmek lâzım gelir ki, o halde bir tek şeyin vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur.
Kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini fetih ve keşfetmek,.. Kur’an gibi bir mu’cizekârın hârikulâde işleridir.
Umum mahlukat bir tek Mürebbi’nin terbiyesindedirler, bir tek Müdebbir’in idaresindedirler, bir tek Mutasarrıf’ın taht-ı tasarrufundadırlar, bir tek Seyyid’in hizmetkârlarıdırlar.
Gündüz içinde gözünü kapamakla,
dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?
Asırlara göre şeriatlar değişir.
şu garib âlemin sahibine her şey musahhardır. Her şey onun hesabına çalışır. Her şey ona bir emirber nefer hükmündedir. Her şey onun kuvvetiyle döner. Her şey onun emriyle hareket eder. Her şey onun hikmetiyle tanzim olur. Her şey onun keremiyle muavenet eder. Her şey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur.
Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, Kur’anın emsalsiz bir tefsiridir.
Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.
Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken
Başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
Ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.
Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveyse’l-Karanî’nin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum.
O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç.
Sözler – 652
bahar yaldızlı bir mektub gibi, verdiği manaları her vakit temaşa edebilirsin.
Sözler – 646
Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev.
Mana-yı ismiyle sevme.
Ne kadar güzel yapılmış de.
Ne kadar güzeldir deme.
Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme.
Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.
اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ
de.
İşte bütün ta’dad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir.
Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir.
Hem meşru bir muhabbettir.
Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür.
Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Sözler – 640

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir