İçeriğe geç

Sosyolojide Temel Fikirler Kitap Alıntıları – Martin Slattery

Martin Slattery kitaplarından Sosyolojide Temel Fikirler kitap alıntıları sizlerle…

Sosyolojide Temel Fikirler Kitap Alıntıları

Zaman-hareket çalışmaları, açık-ofis sistemi ve yeni teknolojilerin gelişimiyle bedenen çalışmayanlar bile vasıflarını, iş sürecindeki ko­numları ve kontrollerini yitirmişlerdir. Onlar aynı zamanda eski de­ğerlerini yitirmiş, bir başkasının yerine kolayca kullanılabilir hale gelmişler ve yaptıkları işler rutinleşmiştir. Bu vasıfsızlaştırılmış, güç­süzleştirilmiş ve yabancılaştırılmış çalışanlar, gerçek bir iş doyumun­dan yoksun anlamsız ve mantıksız görevleri yaparken büyük ölçüde dışsal kontrole tâbilerdir.
Britanya’da son yirmi yıldır erkeklik konusundaki sosyal tutum ve imgeler yumuşamaya başlamıştır. Erkeklerden modaya, çocuk doğumuna, kendi çocuklarına daha fazla ilgi göstermeleri bek­lenmekte, duygularını ifade etmeleri ve kadınların ihtiyaçları ko­nusunda daha duyarlı olmaları istenmektedir. Yumuşak huylu ve kibar bir erkek artık çok nadir görülen bir yaratık değildir (Segel, 1981).
Bir erkek kendini hayatının anlamsızlığı içinde boğulmuş halde bulduğunda ve ataerkil gücüne son noktayı koymak için çaba gösterdiğinde, düşmanı bulmak için fazla uzağa gitmesine gerek yoktur. Mücadele her şeyden önce kendi içinde başlamak zorun­dadır. Kendi içinde gömülü ‘erkek’ten kurtulmak, bir erkeğin bü­tün güçlerden kurtulmaya giden yola girmesi için atması gereken ilk adımdır.
Kadınlar baskıya karşı öfke ve hiddet içindeyken, erkekler sadece suçluluk hissedebilirler.
Kadınların ev rollerine hapsolmaları gibi, erkekler de iş rollerine hapsolmuşlardır. Onlar aile hayatı ve babalık konusunda çok şey kaybederler; ve bir kişi olarak babanın yanlarında olmayışı ve rol mo­delinden yoksunluk yüzünden, genç erkeklerin ev dışındaki, özellikle televizyondaki erkeklik imgelerine -sözgelimi, nasıl ‘erkek’ olunur konusundaki yüzeysel ve kalıp örnekleri izlemeye- yöneldikleri öne sürülmüştür.
Andrew Tolson’un (1977) öne sürdüğü gibi, erkekler de kadınlar kadar, belki de daha fazla cinsiyet kalıp-yargıların kurban­larıdır. Onlar ‘maço’ bir dayanıklılık ve güç imgesini hayatları boyun­ca sürdürmek üzere yetiştirilirler. Onlar zayıflıklarını itiraf etmemeli, duygu ve hislerini göstermemelidirler. Onlar bundan dolayı insanlık­larından önemli bir unsuru kaybetmektedirler. Sheila Rowbotham’in (1979) vurguladığı gibi, Erkekler acı çekme ve aşk konusundaki zayıf­lıklarından utanç duyarlar, zira onlara bunların kadınsı şeyler olduğu öğretilmiştir. Onlar kadınsı özellikler taşımaktan korkarlar, zira bu, diğer erkeklerin onları ve onların da bizzat kendilerini hor görmeleri anlamına gelir .
Kadınları kadınlık imgelerine hapseden şey erkeklerin toplumsal cinsiyet ve cinsellik konusundaki fikirleridir. Ataerkillik tezine göre, erkekler kadınları anne ve yuvayı yapan dişi kuş ve cinsellik objesi olarak düşünmeye devam ettikleri ve {kitle iletişim araçları gibi) ‘kültürel’ yeniden üretim araçlarını kontrolleri altında tuttukları sürece, kadınlar daha olumlu ve eşit bir imge konu­sunda ne kadar ümit besleyebilirler?
Toplumsal cinsiyet tartışmasında temel sorun, erkekler ve kadın­ların toplum içindeki davranışlarının biyoloji tarafından mı yoksa aksine kültür tarafından mı belirlendiğidir. Erkekler ve kadınlar doğa­ları gereği mi, yoksa içinde yaşadıkları toplum yüzünden mi farklıdır­lar? Erkekler doğaları gereği ‘yapan/eden konumunda’yken, yani işçi, savaşçı, yazar ve karar alıcıyken, kadınlar ‘bakıcı konumda’ mıdırlar? Erkekler doğaları gereği saldırgan, akılcı ve duygusallıktan uzakken, kadınlar yine doğaları gereği pasif, sezgileri güçlü ve duygusal varlık­lar mıdır? Bir erkeğin yeri dışarısı -çalışmak, mücadele etmek ve or­ganize etmek- iken, kadının yeri evi midir? Çok daha önemlisi, erkek­ler doğaları gereği baskın cinsiyet midir, dolayısıyla toplumu -ve kadınları- yönetme hakkına sahipler midir?
Çocuklar diğerlerini oyunlar sırasında, rolü oynayarak, onların dün­yayı nasıl gördüklerini tasavvur ederek tanır. ‘Genelleştirilmiş diğeri’ sayesinde birey bir anlamda toplumu kafasının içinde taşır.
İnsanlar nasıl bir tepki verecekleri konusunda seçimler yaparlar. On­lar Büyük Biraderin kontrolü altındaki robotlar veya kuklalar değillerdir. Bu seçimler, ister nasıl giyinileceği isterse nasıl bir iş sahibi oluna­cağı konusunda olsun, belirli özgürlükler ve fırsatlar içinde işler. Top­lum, bu nedenle, hayata anlam ve önem kazandıran, İnsanî etkileşi­min temelini oluşturan bir semboller dünyasıdır. ‘Toplum veya gru­bun ortak alışkanlıkları, kuralları ve beklentileri birey tarafından eğitimle içselleştirilir.
Mead’e göre, insan özellikle sosyal bir varlıktır ve top­lum da insanın kendi etrafında yarattığı sürekli bir akış, sürekli bir yaratma ve yeniden-yaratma, yorumlama, müzakere ve tanımlama süreci içeren bir dünyadır. Bizler hem bireyler hem de sosyal varlıkla­rız. Hem toplumu biçimlendirmekte hem de onun tarafından biçim- lendirilmekteyiz. Hepimiz birçok farklı minyatür ‘dünya’ içinde yaşarız.
Yetişkinler olarak bizler, kocalık ve babalıktan tutun da ustabaşılık, dostluk ve sporculuğa kadar oldukça iyi tanım­lanmış birçok farklı toplumsal rolü oynariz. Ancak, Mead’in analizinde bu rollerin hiçbiri sabit değildir. Onlar, sadece bireylerin kendi imge­leri, güdüleri ve yeteneklerine göre o anda geliştirdikleri genel taslak­lardır.
Mead’e göre, insan davranışı içgüdüler veya dış toplumsal güçler tarafından belirlenmez. Daha ziyade, biz -bir tür toplumsal düzen ve yapı yaratacak biçim­de- düşünen, bilinçli, birçok farklı amacın peşinden koşabilen ve birbirimizle iletişim kurma yeteneğine sahip varlıklarız. Biz sadece anlam aktarma yeteneğine değil, başkalarının sözleri ve eylemlerini yorumlama yeteneğine de sahibiz ve bu anlamlar ne sabit ne de mutlaktır. Anlamlar duruma, bağlama göre değişir.
Mead’e göre insanı hayvan krallığındaki diğer canlılardan ayıran şey, aşağıda davranışları yap­masını mümkün kılan bu kendine özel zihinsel mekanizmasıdır:
• Davranışlarını mevcut duruma veya oluşturduğu hedeflere gö­re bilinçli bir şekilde plânlamak ve uyarlamak.
• En önemlisi dil olan oldukça farklı semboller aracılığıyla başka­larıyla iletişim kurmak ve bu sembollerde ifade edilen şeylerin ardındaki anlamı yorumlamak veya gerekli tepkileri göstermek.
• Kendinin bilincinde olmak; sadece kendisinin değil başkalarının da duyguları, güdüleri ve görüşlerinin farkında olmak; ‘diğeri­nin rolü’nü alabilmek ve insanların belirli bir davranış veya du­rumu nasıl yorumlayabileceklerini tasarlamak ve hatta kendisi­nin başkalarına nasıl göründüğünü tasavvur etmek. Hepimiz, bu yüzden, bir benliğe ve ‘benlik imgesi’ne sahibizdir.
Bilim insanları, ister fizik, ister kimya veya biyo­loji isterse bir başka alanda olsun, açık-zihinlilikten ve nesnellikten uzak bir biçimde, büyük ölçüde kendi bilim alanlarının temelini oluş­turan özel bir paradigmaya bağlıdırlar.
Kuhn, paradigmalar kavramını, gerçekte modern bilimin tarihinin kademeli ve birikimli bir süreç olmayıp, daha ziyade, yeni teorilerin eskileri yıktığı ve yeni akademik düşünce alanlarının ortaya çıktığı, kabul gören düşünme biçiminin ve onunla çalışan profesörlerin etki­sini yitirdiği düşünce devrim/erinden biri olduğunu öne süren radikal ve oldukça devrimci bir tez öne sürer.
‘Paradigma’ terimi toplum veya doğanın nasıl işlediğine dair bir dü­şünceler setini, teorik bir çerçeve veya modeli anlatır. Hemen her akademik veya bilimsel disiplin özel bir paradigmayla çalışır veya rakip paradigmalar arasında toplumun doğasıyla ilgili veya fizik dün­yada ya da doğa dünyasındaki temel güçlerle ilgili tartışmalar yer alır.
Öğretmenler gerçekte ne kadar güçlüdür? Onlar gerçekten çocukların öğrenmeleri ve gelecekleri üzerinde böyle bir etkiye ve toplumun genelinde böy­le bir güce sahipler midir? Yoksa onlar, genel güç ve otorite yapısı içindeki, bizzat yukardan talimatlara ve kontrole tâbi aracı kişiler midir?
Okullar bu kitlesel uyumun ilk ve temel evresidir. Onlar aynı şekil­de, modern toplumda insanın yaratıcılığı ve inisiyatifini, becerileri ve bağımsızlığını yok eden birer temel yabancılaşma kaynağıdır. Eğitim sistemimiz gençlerimiz arasında, özellikle başarısız olduklarında, bir güçsüzlük, anlamsızlık ve soyutlanmışlık duygusu yaratır.Okullar insanı öğrenmeye yabancılaştırır.
Okullar genel sosyal siste­min bir parçasıdırlar ve lllich’e göre, bireyin düşünce ve hayâl gücü­nü özgürleştirmekten uzak olarak, bir sosyal kontrol sisteminin par- çasıdırlar: Dünyadaki bütün okullar yerleşik düzeni yeniden-üretmek için tasarlanmış örgütlü girişimlerdir.
Gizli müfredat, bütün çocuklara, ekonomik açıdan değerli bilginin profesyonel bir öğretimin sonucu olduğunu ve toplumsal yetkile­rin bürokratik bir süreçte kazanılan mevkilere bağlı olduğunu öğ­retir. Gizli müfredat açık bir müfredatı bir metaya ve onu edinme­yi de en güvenilir servet biçimine dönüştürür. Bilgi sertifikaları – mülkiyet hakları, hisse senetleri veya aile mirasından farklı olarak- sorgudan muaftırlar. Onlar ani servet değişimlerine dirençlidirler. Onlar garantili ayrıcalıklara dönüştürülürler. Yüksek bilgi birikimi­nin yüksek personel tüketimine dönüştürülmesi gereğine Kuzey Vietnam’da veya Küba’da karşı çıkılabilir, ancak evrensel olarak okul, daha fazla güç kazanmanın, bir üretici olarak meşruiyeti ar­tırmanın, daha fazla öğrenme kaynaklarına ulaşmanın yolu olarak kabul edilir.
Okullar eski sorgulanmayan eğitsel meşruiyetlerini kaybetmişler­dir. Onları eleştirenlerin çoğu hâlâ meşakkatli ve köklü bir reform talep etmektedir, ancak hızla genişleyen bir azınlık devam zorun­luluğunu ve akademik sertifikaları kaldırmaktan öte bir şey yap­mayacaktır Ancak, ilgi okula odaklanırken çok daha derin bir konuyu kolayca gözden kaçırabiliriz: Öğrenmeye nasıl bakılması gerektiği. İnsan­lar öğrenmeye bir meta olarak -yeni kurumsal düzenlemeler sağ­landığında daha çok insan tarafından daha etkin biçimde üretile­bilecek ve tüketilebilecek bir meta olarak- bakmaya devam ede­cekler midir? Yoksa, sadece öğrenenin özerkliğini koruyan ku­rumsal düzenlemeleri mi -yani, kişiye neyi öğreneceğine karar verme inisiyatifi ve birine yararlı olmaktan ziyade kendi hoşlana­cağı şeyleri öğrenme hakkını mı- sağlayacağız? Biz, giderek daha verimli bir topluma uygun verimli insanlar yetiştirecek bir eğitim ile eğitimin bazı özel birimlerin görevi olmaktan çıktığı yeni bir toplum arasında seçim yapmak zorundayız.
Çoğu kez laikleşme tartışmaları ile ilişkili olanlar farklı şeylerden söz etmişlerdir; ve örgütlü dinin güç kaybettiği söylenebilse de, bireysel inanç ve manevî anlam ihtiyacı her zaman güçlü olmuştur. Post-modernistler, örneğin, bilim ve rasyonalitenin cazibesini yitirmesi ve koruyuculuk görevini yerine geti­rememesi yüzünden, insanların yeniden irrasyonel ve manevî alanla­ra yöneldiklerini öne sürerler. Din -ister örgütlü olarak ister kült ben­zeri biçimde- yeniden canlanacak ve gençleşecektir. Örneğin Gilles Kepel (1994), büyük dinlerin -İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik- mo­dern toplumun anonim ve kişisellikten-uzak doğasına karşı bir tepki olarak canlandıklarını belirler. Hatta en modern ve en kapitalist bir toplum olan Amerika’da bile dinsel katılım hızla % 40’lara sıçramış görünmektedir.
Lâikleşme tezinde temel problem, din tanımının yetersiz olması ve dinselliği -insanların inançlarının gücünü- ölçmenin kesin bir yolunun bulunmamasıdır. Glock ve Stark (1965) gibi yazarlar ölçme­ye çalışsalar da, öznel bir kavram olduğu için bunu yapmak imkânsızdır. Ayrıca, örgütlü dinin ve dinsel inançların temeli üzerinde ortak bir tanımda birleşmek mümkün olsa bile, din ve modernite arasındaki ters ilişkinin ölçülmesi ve hesaplanması, bizzat modern toplum teriminin yeniden tanımlanması gerekir. Sözgelimi, Afrika’yla karşılaştırıldığında Amerika ne kadar moderndir ve ABD’de dinselli- ğin önemi ve gücü Kuzey Afrika veya Uganda’dakine göre daha mı azdır?
Lâikleşmenin temel argümanı, din geçmişteki altın çağının gücünü artık yitirmiştir düşüncesine dayanır. Bununla beraber, tarihçiler, Viktorya çağında bile dinin göründüğü kadar güçlü olmadığını göstermişlerdir. Orta sınıflar daha sofu ve dindar görünürken, 1851 sayımları yetişkin nüfusun sadece % 40’ının kilise­ye düzenli olarak devam ettiğini göstermiştir.
Dinsel mezhepler/tarikatların sayısındaki artış, dindeki ayrışma­nın, her şeye yeten kilisenin güç ve etkisindeki zayıflamanın bir başka kanıtıdır. Böylece din, toplumsal konsensüsü ve ortak değerleri pekiştirmek yerine, modern toplumdaki inançlar ve hakikâtler çoğulluğunu yansıtmaktadır. Wilson’a göre, mezhep­ler lâikleşme sürecini yaşayan toplumların bir özelliğidir ve on­lar dinsel değerlerin toplumsal önceliklerini kaybetmelerine karşı bir tepki olarak görülebilir . Ona göre, 1960’lar ve 70’lerin güncel sorunlardan uzak olan yeni dinsel hareketleri, sadece toplumdan kopan yeni üyeleri kazanmaya çalışırken, modern toplumun ahlâkî ıslahı ve birliğinden başka hiçbir konuda kat­kıda bulunmazlar.
Bu yüzden VVinkler’e göre, kapitalist bir devletin ekonomik rolü ile korporatist bir devletin rolü arasındaki temel fark, ekonomiyi ‘desteklemek’ten onu yönetmeye, özel sermayeyi sadece teşvik etmek ve yönlendirmekten gerçekte ona ‘yapması gerekenleri ve yapamaya­caklarını’ söylemeye doğru belirgin bir kayıştır. Devlet ulusal hedefle­ri belirler, kaynakların tahsisini kontrol eder, temel sanayileri koordi­ne eder ve gelir dağılımını düzenler. Bu devletin kontrol derecesi farklılık gösterebilir, ancak o esasında, kapitalist patronlar ve yöneti­cilerin mevcut seçimlerine sınırlamalar getirerek, ‘özel sermayenin iç karar-alma mekanizmaları üzerinde kontrol kurma’yı gerektirir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Korporatizm bu yüz­den diktatörlük, ateşli bir milliyetçilik ve devlet gücünün yayılmasıyla ilişki içindedir. Bütün bu sınırlamalar ekonomik başarı hedefiyle ve ulusal çıkarın bireysel özgürlükler veya kazançlardan önce geldiği fikriyle meşrulaştırılır. Piyasa ekonomisi savurgan ve istikrarsız olarak, merkezi plânlamacı ekonomi de bürokratik ve esneklikten yoksun olarak görülür.
Korporatizm, devletin özel mülk sahipliğine dayalı şirketleri bü­yük ölçüde dört ilkeye -birlik, düzen, milliyetçilik ve başarı ilkele­rine- göre yönettiği ve kontrol altında tuttuğu ekonomik bir sis­temdir.
Castells’e göre, refah bir sınıfsal kontrol biçimidir ve eğitim ve konut gibi kollektif olarak tüketilen mallar yerel yönetimler, özellikle de kent yönetimleri tarafından dağıtılır, zira çalışan nüfusun büyük ço­ğunluğu kasabalar ve kentlerde yaşamaktadır.
Kentler sadece insanlarla değil, fiziksel olarak da ağ­zına kadar doludur. Nadiren nefes alacak bir yer vardır ve bu yüzden, hayat oldukça yoğun ve sinir bozucu olma eğiliminde­dir. Günümüzde bütün insanlar birbirlerine çok yakın yaşamak­ta, bu da kaçınılmaz olarak zengin ve yoksul, etnik gruplar veya komşuluk alanları arasında toplumsal çatışma ihtimalini artır­maktadır.
Kentler, tanım gereği, binlerce insanı içinde barındı­ran büyük yerlerdir. Bu olgu, onların sadece kişisellikten- uzaklıklarını, kentsel ilişkilerin büyük ölçüde geçici ve parçalı doğasını açıklamaya yardımcı olur. Kentteki insanlar her zaman hareket halindedirler; onlar bir yere sürekli arkadaşlık kurmaya yetecek kadar nadiren yerleşirler. Onlar özel bir amaçla, yani bir şeyler satın almak veya bir işi halletmek için şehirde bulunmak­tadırlar. Kazanç peşinde koştukları için hoşça vakit geçirmeye ayıracak zamanları yoktur. Kent devasa bir pazaryeri, herkesin tepeye tırmanma, en üstte olma mücadelesi verdiği ve böylece başkalarını kullanmaya veya çiğneyip geçmeye çalıştığı bir ‘keşmekeş’tir. Bu yüzden, bireyler başarısızlık, reddedilmişlik ve güçsüzlük duygusuna kolayca kapılabilirler. Başarma ve hayatta kalmanın tek yolu diğerlerine aynı duygusuzlukla yaklaşmaktır.
Kentler heye­can verici ve ürkütücü yerlerdir. Hayatın yoğun hızı, trafik, itiş kakış ve parlak ışıklar büyüleyici ve keyif vericidir. Ancak, kentler aynı zaman­da kasvetli mekânlardır. Girdap gibi bir kalabalığın ortasında kendini­zi çok yalnız ve kaybolmuş, kızgın ve sinirli hissedebilirsiniz. Hiç kim­senin başkasına ayıracak zamanı yoktur; herkes, kentteki ‘keşmekeş’ içinde varolma mücadelesi verirken, tefeciler, taşralıları aldatan şehir düzenbazları ve şehir kovboyları gibi vahşilerle mücadele ederek ömrünü tamamlar görünür. Bu yabancılaştırıcı ve yapay hayat tarzı dostluktan, beraberlik duygusundan, huzur ve kır hayatının sakinli­ğinden uzak milyonlarca millik bir alanı istilâ eder görünür.
İnsanlar daha ziyade kendilerinden beklenenleri yaparlar düşüncesinden hareket­le geliştirmişlerdir. İnsanlar arasında bu eğilim o kadar güçlüdür ki, bir insanla daha önce hiç karşılaşmasanız bile, onun belirli bir du­rumda nasıl davranacağını tahmin etmeniz mümkündür. Ancak bu tahminin doğru çıkma ihtimali onunla daha önceden karşılaşmışsa­nız artar; sadece onun hakkında daha çok şey bildiğiniz için değil, aynı zamanda bu tür bilgi ona karşı davranış biçiminizi etkilediği için ve tam beklediğiniz davranışı yaratmanız anlamında. Başka deyişle, insanlara davranış biçiminizin sadece kendini doğrulama etkisi yok­tur, bizzat kendini doğrulayan bir kehanet de yaratabilir.
Bu durumda, bilgi sosyo­lojisinin rolü, düşüncelerin kaynağının sosyal gruplar olduğunu orta­ya koymak, bu kanıtlardan onların genel ideolojisini elde etmeye çalışmak ve böyle bir dünya görüşünün grubun kendi çıkarlarını kollamaya nasıl yardım ettiğini göstermektir. Bu yüzden, tüm ha­kikâtler ideolojik olarak yanlıdır, tüm hakikâtler nihayetinde belirli sosyal grupların çıkarları ve eğilimlerini yansıtırlar. O halde sorun, kimin çıkarları sorunu ve bazı grupların kendi dünya yorumlarını geliştirmede diğer gruplardan ne kadar güçlü olduklarıdır.
Karl Mannheim ideoloji kavramını tüm bilgilerin ideolojik oldu­ğunu anlatmak için kullanır; matematik ve fizik gibi belirgin istisnalar dışında her bilgi ideolojiktir, yani onlar modern toplumu oluşturan farklı sosyal grupların -mezhepler, kuşaklar, partiler ve özellikle sos­yal sınıfların- değerleri, istekleri ve çıkarlarının basit birer yansıması­dır.
İdeologlar açıkça yanlıdırlar ve çoğu kez olgular ve rakamları önceden belirlenmiş argümanlarını desteklemek ve siyasal karşıtlarını zayıflatmak için seçici ve kısmî bir biçimde kullanırlar.
İdeolojik perspektifler genellik­le yanlı bakış açıları olarak, belirli bir ideolojiyi desteklemek veya bir başka ideolojiye karşı çıkmak için olgular ve kişilerin seçici biçimde yorumlandığı özel, çoğu kez kısmî veya kapalı dünya görüşleri olarak görülür.
İdeolojik egemenlik, yönetilenin rızasıdır ve bu da aile, kilise, hukuk, medya, okullar ve hatta sendikalar gibi sosyalleştirici birimler tarafın­dan sağlanır. Bütün bu birimler yönetici sınıfın değerlerinin gelişimi­ne yardımcı olurlar ve bu değerlerin eleştirmeden ve bilinçsizce ‘normal’ kabul edilmesini sağlayarak, onu meşrulaştırırlar. Onlar gündelik hayatın ve hatta ‘sağduyusal’ anlayışlarımızın temelini oluş­tururlar. Nitekim yönetici sınıf nihayetinde kendi yönetimini devlet (hukuk, polis, ordu vb.) aracılığıyla dayatırken, gerçek kontrolü sivil toplum üzerindeki entellektüel hâkimiyeti aracılığıyla sağlar.
Kapitalizm günümüzde ekonomik bir sistem olduğu kadar bir ya­şam biçimidir. Onun ticaret, tüketimcilik ve kâr arayışı gibi fikirleri, kültür ve spordan çalışma hayatı ve boş zaman faaliyetlerine kadar, hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Para kazanma, alışveriş tutkusu, zengin ve ünlü hayat tarzlarına duyulan özlem Batı toplumunun temel değerleri ve güdüleridir ve Ford, Sony ve McDonald’s gibi dev şirketler bir yandan hepimizi daha fazla satın almaya ve tüketmeye ayartırken, öte yandan yeni piyasalar ve kâr arayışlarını sürdürürler.
İnsanlar sadece sosyal gerçekler veya güçlerin etkisi altında değil­lerdir onlar, kendi sosyal dünyalarını sürekli olarak diğerleriyle etkileşim içerisinde biçimlendirir ve yaratırlar, [dolayısıyla] bu benzersiz insani süreçleri araştırmak ve anlamak için özel yön­temlere gerek vardır (Morris, 1977)
Yaşantı-dünyası ne benim özel dünyam, ne senin özel dünyandır, ne de senin ve benim özel dünyamın basitçe bir araya gelmesidir, aksine ortak deneyimler dünyamızdır.
Fenomenolojiye göre, örneğin gerçekte sandalye veya masa diye bir şey yoktur; bun­lar sadece belirli işlevler ve anlamlar yüklediğimiz ahşap formlardır. Onlar bizim, anlayabilmek için insan eseri veya doğa ürünü olan şeylere verdiğimiz isimler veya yapıştırdığımız etiketlerdir. Fenomenoloji, bu yüzden, fizik dünyanın asla değişmeyen ve bütün insanlar için aynı olan ‘gerçek’ bir dünya olmadığını savunur. Daha ziyade, o varoluşu için insanların yorumlarına veya ona yüklediği anlamlara bağlı olan ‘göreli’ bir dünyadır. Sözgelimi, bir bina veya eve yükledi­ğimiz bütün zengin ve farklı anlamları düşünün -gerçekte, bir apartman veya kraliyet sarayı olarak, bir bungalov ve konut olarak adlandırdığımız bütün bu nesneler tuğlalardan örülmüş bir binadan başka bir şey değildir.
Etnometodoloji’ terimi insanların etraflarındaki dünyayı anlamak için kullandıkları metotlar ı anlatır. O gündelik hayatın, insanların gündelik işlerini sürdürmekte kullandıkları rutinler ve kuralların, dost­lar veya aile, iş arkadaşları veya müşteriler, yabancılar veya tanıdıklar olarak diğer insanlarla alışverişleri ve ilişkilerinde kullandıkları norm­lar ve değerlerin araştırılmasıdır.
Erving Goffman cezaevleri, akıl hastaneleri ve ıslahevleri gibi total kurumların içerdekilerin benlik algıları ve bireyselliklerini nasıl yıktık­larını, onları onur kırıcı bir süreçten geçirerek kurumsal bir sayı, hücre ve konuma nasıl indirgemeye çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu kurumların yeni sakinleri eski giysilerini çıkarmak, saçları ve kişisel eşyalarından kurtulmak zorundadırlar; kurum onları üniformalara sokar ve içerdekilerin özgürlükleri, katılımları ve inisiyatiflerini engel­leyecek biçimde kurumun gündelik rutinlerini hâkim kılar. Böyle bir kurumsal organizasyon, bu insanları ıslah etmek yerine, sadece onla­rın sapkın kimliklerini teyit eder, normal topluma katılmalarını daha da güçleştirir ve böylece suça ve nihayetinde hapishaneye dönme ihtimalini büyük ölçüde arttırır. Bu yüzden, yeniden suç işleme eği­limleri ve delilerin cezaevi veya akıl hastanesine düzenli olarak dön­me eğilimleri çok yüksek oranları bulmaktadır -belki de ironik olan, bu mekânların onların kendilerini güven ve emniyette hissettikleri yerler olmasıdır.
Bireysel seçim bir yanılsama, kişilik bir ürün ve stil bir pazarlama stratejisidir – onlar imaj, yanılsama ve Hollywood rüyaları temelinde yaratılan bir ‘sanal gerçeklik’; bireysellik ve bireyciliğin bir kitlesel itaat ve stan­dartlaşma dünyasındaki yanılsamalardır.
Akıl kapitalizm tarafından kitle kültürünü geliştiren ve kitlesel uyumu artıran bir kitle toplumunda ‘tek boyutlu bir insan’ yaratılarak ele geçirilmiştir
Adorno gibi yazarlara göre, daha da kötü­sü, modern insan otoriteye tapar ve 1930’ların totaliter rejimlerinde tanık olunduğu gibi, Nazizm ve faşizm gibi otoriter hareketlere gö­nüllü olarak destek verir görünmektedir.
Adorno, özellikle bütün kültürel formları – edebiyat, sanat ve müzik eserlerini- analiz etmeye çalışır: bura­da amaç, geçmişteki büyük çalışmaların aksine, modern kültü­rün artık günümüzün eleştirel bir analizini yapmadığını veya bir gelecek vizyonu sunmadığını göstermektir. Hatta bu eserler bi­reysel yetenek ve yaratıcılığı yansıtmaz, onlar piyasada satıl­mak, kitleleri eğlendirip kontrol altında tutmak amacıyla kitlesel olarak üretilirler. Marcuse, kültür endüstrisinin tekelci sermaye­ye yeni pazarlar sağlama, tüketimcilik ve maddlyatçılığı sür­dürme ve kapitalizme karşı eleştiri ve hoşnutsuzlukları engel­leme aracı olarak ‘yanlış ihtiyaçlar’ yaratma ve bu yanlış ihtiyaç­ları doyurma biçimlerini aydınlatmaya çalışır.
Kültür endüstrisi kitlesel yönlendirme ve aldatmanın temel bir biçimi olarak görülür: burada, bütün kültür biçimleri sadece insanlık durumu hakkında nitel bir ifa­deden, bir toplumsal eleştiriden yoksun bir eğlence tarzına ve reklâmcılık sektörü aracılığıyla yeni bir tüketiciyi kontrol biçimi­ne dönüştürülür.
Bernstein’a göre, öğrencileri sadece liyâkat temelinde işleyen kurumlar olmaktan uzak olan okullar, gerçekte fırsat eşitliği kılığında işleyen bir sınıfsal yeniden-üretim ve eşitsizlik sisteminin tamamlayıcı parçalarıdır.
Goffman toplumun insanları nasıl kendile­riyle ilgili belirli imgeler sunmaya zorladığına birçok karmaşık rol arasında bir o yana bir bu yana kaymaya zorlayarak, bizi bir ölçüde yalancı, tutarsız ve onursuz kıldığı na odaklanır. O toplumsal eylemi asıl kaynaklarına göre değil, daha ziyade başkaları için anlamlarına göre araştırmaya ve açıklamaya çalışır.
Hiç damgalandınız mı? Hiç tuhaf, çirkin, farklı veya sapkın olarak etiketlendiniz mi? Kendinizi dışlanmış, reddedilmiş olarak, fiziksel özellikleriniz veya davranışlarınızdan dolayı topluma yabancı biri gibi hissettiniz mi? O halde siz, sadece bu etiketlemenin kışkırttığı yoğun duyguları değil, çok kolay bir biçimde öfke ve hayal kırıklığına veya daha kötüsü kendinden nefrete ve kendine öfkeye dönüşen umut­suzluk ve utanç duygusunu da çok iyi tanıyorsunuzdur.
Dahrendorf’un öngördüğü gibi, 1980’lerdeki refah dönemi hem bireysel olarak hem de grup düzeyinde ilerleme konusunda daha büyük ekonomik ve toplumsal fırsatlar yarattı: bunun en çarpıcı ör­neği en üstlere doğru tırmanan sosyal yaratıklar Yuppie’lerdir. Gele­neksel sınıfsal formasyonlar çözülmektedir ve işçi sınıfı, özellikle yeni teknolojiler, endüstriyel hizmetlerin gelişimiyle ve nüfusun kuzeyden güneye, iç-kentlerden (inner-city) banliyölere doğru kaymasıyla kü­çülmekte ve parçalanmaktadır. Yeni ‘sınıfsal’ sınırlar istihdam/işsizlik, özel/kamusal konut, eğitim ve sağlık tüketimi ve özel mülkiyet ve hissedarlık temelinde oluşmaktadır.
Güçlü muhafazakâr hü­kümetin desteğiyle kapitalizm yeniden ilerlerken, yeni makineler kullanıldı, istihdam düşürüldü ve işçiler bozguna uğratıldı, kapitalizm ve Rupert Murdoch yeni bir güç kazandı.
İlk olarak, çatışma toplumu bir arada tutar. Dahrendorf için, toplumsal bütünleşmenin temeli, Parsons’ın öne sürdüğü gibi uzlaşma değil, aksine baskı, yani otorite konumundakilerin kit­lelere boyun eğdirme gücüdür. Gerçi onun görüşünde toplum­sal çatışma bütün toplumlarda her zaman görülse bile, tarihin büyükçe bir bölümünde, bu çatışma temel değerler ve kurum­lar üzerinde bir ölçüde fikir birliğiyle veya en azından çatışmala­rın varlığının kabulüyle sınırlı kalmıştır. Çatışma nadiren bütün topluma yayılır, nadiren şiddetli bir devrimle sonuçlanır.
Bu yüzden Dahrendorfun teorisinde, çatışma, sürekli bir güç dengesi sayesinde statükonun temelini oluştururken, aynı zamanda toplumsal değişme ve gelişme yaratma potansiyeline sahiptir. Ça­tışmanın yoğun olduğu yer ve zamanlarda değişim köklü olabilir; ancak şiddet eşlik ettiğinde değişimin ani olması ihtimali yüksektir.
Dahrendorf için, otorite bireylerde değil meşru güç konumlarında bulunur; otorite konumları bu konumların sahiplerine güç sağlar ve tâbi olanlardan onlara itaat etmeleri beklenir. Otorite, tâbi konumda- kileri kontrole ve onları zorlayacak yaptırım gücüne ihtiyaç duyar.
Lesley Doyal (1979) gibi yazarlar, örneğin ilâç şirketleri tarafın­dan yaptırılan araştırmalarda aslında yeni tedaviler bulunmaya çalışamadığını, aksine bir şirketin özel piyasa payını sürdüre­bilmek için sürekli aynı ilaçları üretmeyi hedeflediğini açığa çı­kartmışlardır. Örneğin, Britanya ve Fransa hükümetleri enerjile­rini nükleer güç araştırmalarına yoğunlaştırarak, gerçekte diğer enerji kaynaklarının kullanılmasını engellemeye yönelmişlerdir.
Radikal ve Marksist yazarlar, gerçekte bağımsız ve yansız olma­yan modern bilimin, kamu çıkarlarından ziyade büyük ölçüde kapitalist kârlara veya askerî gücün özel çıkarlarına hizmet etti­ğini, dolayısıyla yönetici sınıfın bir başka hizmetçisi olduğunu öne sürerek bu eleştiriyi daha da ileri götürdüler. Araştırmaların yerini giderek uygulamalı bilimsel projeler almakta, kamusal araştırma fonları askerî araştırmalar ve uzay araştırmaları karşı­sında önemsiz kalmaktadır.
Marx’ın tarih analizinde, bir sınıfsal yapı ve sömürü ilişkileri içeren önceki bütün ekonomik sistemler yabancılaşma duygusuna yol açsa­lar da, kapitalizmde bu duygunun çok daha belirgin olarak yaşandığı vurgulanır. Ancak bunun nedeni, sadece sömürünün en üst düzeye çıkması değil, aynı zamanda bu sistemdeki ‘piyasa güçleri’nin insan­ları bireyler olarak değil, sadece ihtiyaç halinde kullanılabilecek veya atılabilecek bir başka üretim malı/meta olarak görmeleridir.
Kişinin her gün sabahtan akşama dek kendi iradesi dışın­da sadece aynı şeyi yapmak zorunda kalmasından daha dehşet verici bir şey yoktur.
Emeğin bu yabancılaşmasını yaratan nedir? İlk olarak, iş işçi için artık dışsal bir unsurdur, yoksa onun doğasının bir parçası değil; sonuç olarak, kişi işinde kendini ifade etmez, aksine yadsır, kendi­ni mutlu değil bedbaht hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini öz­gürce geliştiremez, aksine fiziksel olarak tükenmiş ve zihinsel ola­rak gerilemiştir. Bu yüzden, işçi kendisini sadece boş zamanların­da yuvasında hissederken, işte yuvasından uzakta hisseder. Onun için iş artık gönüllü olarak yapılan bir eylem değil, dayatılan bir görevdir. O bir ihtiyacın doyurulması olmayıp, sadece başka ihti­yaçları karşılama aracıdır. İşin yabancılaşmış karakteri, açıkça, hiç­bir fiziksel veya başka zorlama olmadığında ondan sanki salgın hastalıkmış gibi uzak durulmasında gözlenir. Son olarak, işin işçi için yabancılaşmış karakteri, onun işinin bir başkasının yaptığı iş­ten farklı olmamasında, onun işinde kendini kendine ait biri ola­rak değil, aksine bir başkasına ait biri olarak hissetmesinde gözle­nir.
Marx işbölümünün toplumu böldüöünü düşünürken. Durkheim karşılıklı bağımlılığı ve işbirliğini artırabileceğine ve böylece toplum­sal dayanışmayı güçlendirebilecegine inanıyordu. Ancak karşılıklı çıkarlar istikrarı sağlayabilmek için tek başına yeterli değildir. Top­lumsal düzen ahlâkî bir düzeni, yani işbirliğini biçimlendiren ve artı­ran, bireyleri sınırlayan ve üzerinde mutabık olunan temel bir ahlâk kuralları topluluğunu gerektirir.
Dûrkheim’a göre, modern ahlâk, modern hukuk sistemleri – mekanik dayanışma veya çıkarcılıktan ziyade- toplumsal düzen, adalet ve gelişmenin en üst temelini temsil eder. Fakat, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişin ne her zaman başarılı ne de sıkıntısız olmaması onun yakın ilgisini çekmiştir. Bu süreç, eski düzenin yerini yenisi alırken, çoğu kez toplumsal gerilimler, hatta toplumsal çatışmalar üretir. Bu yapısal geçiş sırasında, şiddetli bir normsuzluk dönemi -veya Durkheim’ın deyimiyle, anomi- tehlikesi vardı: eski ahlâk ve geleneksel sosyal kontroller zayıflarken, yeni toplumsal konsensüs henüz emekleme evresindeydi. Durkheim Batı Avrupa’daki ilk kapitalistlerin çoğunun tıpkı böyle bir geçiş dönemi yaşadıklarına ve anominin yanı sıra zorunlu ve zoraki bir işbölümü gibi problemlerle karşılaştıklarına inanır.
Geleneksel toplumlar, topluluklar/cemaatler veya gruplarda ilişki­ler özellikle yüz yüze veya mekaniktir ve işbölümü çok basittir, insan­ların çoğunluğu genellikle aynı işi yapar (örneğin, avcı veya çiftçidir). Ortak bir hayat tarzı, herkes tarafından bilinen ve uygulanan ortak âdetler ve ritüeller vardır. Durkheim’ın ‘considence collective’ olarak adlandırdığı temel ortak bir konsensüs vardır: bu terim genellikle ‘ortak bilinç’ veya kollektif bilinç’ olarak çevrilir ve toplumsal daya­nışmanın üzerine kurulduğu ve bireylerin davranışlarını düzenleyen ve kontrol eden ortak bir ahlâk veya değerler topluluğunu çağrıştırır, Mekanik toplumlarda kollektif bilinç tamamen hâkim konumdadır, zira*bu basit sosyal sistemler içinde yer alan herkes özünde aynıdır. Bireyselliğe çok az yer vardır, toplumsal farklılıklar çok azdır ve özel mülkiyet neredeyse hiç bilinmez ve bu yüzden uyum/itaat hem ‘do- ğal’dır hem de sosyalleşmeyle ve aile, din gibi temel toplumsal dü­zenlemeler aracılığıyla sağlanır. Sapmalar şiddetle ve kollektif olarak cezalandırılır.
Gelişmiş kapitalist toplumların iki ana sınıf temelinde kendi içlerinde kutuplaşacakları öngörüsü açıkçası gerçekleşmemiştir. Daha ziyade aksi olmuş, orta sınıflar gelişmiş, işçi sınıfı küçülmüş ve tüm sınıfsal yapı yaş, cinsiyet ve ırk gibi ekonomik-olmayan tabakalaşma biçimle­rinin etkisiyle kendi içinde parçalanmaya uğramış ve ufalmıştır.Bunun yanı sıra, işçi sınıfı birlik bilinci ve devrimci bilinç geliştir­mekten uzak olarak, büyük ölçüde muhafazakâr bir yapı sergilemiştir. Yirminci yüzyılın ‘komünist’ devrimleri zengin sanayileşmiş Batıda değil, aksine Doğunun ve Üçüncü Dünya ülkelerinin tarımcı toplumlarında, çoğunlukla ekonomik devrimlerin değil siyasal gücün etkisiy­le ortaya çıkmıştır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle sosyalist toplumlarda, devlet ortadan kalkmak yerine büyümüş ve müdahalelerini artırmıştır. Kapi­talizmde devlet, ekonomiyi düzenleyen ve fiziksel egemenlikle kal­mayıp ideolojik egemenliği de sağlayan temel siyasal bir güç haline gelmiştir. Ekonominin bu siyasal egemenliği merkezi-plâncı ekono­milerde çok daha kapsamlıdır; ve aksi yöndeki ideolojik iddialara rağmen, devlet insan haklarını geliştirmekten çok baskı altına alan baskıcı totaliter bir gücü oluşturur. Marx ve Engels’in devlet konu­sundaki ve onun ya yönetici sınıfın sağ eli ya da basitçe özel bir sını­fın çıkarlarından ziyade sistemin çıkarlarını koruyan bir arabulucu olarak rolü hakkındaki görüşleri savaş sonrası Marksizm’de, özellikle Gramsci, Poulantzas ve Miliband’ın yazılarında görebileceğimiz kap­samlı bir tartışmaya yol açmıştır.
Kapitalist toplumda temel üretim güçleri sanayi ve ticaret, fabrika ve imalâthane, temel üretim ilişkileri burjuvalar ve proleterler arasındaki üretim ilişkileridir. Üretim güçleri piyasa güçleri tarafından ve arz- talep ilişkisine göre belirlenir; ve kapitalist sürekli kâr ve yatırım pe­şinde koşarken, kapitalist ve işçi arasındaki üretim ilişkisinin bağlayıcı unsuru kişisellikten-uzak ve sadece ‘para eksenli’ bireysel çıkara yö­nelik çabalardır, yani kapitalist işçiyi sadece kâr sağlayacak bir araç olarak kullanır ve böylece gerektiğinde onu kullanır veya işten atar. Kapitalist üstyapı bu altyapıya sağlıklı ve disiplinli işçiler üreten aile ve eğitim sistemi aracılığıyla hizmet eder ve böylece onu meşrulaştı­rırken; devlet, hukuk sistemi ve medya da kitlelerin hem fiziksel hem de ideolojik kontrolünü sağlar.
Marx ve Engels için ‘sınıf mücadelesi’ tarihsel materyalizmin mer­kezi kavramıdır ve toplumsal değişmenin dinamiğini oluşturur: şim­diye kadar mevcut tüm insanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir . Bu çatışma doğrudan yıkıcı olmayıp, nihayetinde ilerleticidir: Marx’ın sözleriyle, antagonizma yoksa ilerleme de yoktur . Marx, tarihsel materyalizmin bu ‘yönlendirici ilkeler’ini çağdaş kapitalist üretim tarzı analizinde ayrıntılı olarak açıklar.
Ekonomik altyapı toplumun temel kuruluşudur. O, sadece mal ve hizmetlerin üretimini değil, aynı zamanda üstyapıyı oluştu­ran diğer tüm toplumsal kurumlan -hatta toplumun yaşam bi­çimini, hükümet şekli ve düşünme tarzını- belirler.
İnsanların mevcudiyetlerini belirleyen bilinçleri değil, aksine bi­linçlerini belirleyen mevcudiyetleridir. (Karl Marx, Ekonomi Politi- ğin Eleştirisine Katkı’ya Giriş, 1859).
Basit gerçek, insanların, siyaset, bilim, sanat, din ve benzeri konu­larla ilgilenmeden önce, öncelikle beslenmek, susuzluklarını gi­dermek, giyinmek ve barınmak zorunda olduklaradır]. Bu gerçek, en dolaysız maddî geçim araçlarının ve neticede belirli bir toplu­mun veya çağın ekonomik gelişme derecesinin devlet kurumlan, hukuk anlayışları ve sanatın, hatta dinsel kurumların üzerine inşa edildiği temeli oluşturması anlamına gelir. Bu, ikinci kategoride yer alanların birincilere göre açıklanması gerekirken, aksine birin­cilerin genellikle İkincilerin neticesi olarak alındığını gösterir (Engels’in Marx’in mezarı başındaki 17 Mart 1883 tarihli konuşması).
Materyalizm dış dünyayı -kendine ait neden-sonuç yasaları tara­fından yönetilen ve insan bilincinden bağımsız- bif-gerçeklik olarak gören felsefi bir anlayışı ifade eder. Bu perspektif, dış dünyanın – gerek doğal gerek toplumsal hayatın- nihayetinde insanların ona ilişkin düşünce ve bilinçleri tarafından belirlendiğini düşünen idea­lizmin tam karşısında yer alır. Bu iki görüş arasındaki felsefi tartışma ondokuzuncu yüzyıl ortalarındaki Almanya’ya, fikirlerin tarihte ege­men güç olduklarını, tarihin basitçe aklın ilerleyici açılımı olduğunu öne süren büyük düşünür Hegel’e kadar uzanır. Marx, tarihsel geliş­menin fikirler tarafından değil, aksine -en azından insanların üretim, barınma ve susuzluk gibi temel ihtiyaçları tarafından olmasa bile— somut ekonomik olgular tarafından belirlendiğini öne sürerek, Hegel’i ayakları üstüne oturtur .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir