İçeriğe geç

Sosyal Zeka Kitap Alıntıları – Daniel Goleman

Daniel Goleman kitaplarından Sosyal Zeka kitap alıntıları sizlerle…

Sosyal Zeka Kitap Alıntıları

Yılın herhangi bir gününde potansiyel kötülüklerin gerçekleştirilen kötülüklere oranı, sıfıra yakın olacaktır. Ama pay hanesine herhangi bir günde yapılan iyiliklerin sayısını koyarsanız, iyinin kötüye oranının daima artı olduğunu göreceksiniz.
Preston ve de Waal, “Communication of Emotions”da, bir başkasının üzüntüsüyle ilgilenirken duygusal bir eğim oluştuğunu öne sürüyorlar. Duyguların bulaşması, gözlemcide de üzüntülü kişide olduğu kadar yoğun bir hale yol açarak, ben ile öteki arasındaki sınırı yumuşatır. Empatide, gözlemci –daha zayıf olsa da– benzer bir duygusal hale bürünür, ama net bir ben-öteki sınırını muhafaza eder. Bilişsel empatide, gözlemci araya belli bir mesafe koyup üzüntülü kişinin durumunu düşünerek onun halini paylaşır. Sempati ise, ötekinin halini neredeyse hiç paylaşmadan, üzüntüsünü sezmektir. Yardım etme olasılığı, duygusal paylaşımın gücüyle orantılı olarak artar.
İnsan beyni başkasının sıkıntısını hissetmemizi ve yardım için eyleme hazırlanmamızı sağlayacak bir sistem içerdiğine göre, neden hep öyle yapmadığımız sorusuna dönelim. Sosyal psikoloji alanında yapılan sayısız deneyde sayılıp dökülmüş bir sürü olası yanıtı vardır bunun. Ama en basit yanıt, modern yaşamın buna karşı koyması olabilir: Genelde, muhtaç kişilerle belli bir mesafeden ilgileniriz. Bu mesafe, doğrudan bulaşan duyguların yakınlığından çok, “bilişsel” empati duyduğumuzu gösterir. Veya daha da kötüsü, sadece sempati duyarız, yani muhtaç kişi için üzülür ama sıkıntılarını hiç hissetmeyiz. Bu daha uzak ilişki de doğamızda var olan yardım etme itkisini zayıflatır.
Bir araştırmada, insanlar yuvasından olmuş bir öksüzün ıstırabı karşısında ne kadar hüzünlenirlerse, para bağışlama, hatta –kendilerini ondan sosyal bakımdan çok uzak hissetseler bile– geçici bir barınak sunma eğilimlerinin o kadar arttığı görülmüştür.
Birinin sıkıntıda olduğu özel durumda, algılama-eylem bağlantısı onun yardımına koşmayı beynin doğal eğilimi haline getirir. Birlikte olduğumuzu hissetmek, bizi öteki için harekete geçmeye yöneltir.
Alt yol, his-eylem bağlantısını kişilerarası hale getirir. Örneğin, yalnızca beden hareketleri veya duruşuyla da olsa korkusunu ifade eden birini gördüğümüzde, kendi beynimiz korkuyla ilgili devreleri etkinleştirir. Bu ani bulaşmayla birlikte, korkulu eylemlere hazırlanan beyin alanları da hareketlenir. Öfke, neşe, üzüntü, vb. her duyguda aynı şey olur. Demek ki, duygu bulaşması yalnızca hisleri yaymakla kalmayıp, beyni otomatik olarak uygun eyleme de hazırlamaktadır.
Herhangi bir duyguyu hissetmek, o konuda harekete geçme arzusunu uyandırır.
Beynimiz daha en başından iyiliğe ayarlanmıştır. Otomatik olarak dehşet içinde bağıran bir çocuğun yardımına koşarız; otomatik olarak gülümseyen bir bebeği kucaklamak isteriz. Bu tür duygusal itkiler “çok güçlü”dür: İçimizde önceden tasarlanmamış, ani tepkilere yol açarlar. Empatiden eyleme doğru bu akışın böylesine hızlı ve otomatik olarak gerçekleşmesi, tam da bu ardışıklığa adanmış devrelerin varlığını işaret eder. Sıkıntı hissi, yardım etme itkisini uyandırır.
Yüzyıllar öncesine dayanan bu tartışmaya eksik verileri ekleyen sinirbilim, artık Mençyus’un görüşünü desteklemektedir. Zor durumda olan birini gördüğümüzde, beynimizde benzeri devreler yankılanır ve şefkatin başlangıcı haline gelen bir tür empatik rezonans donanımı kurulmuş olur. Bir bebeğin ağlaması, annesiyle babasının beyinlerinde büyük oranda aynı şekilde yankılanır, bu da otomatik olarak onları bebeklerinin sıkıntısını giderecek bir şeyler yapmak üzere harekete geçirir.
Diğer bir deyişle, başka birinin yaşadığı deneyimleri anlamak –empati göstermek– için, kendi deneyimimiz sırasında da faal olan aynı beyin donanımını kullanırız.
Neredeyse doğdukları andan itibaren, başka bir bebeğin endişe içinde ağladığını gören ya da duyan bebekler kendileri de endişelenmiş gibi ağlamaya başlarlar. Ama kendi ağlamalarının bir ses kaydını dinlediklerinde nadiren ağlarlar. Yaklaşık on dördüncü aylarından itibaren, başka birinin ağladığını duyan bebekler kendileri de ağlamakla kalmayıp, ötekinin sıkıntısını bir şekilde gidermeye çalışırlar. Yürümeye yeni başlamış bebekler büyüdükçe, daha az ağlayıp daha çok yardım etmeye çalışırlar.
Dikkatimiz keskinleştikçe, ötekinin iç halini –daha çabuk ve daha incelikli ipuçlarına dayanarak, üstelik daha belirsiz koşullar altında– daha iyi sezeriz. Aksine, endişe düzeyimiz ne kadar yüksekse, o kadar az empati gösterebiliriz.
*** Kısacası, ne şekilde olursa olsun kendi içine gömülmek, şefkat bir yana, empatiyi öldürür. Kendimize odaklandığımızda, sorunlarımız ve zihnimizi meşgul eden şeyler hızla büyürken dünyamız daralır. Başkalarına odaklandığımızdaysa, dünyamız genişler. Kendi sorunlarımız zihnimizin kenarlarına itilerek daha küçük görünür ve bağlantı kurma ya da şefkat gösterme kapasitemizi artırırız.
Bir eylemin sadece düşünülmesi bile zihni onun icrasına hazırladığından, koşullanma, bundan sonra ne yapacağımızı düşünmek için zihinsel çaba harcamamıza gerek kalmadan günlük rutinimizde bize rehberlik ederek, bir tür zihinsel yapılacaklar listesi sunar. Sabahleyin banyo rafında diş fırçamızı görmek, otomatik olarak elimizi uzatıp dişlerimizi fırçalamaya başlamamız için bize bir ipucu verir.
Gülümsemelerin tüm diğer duygusal ifadelere karşı bir üstünlüğü vardır: İnsan beyni mutlu yüzleri yeğler, onları olumsuz ifadeli olanlardan daha kolay ve hızlı bir şekilde fark eder; “mutlu yüzün avantajı” denilen bir etkidir bu. Bazı sinirbilimcilere göre, beyinde olumlu hisler için harekete hazır bekleyen ve insanları olumsuzdan çok olumlu ruh hallerine ve hayata daha iyimser bakmaya yönelten bir sistem bulunmaktadır.
Bir Tibet özdeyişindeki gibi, “Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin, öbür yarısı başka birinin yüzünde görünür.”
“Sen gülümsediğinde, tüm dünya seninle birlikte gülümser.”
Doğa iyi zamanlamayı sever.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sadece benzer duruşlar bile ahengi oluşturan unsurlar arasında şaşırtıcı bir önem taşır. Örneğin bir araştırmada, sınıfta oturan öğrencilerin duruşlarındaki değişimler izlenmişti. Duruşları öğretmenlerinkine ne kadar benziyorsa, aralarındaki uyumu o kadar güçlü bir biçimde hissediyorlar ve derse genel katılım düzeyleri de bir o kadar artıyordu. Gerçekten de duruş benzerliğine bakarak, bir sınıfın havası hakkında çabucak bir fikir edinilebilir.
Bahşiş üzerine yapılan sistematik çalışmalarda elde edilen bulgulara göre, müşterilerin daha iyi hizmet olarak algıladıkları şeye karşılık en büyük bahşişler akşam vakti verilmektedir. Bir çalışma, en fazla bahşiş toplayan garsonların ortalamada faturanın % 17 ’si kadar, en az bahşiş alanların ise %12’si kadar bir kazanç elde ettiklerini göstermiştir. Bir yıllık ortalamada bu, önemli bir gelir farkı oluşturacaktır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yalan söylemek, sözlerimizle eylemlerimizin pürüzsüz uyumunu sağlayan icra kontrol sistemlerinin idare edildiği üst yolda bilinçli, planlı bir faaliyet gerektirir. Ekman’ın işaret ettiği gibi, yalancılar seçtikleri sözcüklere çok dikkat edip söylediklerini sansürden geçirir, yüz ifadeleriniyse pek önemsemezler. Gerçeğin bu şekilde bastırılması, hem zihinsel çaba, hem de zaman ister. Bir soruyu yanıtlarken yalan söyleyen bir kişi, doğruyu söyleyenlere kıyasla karşılık vermeye saniyenin onda ikisi kadar geç başlar. Bu anlamlı aralık, yalanı iyi düzenlemek ve doğruyu ister istemez dışarı sızdırabilecek duygusal ve fiziksel kanalları kontrol etmek için çaba harcandığını gösterir.
Söylediklerine göre, normalde gözlerimizi üzüntülüyken aşağı, tiksindiğimizde başka yöne çevirir, suçluluk veya utanç duyduğumuzda da aşağı veya başka yöne bakarız. Çoğu insan bunu içgüdüsüyle sezer ve bu yüzden de bilge kişiler, birisinin sözlerinin doğruluğunu ölçebilmek için “gözümüzün içine bakıp bakmadığına” dikkat etmemizi salık verirler.
Amigdala karşılaştığımız herkesi tarayarak otomatik bir güvenilirlik yargısında bulunur. Birisini “güvenilmez” olarak yargıladığında, sağ insula bunu iç organlara iletmek üzere etkinleşir ve fusiform girusun yüze duyarlı bölgesi aydınlanır. Amigdala birisini “güvenilmez” olarak yargıladığında, orbitofrontal korteks daha güçlü bir tepki verir. Sağ üst temporal sulkus bir çağrışım korteksi gibi çalışarak kararı işleme tâbi tutar ve karar amigdala ile orbitofrontal korteksi de içeren duygu sistemleri tarafından kesinleştirilir.
Birinin güvenilir olup olmadığı konusunda bizi uyaran sistemin, üst ve alt olmak üzere iki kolu vardır. 25 Üstteki, birinin güvenilirliği hakkında kendi isteğimizle bir yargıda bulunduğumuz sırada çalışır. Ama konu hakkında bilinçli olarak düşünüyor olsak da olmasak da, farkındalığımızın dışında sürekli bir amigdala güdümlü değerlendirme yapılır. Alt yol, emniyetimizi sağlamak için uğraşıp durur.
Amigdala, kendiliğinden ve içtepi şeklinde, karşılaştığımız herkesi güvenilir olup olmadıklarını saptamak üzere taramadan geçirir: Bu adama yaklaşmak emniyetli olur mu? Tehlikeli biri mi? Ona güvenebilir miyim, güvenemez miyim? Amigdalaları büyük ölçüde zedelenmiş olan nörolojik hastalar, birinin ne derece güvenilir olabileceği konusunda hüküm yürütemezler. Sıradan insanların çok kuşkulu buldukları birinin fotoğrafı gösterildiğinde, bu hastalar onu ötekilerin en güvenilir bulduğu adamla aynı kefeye koyarlar.
“Adamdaki o şey”, samimiyetsizliğe karşı erken uyarı sistemi işlevi gören o kendine has üst ve alt yol devrelerinin çalışmalarını yansıtmaktadır. Kuşku konusunda uzmanlaşmış olan bu devreler, empati ve uyum devrelerinden farklıdır. Varlıkları, insan ilişkilerinde ikiyüzlülüğü saptamanın önemini işaret eder. Evrim kuramına göre, ne zaman kuşkulanmamız gerektiğini sezme yeteneğimiz, insanoğlunun sağ kalımı açısından en az güven ve işbirliği kapasitemiz kadar önemlidir.
Açıklık, beynin varsayılan tepkisidir: Sinirsel donanımımız, en hafif ruh halimizi bile yüz kaslarımıza aktararak, duygularımızı anında görünür hale getirir. Duygunun dışavurumu kendiliğinden ve bilinçdışı olduğundan, bastırılması bilinçli bir çaba gerektirir. Hislerimiz konusunda hile yapmak –korku ya da öfkemizi saklamaya çalışmak– aktif çaba ister ve tam bir başarıya ulaştığı nadiren görülür.
Hasta X, yüzlerdeki duyguları görmek yerine hissediyordu; bu duruma verilen ad, “afektif kör görüş”tür.
Daha genel bağlamda, beyinde radar işlevi gören amigdala, daha fazla bilgi edinilmesi gereken yeni, şaşırtıcı ya da önemli şeylere dikkatimizi çeker. Beynin erken uyarı sistemini işleterek olan biten her şeyi tarar, duygusal açıdan öne çıkan olaylara –özellikle de potansiyel tehditlere– karşı daima tetiktedir. Amigdalanın bir sıkıntı bekçisi ve tetikleyicisi olarak oynadığı rol, sinirbilim alanında yeni bir haber değildir; başta korku olmak üzere duyguların bulaşmasını sağlayan yaygın sinir sistemleri düzeninin bir parçası olarak üstlendiği sosyal rolse, daha yakın zamanlarda fark edilmiştir.
Birisi zehirli duygularını üstümüze boşalttığında –öfkeyle patlayıp tehditler yağdırdığında, tiksinti veya horgörüsünü gösterdiğinde– beynimizdeki sinir devrelerinde aynı sıkıntı verici duyguları harekete geçirir. Bu tavır, çok güçlü nörolojik sonuçlar doğurur: Duygular bulaşıcıdır. Güçlü duyguları aynen bir nezle virüsü gibi “kaparız” ve bu yüzden de soğuk algınlığının duygusal muadili olan bir rahatsızlık duyabiliriz.
“Sosyal beyin”, etkileşimlerimizin yanı sıra, insanlar ve ilişkilerimiz hakkındaki düşüncelerimizle duygularımızı da düzenleyen sinirsel mekanizmaların toplamıdır. Buradaki en etkileyici haber belki de “sosyal beyin”in, bedenimizdeki, birlikte olduğumuz insanların ruh haline sürekli ayak uydurmamızı sağlayan ve karşılığında onların ruh halinden etkilenen tek biyolojik sistem olmasıdır. Lenf bezlerimizden dalağımıza kadar tüm diğer biyolojik sistemlerimiz, faaliyetlerini derimizin dışından değil, bedenimizin içinden gelen sinyallere ayarlı olan alıcılarla düzenler. Sosyal beynin patikaları, insan bedeninin tasarımı içinde genel dünyaya karşı duyarlılıkları bakımından benzersizdir. Bir başkasıyla yüz yüze (ya da ses sese, veya deri deriye) bağlantı kurduğumuz anda, sosyal beyinlerimiz birbirine kenetlenir.
İğ hücresi denilen yeni bir tür sinir hücresi (nöron), tüm hücrelerden daha hızlı hareket ederek, anlık sosyal kararlarımıza yol gösteriyor ve insan beyninde diğer türlere kıyasla daha bol bulunduğu anlaşılıyor.
Hesap şöyle: İnternette geçirilen her saat, dostlar, iş arkadaşları ve aileyle geçirilen zamanı 24 dakika eksiltiyor.
Yaya hayatının yaklaşan birini selamlama, ya da bir dostla birkaç dakikalığına sohbet etme imkânını sunmasına karşın, iPod kullanan kişi kimseye aldırış etmeden rahatça çevresindekileri göz ardı edebiliyor.
Amerikan Pediyatri Akademisi, iki yaşının altındaki çocukların hiç televizyon seyretmemesini, daha büyüklerin de günde sadece iki saat seyretmesini salık veriyor.
Öncelikle, nefretin doğurduğu bölünmeleri kabullenmektense, farklılıklarımıza karşın birbirimizi anlayıp, empatimizi o ayrımları birleştirecek şekilde genişletmeliyiz. Sosyal beynin donanımı, hepimizi ortak insani özümüzde birbirine bağlıyor.
Bağışlamak, kendi acılarına saplanmaktan kurtulmanın bir yolunu bulmak demektir.
İnsanlara numaralandırılmış birimler, kendi başlarına bir değer taşımayan veya ilgi uyandırmayan, birbirinin yerini doldurabilir parçalar olarak davranıldığında, verimlilik ve maliyet etkililiği adına empati feda edilmiş olur.
İstismar edilen çocuklar nötr, belirsiz ifadeli, hatta üzgün yüzlerde öfke algılarlar. Gereğinden fazla öfke algılaması, aşırı duyarlı hale gelmiş bir amigdalanın işaretidir. Öfke duygusunu diğer çocuklara kıyasla daha fazla tararlar, aslında olmadığı halde görürler ve bu tür işaretleri daha uzun süre ararlar.
Anılarımız kısmen yeniden inşa edilir. Ne zaman aklımıza bir anı gelse, beyin onun birazını yeniden yazarak geçmişi bugünkü ilgi alanlarımız ve anlayışımıza göre düzenler.
Empati, insan zulmünün önündeki başlıca engeldir; başka birinin duygularını paylaşmak yönündeki doğal eğilimimizi saklamak, ötekine bir O muamelesi yapmamıza izin verir.
Diğer kişinin ihtiyaç ve hislerini sezip, talep gelmeden bunlara karşılık vermek, Japon kültüründe (ve genellikle Doğu Asya kültürlerinde) Ben-Sen tarzına verilen büyük değerin bir göstergesidir. Japonca amae sözcüğü, empatinin olağan karşılandığı ve dikkati üzerine çekmeden gereğinin yapıldığı bu duyarlılığa gönderme yapar. Amae ortamında, hissedildiğimizi hissederiz. Takeo Doi, anne-çocuk ilişkisindeki o sıcak bağlantısallığı –annenin bebeğin ihtiyaçlarını içgüdüsel olarak sezmesini– bu yoğunlaştırılmış uyumun ilk örneği olarak görüyor. Japonların gündelik yaşamında bu uyum her yakın ilişkiyi kapsayarak, sıcak bir yakınlık atmosferi yaratmaktadır.
Algılarımızı değiştirdikçe, duygularımızı da değiştirebiliriz.
Ben bunu hissediyorsam, sen de hissediyor olmalısın, o halde sana ne istediğimi, hissettiğimi ya da gereksindiğimi söylememe gerek yok. Bunu sezecek kadar benimle uyum halinde olmalı, dolayısıyla da bir şey söylenmeksizin gereğini yapmalısın.
Etkileşim sırasında iki kişi hareketleriyle tavırlarını bilinçsiz olarak ne kadar eşgüdümlü hale getirirlerse, karşılaşmaları –ve birbirleri– hakkındaki düşünceleri de o kadar olumlu olur.
Teknoloji insanı sanal bir gerçekliğin içine çektikçe, onu gerçekten çevresinde olup bitenlere karşı duyarsızlaştırıyor.
Kendimize odaklandığımızda, sorunlarımız ve zihnimizi meşgul eden şeyler hızla büyürken dünyamız daralır. Başkalarına odaklandığımızdaysa, dünyamız genişler.
Teknoloji insanı sanal bir gerçekliğin içine çektikçe, onu gerçekten çevresinde olup bitenlere karşı duyarsızlaştırıyor.
“Her insan başkalarının ıstırabını görmeye katlanamayan bir zihne sahiptir.”
“Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin, öbür yarısı başka birinin yüzünde görünür.”
“başkalarının zihinlerini kavramsal uslamlamayla değil, doğrudan simülasyon yoluyla; düşünerek değil, hissederek anlamamızı sağlar.”
• İğ hücresi denilen yeni bir tür sinir hücresi (nöron), tüm hücrelerden daha
hızlı hareket ederek, anlık sosyal kararlarımıza yol gösteriyor ve insan
beyninde diğer türlere kıyasla daha bol bulunduğu anlaşılıyor.
• Beyin hücrelerinin farklı bir türü olan ayna sinir hücreleri, başka birinin
yapmak üzere olduğu bir hamleyi seziyor ve bizi anında o hareketi taklit
etmeye hazırlıyor.
• Çekici bulduğu bir kadının gözleri doğrudan kendisine dikildiğinde, erkeğin
beyni zevk hissi veren dopamin kimyasalını salgılıyor; ama kadın başka yöne baktığında bu olmuyor.
İnternette geçirilen her saat, dostlar, iş
arkadaşları ve aileyle geçirilen zamanı 24 dakika eksiltiyor. İnternet
çalışmalarında lider olan, Stanford Üniversitesi Nicel Toplum Araştırmaları
Enstitüsü’nün direktörü Norman Nie’nin söylediği gibi, “İnternette birisiyle ne
kucaklaşabilir, ne de öpüşebilirsiniz.”
Ne kadar çok TV seyrederlerse, okul çağına geldiklerinde o kadar haylaz oluyorlar
Anılarımız kısmen yeniden inşa edilir. Ne zaman aklımıza bir anı gelse, beyin onun birazını yeniden yazarak, geçmişi bugünkü ilgi alanlarımız ve anlayışımıza göre günceller.
Başka birinin içinden geçen bir duyguyu fark ettiğimiz zaman tam anlamıyla birlikte olduğumuzu hissederiz.
Sosyal sorunları çözmede gösterilem kronik beceriksizlikse ilişkileri bozmanın yanı sıra, depresyondan şizofreniye kadar varan psikolojik zorlukları da katmerleştiren bir etkendir.
Sıkıntı hissi yardım etme itkisini yaratır.
Bilim insanları yüz ergen makaktan omurilik sıvı örnekleri aldıklarında en girişken maymunların en düşük stres hormonu düzeylerine ve daha güçlü bir bağışıklık işlevine sahip olduğunu gördüler
Düğünlerinden sadece bir hafta önce, o sırada otuz dört yaşında olan Rus romancısı Leo Tolstoy, özel güncesini daha on yedi yaşındaki nişanlısı Sonya’yla paylaşır. Kız, okuduğu sayfalardan Leo’nun gayri meşru bir çocuk peydahladığı yerel bir kadınla tutkulu aşk macerasını da içeren, sefih ve çapraşık cinsel geçmişini öğrenince yıkılır.

Sonya sonradan kendi güncesine şu satırları yazar: “Bana eziyet etmeye ve ağladığımı görmeye bayılıyor Ne yapıyor bana? Yavaş yavaş ondan tamamen uzaklaşarak hayatını zehir edeceğim.” Daha evlilik hazırlıkları yapılırken alınmış bir karardır bu.

Bu hayırsız başlangıç, kırk sekiz yıl süren bir evliliğin duygusal girizgâhı olmuştur. Tolstoy’ların fırtınalı ve destansı evlilik savaşı, araya giren uzunca barış dönemlerinde Sonya’nın on üç çocuk doğurması ve Leo’nun karga burga el yazısıyla kaleme aldığı roman müsveddelerinden Savaş ve Barış ile Anna Karenina dahil. 21.000 sayfayı vazifeşinas bir şekilde tertemiz kopyalamasıyla sürüp gider.

Ne var ki onun bu sadık hizmetine karşın Leo. güncesinde Sonya hakkında şu sözleri yazar: “Adaletsizliği ve sessiz bencilliği bana korku veriyor ve azap çektiriyor.” Sonya ise kendi güncesinde. Leo hakkındaki şu satırla karşılık verir: “Sokmaktan hiç vazgeçmeyen bir böceği nasıl sever insan?”

on yıllardır birlikte yaşayan, mutluluğu birbirlerinde bulan çiftlerde dikkate değer bir şey olur. Aralarındaki sürekli ahenk sanki yüzlerinde bir iz bırakır, yıllar boyu aynı duyguları çağrıştırmanın yüz kaslarına verdiği şekil nedeniyle yüzleri sonuçta birbirine benzer. Her bir duygu yüz kaslarının belirli bir kümesini gerip gevşettiğinden, eşler birlikte gülümseyip surat astıkça, benzer yüz kaslarını güçlendirirler. Zamanla benzer kırışıklıklar ve çizgilerin oluşması, yüz hatlarının gitgide birbirine benzemesine yol açar.

Bu mucize, insanlara evli çiftlerin -biri evlendikleri gün, diğeri yirmi beş yıl sonra çekilmiş- fotoğraflarından oluşan iki albüm gösterilip, hangi karı-kocanın birbirine daha çok benzediğinin sorulduğu bir incelemede ortaya çıkmıştı. Çiftlerin yüzleri zaman içinde birbirine benzemekle kalmıyor, ayrıca evliliklerinde ne kadar mutlu olduklarını bildirmişlerse, yüz hatlarındaki benzerlik de o kadar artıyordu.

Bir anne bebeğini emzirirken, bedeninde sel gibi akan oksitosin birçok etki yaratır; süt akışını başlatır, meme bezlerinin çevresindeki derinin kan damarlarını genişleterek, bebeğini ısıtır. Ayrıca, gevşediğini hisseden annenin kan basıncı düşer. Bir huzur duygusuyla birlikte, daha dışa dönük olduğunu hissederek, insanlarla ilişki kurmak ister; oksitosin düzeyi arttıkça, daha girgin olur.
Kızlara kıyasla erkek çocukların otistik olmaları olasılığı dört kat, Asperger sendromuna yakalanmaları olasılığı ise on kat fazladır.
Zihin görüşü, bir kişinin zihninin içine bakarak hislerini sezmek ve düşüncelerini çıkarsamaktan oluşan empatik isabet yeteneğidir. Aslında başka birinin zihnini okuyamayız elbette, ama hayli isabetli sonuçlara varmaya yetecek ipuçlarını yüzünden, sesinden ve gözlerinden yakalarız

Zihin görüşü, doğumdan itibaren ilk birkaç yıl içinde istikrarlı bir şekilde gelişir. Empatinin gelişimindeki dönüm noktalarından her biri, çocuğu başkalarının his ve düşüncelerini veya niyetlerini anlamaya bir adım daha yaklaştırır. Zihin görüşü, çocuk olgunlaştıkça aşamalar halinde belirir; en basit haliyle kendini tanımaktan başlar ve gelişerek ileri düzeyde sosyal farkındalığa dönüşür.

Niccolò Machiavelli (Makyavel), 16. yüzyılda kurnazca manipülasyonlarla siyasi erki elde edip korumanın el kitabı olan Prens’i yazarken, iktidarı arzulayan kişinin sadece kendi çıkarlarını düşünüp, hükmettiği ya da iktidar uğruna ezip geçtiği insanları zerre kadar umursamaması gerektiğini varsaymıştır. Makyavelci için, insanlara çektirebileceği acı ne olursa olsun, amaçlar araçları meşru kılar. Bu etik, kraliyet saraylarının koruyucu ortamında yaşayan Makyavelli hayranları arasında yüzyıllarca geçerli olmuştur (ve tabii ki, birçok çağdaş siyaset ve iş çevresinde geçerliğini hâlâ sürdürmektedir).

Makyavel’in varsayımına göre, kişisel çıkar insan doğasındaki tek itici güçtür; bu tabloda özgeciliğe hiç yer yoktur. Kuşkusuz, siyasi bir Makyavelci amaçlarının aslında bencil ya da kötü olduğunu düşünmeden, ikna edici, hatta kendisinin bile inandığı bir gerekçe bulabilir. Örneğin, her totaliter hükümdar kendi zorbalığını, devleti meşum bir düşmandan korumak için gerekli bir şey olarak savunur.

Narsisizm (özseverlik) tabirinin kendisi, Grek mitolojisindeki, göle düşen aksine âşık olacak kadar kendi güzelliğiyle büyülenen Narsisus’tan gelir. Echo (Yankı) adlı su perisi de ona âşık olur, ama sonuçta reddedilir ve kalbi kırılır; Narsisus’un kendine hayranlığıyla rekabet edememiştir.

Efsanenin ima ettiği gibi, birçok özsever, en azından kendilerine karizmatik bir hava veren özgüvenleri nedeniyle insanlara çekici gelir. Başkalarını küçük düşürmekten geri kalmasalar da, sağlıksız özseverlerin kendileriyle ilgili görüşleri kesinlikle olumludur. Anlaşılabileceği gibi, kendilerine kul köle olacak biriyle evlendiklerinde çok mutlu olurlar Özseverin sloganı şu olabilir: “Başkalarının varlık nedeni bana tapınmaktır.”

Dikkatlice dinlemenin, en iyi yönetici, öğretmen ve liderlerin ayırıcı özelliği olduğu bulgulanmıştır.
Başka birinin ne hissettiğini sezmek, ya da ne düşündüğünü veya amaçladığını bilmek işin başlangıcıdır, ama verimli etkileşimleri garanti etmez. Sosyal farkındalığa dayanan sosyal beceri, pürüzsüz ve etkili ilişkilere olanak sağlar ve şu öğeleri içerir:

» Eşzamanlılık: Sözsüz düzeyde pürüzsüz etkileşim

» Benlik sunumu: Kendini etkili biçimde tanıtmak

» Nüfuz: Sosyal etkileşimlerin sonucunu etkilemek

» İlgi: Başkalarının ihtiyaçlarını önemseyip, uygun biçimde davranmak

Sosyal farkındalık, başka birinin iç halini anında sezmekten, hislerini ve düşüncelerini anlamaya, karmaşık sosyal durumları kavramaya kadar uzanan bir yelpazeye gönderme yapar. Şu öğelerden oluşur:

» Temel empati: Başkalarının hislerini paylaşmak, sözsüz duygusal işaretleri okumak.

» Uyum: Pür dikkat dinlemek, bir kişiye uyum sağlamak.

» Empatik isabet: Başka birinin düşüncelerini, hislerini ve niyetlerini doğru anlamak

» Sosyal Biliş: Sosyal dünyanın nasıl işlediğini bilmek

Sosyal zekâyı oluşturan unsurlar, iki geniş kategoride incelenebilir: Sosyal farkındalık, yani başkaları hakkındaki sezgimiz; ve sosyal beceri, yani bu farkındalıkla ne yaptığımız.
Aydınlatıcı bir araştırmada, bir derse ilk kez giren üniversite öğrencileri, sadece üç ila on dakika arası bir zaman harcayarak başka bir öğrenciyi tanımaya çalıştılar. Hemen ardından, öteki kişiyIe yakın arkadaş mı, yoksa sadece selamlaşıp geçen iki tanıdık mı olacaklarını değerlendirdiler. Dokuz hafta sonra, o ilk izlenimlerin ilişkilerinin gerçek gidişatını kayda değer bir doğrulukla önceden belirlediği ortaya çıktı.

Bu tür isabetli yargılara büyük bir hızla, hatta saniyeler içinde varılabilir. Böyle anlık yargılar büyük ölçüde, bir dizi sıra dışı sinir hücresinin faaliyetine dayanmaktadır: Bunlar şekli bir iğ gibi olan, bir ucunda irice bir soğanla uzun, kalın bir uzantısı bulunan beyin hücreleridir. Sinirbilimciler artık, sosyal sezginin hızındaki sırrın iğ hücrelerinde yattığını tahmin ediyorlar. Ani kararların “anında” alınmasını bu hücreler sağlıyor.

Sinirbilim artık, gözlerin gönüllere açılan pencere olduğu yönündeki şiirsel fikre yakın bir şey söylüyor bize. Daha somut olarak. gözler empati ve duygusal uyum açısından kilit bir beyin yapısına, prefrontal korteksin orbitofrontal (OFC) alanına doğrudan bağlı olan sinirsel uzantılar içermektedir.
Günümüz psikolojisinde, “empati” sözcüğü üç ayrı anlamda kullanılmaktadır: Öteki kişinin hislerini `bilmek`; o kişinin hissettiği şeyi `hissetmek`; ve ötekinin sıkıntısına `şefkatle karşılık vermek`.

Bu üç empati çeşidi 1-2-3 şeklinde bir ardışıklığı betimler: Seni fark ediyorum, duygunu paylaşıyorum ve bu yüzden sana yardım etmek için harekete seçiyorum.

Altı makak maymunu, yiyecek almak için zincirleri çekmeye alıştırılmıştır. Bir noktada, gözler önündeki yedinci bir maymuna, ötekilerin yiyecek için her zincire asılışında canını acıtan bir şok verilir. Şoka maruz kalan maymunun acısını gören makaklardan dördü, kendilerine daha az yiyecek getiren ama öteki maymuna şok vermeyen başka bir zinciri çekmeye başlar. Ötekinin şoka uğramasını engellemek için, diğer iki maymundan biri dört gün, biri de on iki gün boyunca aç kalma pahasına zincirlere asılmayı bırakır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir