Mikail Bayram kitaplarından Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi kitap alıntıları sizlerle…
Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi Kitap Alıntıları
IV. Kılıç Arslan’ı iktidara getiren güçler bu yeni sultanın fermanı İle kendilerine karşı
olan Ahi ve Türkmenlerin mallarını, medrese,tekke,işyeri ve vakıfları müsadereye karar aldılar ve uygulamaya geçtiler. Bu yöneticiler Türkmen şeyh ve dervişlerin ve Ahilerin Mevlânâ’ya bağlanmaları mecburiyetini getirdiler. Bizzat Hülagu Han Mevlânâ’ya Şeyhi’r-Rum ünvanı vermişti. İşte
bundan sonra Mevlânâ’ya Rumî denilir olmuştur.
Öte yandan Mevlânâ’nın mektuplarının büyük bir kısmı, (144 Mektup) belli bir kişinin himaye edilmesi veya birilerinin belli bir tekke, zaviye ve medreseye tayin edilmesine dairdir. Ahilerden alınan iş ve hizmet yerlerinin Mevlânâ’nın gösterdiği kişilere verildiği anlaşılmaktadır.Tacü’d-din Mütez’in Aksaray’dan Mevlânâ’ya yedi bin dirhemi bir mektupla gönderdiğini mektubunda bu paranın cizyeden geldiğini onun için helal olduğunu yazdığını, bir başka zaman gene cizyeden gelen üç bin dirhem gönderdiği
ni Eflakî nakletmektedir. Hatta Eflaki Mevlânâ’nın bu paralan yemekte tereddüt ettiğini, fakat sonradan o da bu paralların helâl olduğuna kanat getirdiğini söylüyor. Cizyeden geldiği bildirilen mallar, Türkmen ve Ahilerin müsadere edilen mallarıdır. Bir başka zaman Moğollar’ın Hazineden (Hazinedar-i Sultan) Şerefü’d-din-ı Mavsilî’nin Mevlânâ’nın bağlılarına harcanmak üzere iki bin dinar getirdiğini gene Eflâkî yazmaktadır”. Bütün bunlar Moğolların Mevlânâ ve çevresini nasıl himaye ettiklerini açık olarak göstermektedir.
Tokat ve Sivas’ı savaş yapmadan teslim alan Moğollar bu iki şehri yağmaladılar. Kayseri’ye geldiklerinde karşılarında Ahileri buldular.Ahiler, Moğollara karşı Kayseri’yi savunmaya koyuldular. Onbeş gün kahramanca şehri savundular. Ahiler burada Kayseri Subaşısı olan Ermeni asıllı Hacokoğlu Hüsamü’d-din’in ihanetine uğradılar. Moğol ordusu burada ağır kayıplar verdikten sonra bu Subaşı’nın yardım ve desteği ile şehre girmeyi başardılar. Moğollar şehre girdikten sonra buradaki Ahi iş yerlerini yani Kayseri’deki Ahilere ait sanayi sitesini yağmalayıp ateşe verdiler. On binlerce Ahi öldürüldü ve esir alındı. Bu olaydan sonra Türkiye Selçukluları Devleti Moğolların egemenliği altına girdi.
Belki de Ahi Evren Hace Nasîrü’d-dîn daha hayatta iken onun tasarrufunda bulunan Konya’daki Hanikâh-i Ziya ve Hanikâh-i Lala Konya’daki müritlerden alınıp, Hüsamü’d-dîn Çelebi’ye verilmek istendi. Bunun üzerine feveran göstererek isyan bayrağını açtı.Nitekim Eflâkî’nin ifadesinden de bu şeyh, yani Ahi Evren Şeyh Nasîrü’d-dîn daha hayatta ikeni Mevlânâ hemşehrim dediği Vezir Tacü’d-dîn Mu’-tez’i araya sokarak Sultan’dan (İV. Rüknü’d-dîn Kılıç Arslan) bu iki Hanikahın Hüsamü’d-dîn Çelebi’ye verilmesine dair fermanın çıkartmış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hüsamü’d-dîn’in posta oturma merasimi Ahi Evren’in ölüm haberinin Konya’ya gelişinden üç gün sonra vaki olmuştur.
Mevlânâ’run Mesnevisi Ahi Evren Hace Nasîrü’d-din Mahmud ve çevresindekilerle ve bu çevrenin sahip olduğu dinî-tasavvufî ve siyasî zihniyetle mücadele üzerine kurulmuştur. Kendisi de Mesnevî’nin VI. Cildinin ilk 273 beytinde bunu ifade etmektedir.
Sultan Veled’in anlattığına göre Dostlardan biri Hz. Mevlânâ’ya gelerek bilginlerin (Danişmend) Mevlânâ’nın Mesnevi’ye niçin Kur’an dediklerini, ben de Kur’an-i Kerim’in tefsiri olduğunu onlara söyledim. Dediğini, babam da biraz durakladı ve sonra o dosta hitaben: Ey köpek neye Kur’an olmasın? Ey eşek neye Kur’an olmasın? Ey bacısı .neye Kur’an olmasın? Söz ve manâ olarak peygamberlerin ve evliyanın İlâhi sırlarının nurlarını ihtiva etmiyor mu? demiş. Bu haber de Mevlânâ’nm Mesnevî hakkındaki inancını ortaya koymaktadır.
Mevlânâ’nın Mesnevi hakkındaki bu beyanları açıkça göstermektedir ki, o Mesnevi’nin Allah taralından kendisine vahy edildiğine inanmaktadır. Bunu sofiyane veya şairane ilham olmadığını veya ilhama haml edilmemesi için Kur’an ayetleriyle ifade etmektedir. Zaten o, bu görüşünü Mesnevi hakkında söylediği bir beyitle de şöyle dile getirmektedir. Bu ne bir kâhin sözü, ne bir rüyadır. Allah doğruyu biliyor ki, o Allah’tan vahydir .
659/1261’de oğlu Alâü’ddin Çelebi, Kırşehir’de Ahi Evren Şeyh Nasîrü’ddin ile birlikte kendi müridi olan Nuru’ddin Caca tarafından öldürülünce Alâa’ddin Çelebi’nin cenazesi Konya’ya getirilmiş, ısrarlara rağmen Mevlânâ oğlunun cenaze namazını kılmamıştır^^
.Meselâ: Mesnevî’deki Kıpti ile Sıpti’nin Hikâyesi Hacı Bektaşi Veli hakkında, Luti ile Kundeh’in Hikâyesi Şeyh Nasırii’d-din (Ahi Evren) hakkında olduğunu. Eflâkî bildirmektedir. Keza bu Şeyh Nasîrü’d-din’in Mesnevi de Çuha diye anıldığını da Eflâkî’nin göndermelerinden anlıyoruz. Cuha’nm karısı ile kadı arasında geçen aşk macerasını anlatan hikâye de Eflâkî’nin Baba Merendi diye andığı Kırşehir kadısı Mecdü’d-din-i Merendi ile Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı olduğu anlaşılıyor. Mısır Halifesi ile Erniri’ nin Hikâyesi nde Mısır’da halife ilân edilen son Abbasî halifesinin oğlu ez-Zahir Billâh ile Memluklu Sultanı Baybars haysiyet kırıcı bir biçimde hicvedilmektedir. Bu ve buna benzer birçok hikâye ve meseller Mesnevî’de bulunmaktadır.Demek oluyor ki, Mevlânâ birileri ile mücadele etmek ve zafere ulaşmak için Mesnevî yi kaleme almıştır. Bizzat kendisi Mesnevî’nin yazılış
amacını böyle tespit etmektedir.
Bilindiği gibi Kösedağ yenilgisinden (1243) sonra Türkiye Selçukluları Devleti Moğollann hâkimiyeti altına girdi. Bu tarihten sonra Anadolu’da Moğollara ve Moğol yanlısı iktidarlara karşı direnişler başladı. Ahi ve Türkmen çevrelerin başlat tığı bu halk hareketinin önde gelen lideri Ahi Evren Şeyh Nasîrü’d-din Mahmud olmuştur. Ölünceye kadar bu iktidarlar ile
mücadele etmiş ve siyasîlerin önde gelen hedefi olmuştur. Nihayet 1261 yılında devlet tarafmdan Kırşehir’de öldürülmüştür. Bundan sonra Moğollar
ve Moğol yanhsı siyasîler onun adını, sanım unutturmak için eserlerini baş-
kalarına ait göstermeye çalışmışlardır. Devrin yazarlan üzerinde baskı yaratarak halk arasmda yayılmış bulunan birçok eserlerini imha etmişlerdir. Bu yüzden bazı eserleri günümüze gelmemiştir. Bu baskılardan ötürü devrin yazarları eserlerinde ondan ancak örtülü ve imalı bir şekilde bahsedebilmişlerdir.
Anadolu’nun birçok yörelerinde Ahi ve Türkmenler, bu yeni yönetime karşı ayaklandılar. Denizli, Karaman, Çarıkın, Ankara, Kırşehir, Aksaray ve Uçlarda bu tür ayaklanmalar baş gösterdi. Yeni Sultan IV. Kılıç Arslan’ıngörevlendirdiği ümera bu işyardan bastırmaya çalıştılar. Devrin tarihçisi Aksaray’lı Kerimü’d-din Mahmud bu isyanlann bastınlışını Mum rüzgâr
hışırtısında sönmeye mahkûmdur. diyerek memnuniyetini ifade etmektedir.İşte bu isyanlann en şiddetlisi Kırşehir’de oldu ki bu isyanm Ahi Evren Şeyh Nasîru’d-din Mahmud ve çevresindekiler tarafıdan yönetildiği muhakkaktır.Burada isyancıların isyanı bastırmaya memur edilen Emir Nuru’d-din Caca’yı şehre sokmadıklan bunun üzerine asker sevk edilerek şehrin muhasara edildiği, şehir zapt edilince de isyajncıların kamilen kılçtan geçirildiği anlaşılmaktadır. Gene tarihçi Kerimü’d-din Mahmud bu konuda
aynen şunlan söylemektedir; Kırşehir emirliği Nuru’d-din Caca’ya verildi. Orduyla onun üzerine geldi. Bir süre muhasara edildi. Onu kaleden söküp attılar. Hariciler (Türkmenler) -ki ona uymuşlardı- kamilen öldürüldüler. Baba İlyas’ıntorunu Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi (761-1360)’de Hacı Bektaş ile Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali’nin Sultanla savaşmayı göze alamadıklarını söylerken, Kırşehir’de Ahi Evren ve arkadaşlarının katliama tabi
tutuldukları olayı kastetmiş olmalıdır.
Bundan soma Moğol yanlısı olan bu yeni iktidar’ın Ahİ Evren’e ve Ahilere rahat vermeyeceği belli idi.Hemen ardından bu yeni iktidar kendisine karşı olan güçlerle ve bu arada Ahilerle ve Türkmen çevrelerle mücadeleye koyuldular. Bu iktidar, yeni sultandan ferman alarak Anadolu’daki bütün şeyhler ve müritlerin Mevlânâ’ya bağlanmaları mecburiyeti getirdiler.Mevlânâ’ya bağlanmayı kabul etmeyenlerin iş yerleri, tekke, zaviye, medrese ve kurdukları vakıflar müsadere edildi. Bu uygulamaya karşı direnenler ya öldürüldüler veya göçe zorlandılar.
Vezir Kadı İzzü’d-din’in Moğol aleyhtarı bu faaliyetleri üzerine Baycu Noyan ikinci defa Anadolu’ya girdi. Vezir Kadı İzzü’d-din
ve beraberindekiler Konya yakınlanndaki Sultan Hanı mevkiinde, Baycu Noyan karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Vezir Kadı İzzü’d-din ve 14 Selçuklu Emiri, Baycu Noyan tarafından idam edildiler.
Kaynak: Ibn Bibi, s.622-627; Müsameretü’l-ahhar, 60-66.
Eflâkî, Sultan. îzzu’d-din Keykavus’un vezir, emir ve nâibleriyle birlikte Mevlânâ’yı ziyarete geldiklerini, Mevlânâ’nın bu sırada bir hücrede
saklandığını ve böylece sultanı huzuruna kabul etmediğini, (Menakibu’l-arifin, I, 254) Bir başka zaman Mevlânâ’nın huzuruna gelerek kendisine öğütte bulunmasını istediğini, Mevlâna da sultana: “Sana ne öğüt verelim, sana çobanlık vermişler, sen kurtluk yapıyorsun, sana bekçilik vermişler,
sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni sultan yaptı, sen Şeytan’ın sözüyle hareket ediyorsun dediğini, (Aynı eser, I, 443-444) bildirmektedir. Gene Eflâki;, Sultan izzü’d-din’in önceleri Mevlânâ’nın
yüceliğine inanmadığını, veziri Şemsu’d-din-i İsfehani’ye Mevlâna ile ilgisini kesmesini söylediğini, yazmakta (II, 707) ancak Mevlânâ’nın bir kerametine şahid olduktan sonra ona inandığını ileri sürmektedir. Bu ve benzeri haberler Mevlâna ve çevresinin II. izzü’d-din Keykavus’a muhalif olduklarını açık olarak göstermektedir.
İzzü’d-din 652 (1254) de yalnız başına iktidarı ele alıp Moğollar’a ve Moğollar tarafından destek gören kardeşiyle mücadeleye başladı. İki kardeş arasın daki taht mücadelesinde Ahiler, II. İzzü’d-din Keykavus’u, Mevlâna ve çevresi de Moğollara sırtını dayayan IV. Rüknü’d-din Kılıçaslan’ı destekliyorlardı.
Tam bu şurada Baycu komutasındaki Moğol Ordusu, Anadolu’ya girdi. Sultan II. Gıyasü’d- din’in topladığı 80 bin kişilik bir ordu. Kösedağ mevkiinde Moğol ordusu
karşısında ağır bir yenilgiye uğradı(1243). Anadolu’da ilerlemeye devam eden Moğol Ordusu, Tokat ve Sivas’ı savaş yapmadan teslim aldı ve bu iki mamur şehri yağmaladı. Fakat Kayseri’de karşı lannda Ahileri buldular. Ahiler 15 gün şehri kahramanca savundular. Burada Ahiler Kayseri Subaşı- sı Ermeni asıllı (Muhtedi) Hacok oğlu Hüsamü’d-din’in ihanetine uğradılar. Onun rehberliğinde şehre girmeyi başaran Moğollar, büyük bir tahribat ve katliam gerçekleştirdiler. Pek çok Ahi’yi katlettiler ve Ahiler’e ait ev ve iş
yerlerini yakıp, yıkıp yağmaladılar. On binlerce Ahi ve Bacı’yı esir edip götürdüler. Bu hazin olaym vuku bulduğu tarihte(1243) Ahi Evren Hace Nasîrü’d-din Konya’da tutuklu bulunuyordu. Fakat eşi Fatma Bacı Moğollar’a esir düştü’®^.Bu olaydan sonra merkezi Kayseri olan Ahi ve Bacı Teşkilâtı dağıldı, 2. Giyasü’d-din Keyhüsrev’in ölümünden sonra(642/1245) saltanat nâibliğine getirilen Celâlü’d-din Karatay, bir genel af kanunu çıkararak 2. Giyasü’d-din zamanında tutuklanmış olan Ahi ve Türkmen ileri gelenlerini serbest brrakı.Bu af yasası ile beş seneden beri tutuklu bulunan Ahi Evren de serbest bırakıldı.
Rakibi susarak öldürmek, galiba bize mahsus bir şark adeti olsa gerek
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Bugün de diyorum ki Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in bunca değerli eserleri ile birlikte tarihin karanlıklarında kalması Türk-İslam tefekkürü açısından büyük bir kayıp olmuştur. Bu kayıbı telafi etmenin zamanı gelmiştir.”
Nasreddin Hoca’ya müstehcen, edep dışı latifelerin nisbet edilmesi Mevlevi çevrelerin ona karşı yürüttükleri mücadelenin halk arasında yaygınlaşması sonucu oluşmuştur.
Mevlana Celálü’d-din-i Rumi’nin ve dolayısıyla Mevlevilerin, devletin ve yönetimin başında olanlara mutlak itaat ön gören ve eski Irani zihniyet ten kaynaklanan Ahlak teorisine bağlılıklarından ötürü Osmanlılar Mevlevilerin bu zihniyetinin -teb’aya otoriteye boyun eğme duygusu verecegi mülahazasiyle- faydalı olacağını düşünmüşlerdir. Bu yolla Kul teba yaratmaya çalışılmıştır. Şeyh Sa’di bu Ahlâki teoriyi ve zihniyeti bir Rubai’sin de devrinin hükümdarına hitaben şöyle ifade etmektedir:
Sen, ben miskini gözettikten itibaren eserlerim güneşten daha çok ün kazanmıştır. Pek çok kusurlarım bulunmasına rağmen sultanım beğenip kabul ettiği kusurlar san’at ve hüner hükmündedir. Şeyh Sa’di’nin Gülistan ının da Osmanlı tarihi boyunca en çok okutulan ve okunan eser olması bu zihniyeti empoze eden bir eser olmasındandır.
Ahmed Eflaki, Ulu Arif Çelebi’nin (Mevlana’nın torunu) Karamanoğulları’na karşı Mogol askerlerini desteklediğini, yakınlarını ve Müslümanları (Muhibban-i Hazret) burakıp yabancı olan Mogollar lehine faaliyetlerde bulundugundan dolayı kınadığını ve hatta bu yüzden Karamanoğullarının Konya dizdarı tarafından bir süre tutuklandığını yazmaktadır. Ulu Arif Çelebi, Cenab-ı Allah günümüzde gücü ve kudreti Mogollara verdiği için onlardan yana olmayı kendileri (Mevleviler) için vacip gördügünü belirterek bu tutumunun gerekçesini ifade etmektedir.
Selçuklular zamanında Anadolu Ahi Teşkilatı, Abbasi Halifeliğine bağlı bir kuruluş olan Fütuvvet Teşkilatı’na bağlıydı. Abbasi halifeleri, Şeyh’uş-şuyuhi’r-Rum unvanıyla bir Fütuvvet Teşkilatı yetkilisini Anadolu’ya tayin etmekteydiler. ( ) Hulagu Han, 1258 de Abbasi Halifeliğini ortadan kaldırdıktan sonra Abbasilerin Anadolu’daki bu tasarrufları da kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Hulagu Han, bunun yerine Mevlâna’yı Şeyhü’s-suyûhi’r-Rum olarak görevlendirmiştir. Mevlâna’ya (Rumi) veya Şeyh-i Rum(Pir-i Rum) denmesinin sebebi de budur.
Ahiliğin bütün Anadolu’da yayılmasına ve kurumsallaşmasına hizmet eden Sultan I. Alâü’d-din Keykubad, oğlu II. Gıyasü’d-din Keyhüsrev ve destekçileri tarafından bir suikast sonucu öldürüldü. Bu yüzden Ahi ve Türkmen çevreler bu sultana karşı olumsuz bir tavır aldılar. Sultan da iktidarına karşı oldukları ve kendisini devirmeyi planlayan kendisinin atabeği konumunda bulunan Sa’dü’d-din Köpek ile işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle pek çok Ahi ve Türkmenleri öldürttü ve birçok Türkmen ve Ahi ileri gelenler de tutuklandılar. Ahi Evren Hace Nasirü’d-din, Ahi Ahmed ve Baba Ilyas-i Horasani gibi ileri gelenler de bu sırada tutuklanmışlardı. Bu sultanın Ahi ve Türkmenlere karşı uygulamaları, bu çevrelerin topluca isyan etmelerine sebep oldu. Babailer Isyanı diye bilinen bu isyanı bastırmak kolay olmadı. Devletin askeri gücü Türkmenlere dayandığı için isyancılar üzerine gönderilen devletin askerleri isyancılarla savaşmak istememiş ve bir kısım askerler isyancılara katılmışlardı. Bu yüzden çok zor durumda kalan sultan ve devlet ileri gelenleri çok büyük paralar ödeyerek Haçlılardan asker kiralamışlar ve Hıristiyan olan bu kiralık askerlerle Babailer Isyanı bastırılmıştır.
İmam Gazzali (505/1111) de felsefeci ve akliyecilere karşı savaş açarak onlar aleyhinde felsefenin yıkımı demek olan Teháfütü’l-Felâsife adlı eserini yazmıştı. İmam Gazzali’nin bu çıkışına karşı Mağribli ünlü filozof Ibn Rüşt (590/1193) de Imam Gazzâli’nin Tehafütü’l-Felasife adlı eserini kasdederek Tehafüt’üt-Tehafüt (tehafütün yıkımı: Yıkımın yıkımı) adlı eserini yazarak onun görüşlerini şiddetli bir tenkide tabi tutmuştu. Mevlana’nın babası Baha Ud-din Veled de, sezgici bir fikir adamı olarak Islam Dünyası’nın en tanınmış akliyecilerinden olan Fahrü’d-din-i Râzî ile aralarında fikri münakaşalar olmuş, Harezmşahlı Muhammed Şah, Fahrü’d-din-i Râzi’yi destekleyip onun fikirlerini devletinin resmi görüşü haline getirince Bahau’d-din Veled orada tutunamayarak göçmek zorunda kalmış ve Anadolu’ya gelmişti. İşte Mevlânâ da babasının yolunda ve onun mensup olduğu fikri hareketi takip eden bir fikir adamıdır.
Fahrü’d-din-i Râzi’nin talebelerinden de Anadolu’ya gelenler olmuştur. Bunların en ünlülerinden biri Ahi Evren diye bilinen Hace Nasiru’d-din Mahmud’dur. Bir diğeri Konya’ya yerleşmiş olan Şerefu’d-din Herevidir. Böylece Mevlâna’nın babası Baha Veled ile Fahr-i Râzi arasındaki fikri mücadele Anadolu’da da Mevlana ile Fahrü’d-din Razi’nin talebeleri arasında devam etmiştir. Bu yüzden Mevlâna’nın Mesnevi sinde akılcılığı yeren bir çok hikayeler bulunmaktadır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İslam Dünyası’nda çok eskiden beri akliyeciler (Rasyonalist) ile sezgiciler (içe doğuşçu) birbirleriyle mücadele halindeydiler. Akılcılar, gerçek bilgiyi elde etmek için aklın ve mantığın ölçü olduğunu savunmuşlar hatta aklı, imana varmanın ve Allah’ı bulmanın vasıtası olarak görmüşlerdir. Kelamcılar, filozoflar bu zihniyetin temsilcileridir. Sezgiciler ise, gerçek bilginin içe doğuş ile elde edilebileceğini, imana varmak, Allah’ı bilmekte aklın hiç bir fonksiyonu olamayacağını, içe doğuş ile hidayet-i ilahi ile Allah’a varılabileceği, iman edilebileceği tezini savunurlar. İşte Mevlânâ bu ikinci düşünce tarzının öncülerindendir.
Nuru’d-din Caca’nın Kırşehir’de gerçekleştirdiği ve Ahi Evren ile beraberindekilerin öldürülmesi ile neticelenen katliamdan sonra pek çok Ahi’nin batıya (uçlara) kaçtıkları muhakkaktır. Muhtemelen Osman Gazi’nin kayın pederi Edebali ve Abdal Musa da bu katliamdan kurtulup batıya göç edenlerdendir. ( ) Batıya göçen Bektaşî ve Ahilerin ise, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve güçlenmesinde en önemli amil olduğu bilinmektedir.
Mevlânâ’nın, oğlu Aláü’d-din Çelebi’nin cenaze namazını kılmamasının sebebi ancak Kırşehir’deki isyan esnasında öldürülmüş olmasıyla izah edilebilir. Bu araştırıcıların düşünemedikleri bir şey daha var. Alâü’d-din Çelebi, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi olayında rol almışsa Katil olmuş olur. İslam Hukuku’nda katilin cenaze namazı kılınır. Mevlâna da, bu fikhi kaideyi bilmeyecek kadar cahil olamaz. Bu itibarla Mevlânâ oğlunu baği addettiği için oğlunun cenaze namazını kılmadığı anlaşılıyor. Zira bağinin (devlete baş kaldıran) cenaze namazı kılınmaz.
Şems’in cesedinin atıldığı kuyu mnun bulunduğu yerde yani Govher-taş’ın bahçesinde Şems için bir türbe ve mescid inşa edildi.
Ahi Evren onun menkabevi adı olup esas adı Mahmud lakabı ise Nasirü’d-din’dir.
Olayın oluş şekli hakkında Eflaki şu bilgiyi de vermektedir. Bir gece Eflaki’nin tabiriyle yedi hayırsız kişi aralarında Alaa’d-din Çelebi olduğu halde Mevlana ile Şems’in birlikte oldukları ve sohbet ettikleri bir sırada medresenin dış kapısına gelirler. Bunlardan biri içeriye girip Şems’e dışarıda kendisini bekleyenlerin bulunduğunu bildirir. Bu içeriye giren muhtemelen Alâü’d-din Çelebi’dir. Çünkü o, zaman zaman babasının yanına uğramaktadır. Bunun üzerine Şems-i Tebrizi dışarı çıkar. Tam dış kapının eşiğine gelince suikastçılar (sultanın adamları) Şems’i hançerleyerek öldürmüşler, cesedini de Ahi Bedrü’d-din Gühertaş’ın bahçesindeki kuyuya atmışlardır. Şems dışarı çıkınca, bir ah feryadı duyulmuş ama geri dönmemiştir. Ertesi gün sabah eşikte birkaç damla kan izi görülmüş, fakat Şems’in akibeti nice oldu, nereye gitti, bir süre meçhul kalmıştır. O sabah Mevlana oğlu Sultan Veled’e ve yakınlarına Şems’i aramalarını emretmiş ve hasretle haber beklemiştir. A. Gölpınarlı’nın da tespit ettiği gibi Sultan Veled ve hanımı Fatıma Hatun durumu öğrenmiş oldukları halde bunu Mevlana’dan bir süre gizlemişlerdir. Muhtemelen şu aşağıda birkaç beytinin tercümesini sunduğum şiiri tam bu sırada söylemiştir
O güzel dilber acaba nereye gitti. O servi boylum acaba nereye gitti.
Gönlüm yaprak gibi titriyor bugün. Dilberim gece yarısı nereye gitti
Yola çık yolculara sor. O can yoldaşı nereye gitti.
Bağa git bağbandan sor. O gül dalı nereye gitti.
Ancak bir müddet sonra (bir ay kadar) Mevlâna da durumu öğrenmiştir. Nitekim bir şiirinde Ey Şems, sen Yusuf gibi kuyudasın demekte ve olayın mahiyetini öğrendiğini belli etmektedir. Mevlâna’nın bu sözünden Şems’in cesedinin bir süre kuyuda kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Ahmed Eflaki, Şems’in katli hadisesinin 645(1247) yılında bir Perşembe günü vuku bulduğunu kaydetmekte ve fakat hangi ayda olduğunu bildirmemektedir. Rahmetli A. Gölpınarlı 5 Şaban olarak tesbit etmektedir. Bu takdirde Şems’in ölümü Kimya Hatun’un ölümünden bir sene sonradır.
Dönemin veziri olan Hace Nasirü’d-din (Ahi Evren) bu olay üzerine görevinden ayrılmak durumunda kaldı.
Ahi Evren Hace Nasiru’d-din de Fahru’d-din-i Razi’nin Akliyeci liğini Anadolu’da en yüksek seviyede temsil etmekteydi. Şems, Makalat’da bazen isim de vererek Fahru’d-din-i Razi ve onun yolunda olanlara da tenkidler yöneltmektedir. Bu durum Ahi çevrelerinin ve özellikle de Ahi Evren’in ona suikast düzenlemesinin sebeplerinden biri olduğunu göstermektedir.
Şems Tebrizi, Konya’ya bu ikinci gelişinden bir yıl kadar sonra öldürüldü. Kimya Hatun’dan dolayı Şems-i Tebrizi ile Alâü’d-din Çelebi arasında meydana gelen sürtüşmeden dolayı Alâü’d-din Çelebi, Eflaki’nin ifadesine göre bazı kötü kişilere uyarak ve onlarla işbirliği yaparak Şems’i katletmişlerdi. Bu suçu işlediği için babasına asi olmuş ve aile ocağından tardedilmiş ve evlatlıktan atılmıştır. Ahmed Eflâkî eserinin bir başka yerinde de Emir-i Dad (Adliye nazırı) olduğunu tesbit ettiğimiz emir Nüsretü’d- din’in adamları tarafından öldürüldüğünü yazmaktadır.
Kimya Hatun Şemsle nikâhlandıktan sonra Mevlána’nın ders verdiği medresenin bir hücresinde ikamet ediyorlardı. Alaü’d-din Çelebi zaman zaman babasının yanına gitme bahanesi ile Şemsle Kimya Hatun’un oturdukları hücrenin önünden geçiyor ve Kimya Hatun’a görünüyordu. Şems bundan rahatsız oluyordu. Bir defasında Alâu’d-din Çelebi’nin önünü kesmiş ve Hey delikanlı bir daha buradan geçersen ayağını kırarım diyerek tehdit etmişti. Kimya Hatun Şemsle olmak istemiyordu. Şems ise ona çok düşkündü ve onsuz olamıyordu. Bu uyumsuzluğun sonucu olarak Kimya Hatun zaman zaman Şems’i terk ediyor, bir yerlere gidiyordu. Mevlana ve yakınları Kimya Hatun’u aramaya çıkıyorlar, onu bir yerlerden bulup Şems’e getiriyorlardı Muhtemelen Kimya Hatun’un bu davranışından Alâü’d-din Çelebi sorumlu tutuluyordu. Nihayet bir defasında gene Kimya Hatun, Şems’den izinsiz bir yerlere gitmişti. Şems bunu duyunca canı çok sıkıldı, öfkelendi. Şems’in bu halini gören Mevlânâ, yakınındaki hanımlara acele Kimya Hatun’u bulup getirmelerini emretti. Bir süre sonra onu bulup getirdiler, Ahmed Eflaki’nin anlattığına göre Kimya Hatun eve gelince bir anda boyun ağrısına yakalandı. Boynu sağa sola dönmüyor, müthiş ızdırap çekiyordu. Bu ızdırabın şiddeti ile üç gün içinde öldü . Acaba Şems-i Tebrizi onu döverek ölmesine mi sebep oldu?
Şems-i Tebrizî 1244 yılında Konya’ya gelince Mevlânâ henüz 15 yaşında bulunan Kimya Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems-i Tebrizi’ye nikâhladı. Bu sırada Şems en az 60-65 yaşlarındaydı. Oysa Kimya Hatun Mevlânâ’nın oğlu Alâü’d-din Çelebi’yi seviyordu. Alâ’üd-din Çelebi de ona aşıktı. Onlar evlenmeyi düşünüyorlardı.
Moğollar daha Anadolu’ya gelmeden önce yani daha Horasan, İran, Azerbaycan’da iken bu Kalenderi dervişlerle aralarında bir yakınlaşma ve hoş ilişkiler kurulmuştur. ( ) Moğolların Kalenderi dervişlere böylesine yakınlık duymalarının sebebi de şudur: Şamanist olan Moğollar, kültürel anlayış ve inançları icabı hariku’l-adeliklere çok inanıyor ve hariku’l-adelikler sergileyen, sihir oyunları yapanları kutsal kişiler olarak görüyor ve onlara itibar ediyor ve çok değer veriyorlardı. Hatta onlardan korkuyor ve çekiniyorlardı. Bahşı ve Şamanların Moğollar nezdinde yüksek mevkileri vardı. Bahşıların üstün güçleri bulunduğuna ve onların bu gücünden yararlanmak gerektiğine inanıyorlardı. İslâm memleketlerine geldikleri zaman Kalenderi dervişleri Bahşı ve Şamanlar olarak görüyorlardı. O dönemde İslâm aleminin hipileri olan ve bahşılara benzeyen Kalemderler köy köy, kasaba kasaba dolaşıyor, kendilerine şiş batırma, ateşle oynama gibi oyunlar sergileyerek halkın ilgisini çekiyorlardı. Bu uygulamaları ile Moğolların da ilginisini çekmişlerdir. Anadolu’daki Bu Cavlakiler kaşlarını, saçlarını bıyık ve sakallarını ustura ile traş eder, ellerinde keşkül, bellerinde zenbil köy ve kasabalarda gezer hariku’l-ade oyunlar sergileyerek halkın ilgisini çeker, dilencilikle geçinirlerdi. Böyle bir yaşayışta olmalarından dolayı Ahiler onlarla ve bu uygulamalarıyla mücadele ediyorlardı. Çünkü Ahilere göre tufeyli (Asalak) yaşamak haramdır.
Moğol istilasının başladığı zamanlarda Islam aleminde gayet yaygın olan bu Kalenderi dervişler, bu uygulama ve yaşayış biçimleri ile Moğolların ilgisini çekmişlerdir. Onların tabiatüstü olduguna inandikları güçlerinden yararlanmak duygu ve düşüncesi ile onlara yakın olmak istemişlerdir. Onları hoş tutmaya çalışmışlardır. Mogollarla bu Cavlakiler arasında siyasi bir ittifak meydana geldiği de görülmektedir. Baycu Noyan komutasındaki Moğol öncü birlikleri Anadolu’ya girdikleri zaman Cavlaki dervişleri de Moğol ordusunda yer aldıkları ve Moğollarla birlikte savaşlara katıldıkları görülmektedir. Kösedağ da Mogol Ordusu’nun ön saflarında bu Cavlak dervişler bulunuyordu. Keza Kösedağ yenilgisinden sonra Moğollar Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman Cavlaki dervişler şehrin surlarından gedik açmaya çalışıyorlar ve mancınıkları kullanıyorlardı. Bu savaş sonunda Moğollar şehre girmeyi başardılar. Şehri ateşe verdiler Moğollara karşı şehri savunan Ahi Teşkilatı üyeleri ve Bacı Teşkilatı’nun üyeleri olan genç kızlardan on binlerce insanı katlettiler veya esir alıp götürdüler Tabi Moğollar bu dehşet verici katliamı yaparlarken, Mogollarla birlikte şehri döven ve surlanda gedik açmaya çalışan Cavlakiler, onları seyretmiyorlardı. Hiç şüphesiz onlar da Moğollarla birlikte bu katliamı gerçekleştirmişlerdir.
Kayseri’de cereyan eden bu olay sırasında bir Kalenderi şeyhi olan Şems-i Tebrizi’de buradaydı ve müridleri ile birlikte Moğolların yanında bulunuyordu.
Mevlâna ve çevresindekilerle Ahi Evren Hace Nasîrü’d-din ve çevresindekiler arasındaki fikri ve dini farklılıktan doğan mücadele ve muhaseme, Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerinden sonra siyasi bir mahiyet kazandı. Bu bakımdan Şems-i Tebrizi’nin katledilmesi hadisesinin açıklana bilmesi için Şems’in siyasi konumunun tesbit edilmesi gerekmektedir. Çünkü toplumlarda cereyan eden kültürel ve sosyal olayları siyasi olaylardan ayrı olarak incelemek mümkün değildir. Aksi halde doğru bir sonuca varılamaz.
Eflaki’nin bildirdiğine göre birileri Mevlâna’nın huzurunda Evhadü’d-din’den bahsederken: Güzelleri severdi, fakat iffet ve ismet sahibi idi. Onlara bir şey yapmazdı dediklerinde Mevlâna’da Keşke yapsaydı ve geçseydi. buyurdu.
Evhadü’d-din, bu anlayışının icabı olarak genç delikanlılara karşı aşırı ilgi duyar, onlarla sema etmekten büyük zevk ve heyacan duymaktaydı. Hanım mündlerle bir arada bulunmaktan da çekinmezdi. Sadruddin Konevi’nin talebelerinden ve ilk Funusu’l-hikem şârihi, Müyyedü’d-din-i Cendi, 683 (1265) yılında Tokat’ta kaleme aldığı Nahatu’r ruh ve Tuhfetü’l- futüh adlı eserinde anlattığına göre, büyük bir zat Evhadu’d-din’e kadınlarla bir arada bulunmanın ve sema’ın kendisine zarar vereceğini ve namahreme bakmanın caiz olmadığını söyleyerek meslek ve meşrebine itiraz eder. Kirmanide ona: Ben haktan başka hiçbir şeye bakmam. Neye bakarsam sırf iman ve islam nokta-i nazarından bakarım’ diyerek cevab vermiştir Bu meşrepteki tasavvufların anlayışlarını İçinde Allah’ı görmediğim hiçbir şey görmedim diyerek ifade etmişlerdir.
Bu tasavvufi meşreb, anlayış ve yaşayış biçimi, tasavvufun doğuşundan beri mevcud idi. III. Hicri asırda yaşayan Ebu Hulman es-Sufi bu meşrebin ilk mümessillerindendir. Onun yolundan gidenler (müridleri) mahalle ve sokaklarda dolaşır, güzel gençleri camilere götürürlerdi. Bu şekilde gençlere ilgi duyan mutasavvıflara Şahid bâz , bu meşrebe de Şahid bâzi denir. Bazı mutasavvıflar bu yola Suret peresti (suretcilik) demişlerdir.
Mevlana Celalü’d-din-i Rumi ile Hâce Nasirü’d-din Mahmud (Ahi Evren) arasındaki muhalefet ve düşmanlık sadece bu iki şahsın siyasi görüş farklılığından ve buna bağlı olarak Ahi Evren Hâce Nasiru’d-din’in, Şems-i Tebrizi’yi öldürtmesi (645/1247) olayından kaynaklanmamaktadır. Tasavvufi ve Ahlâki duyuş ve düşünüş bakımından da aralarında derin bir fikir ayrılığı bulunmaktadır. Bu ayrılık ve farklılığın bir yönü de Mevlâna’nın babası Baha Veled ile Ahi Evren Hâce Nasirü’d-din’in hocası Fahrü’d-din-i Râzi arasında Horasan’da cereyan eden mücadelenin Anadolu’daki uzantısıdır. Aslında Sezgici bir filozof olan İmam Gazzali’nin felsefecilere daha doğrusu Akliyecilere (Rasyonalistlere) karşı başlattığı mücadelenin devamıdır.
Aslında Mevlânâ ile Şems arasında cereyan eden olayları ve ilişkileri bir aşk macerası şekline sokan da Sultan Veled’dir.
Şems-i Tebrizi, Ahi Teşkilâtı’nın piri olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasiru’d-din Mahmud ve yakınları tarafından öldürülmüştür. İşte bu zatı Ahmed Eflaki, Vezir Nasirü’d-din diye anmaktadır. Çünkü o tarihlerde bu zat vezir konumundaydı. Bu Şeyh Nasirü’d-din Mahmud ise fıkra ve latifeleri ile ünlü Nasreddin Hoca’dan başkası değildir.
Aslında 1261 yılında IV. Kılıç Arslan’ı ve onun yanında yer alan Umerayı iktidara getiren Moğollar Mevlâna’ya Şeyhu’r-Rum (Bütün Anadolu’nun şeyhi) unvanı vererek Anadolu’daki bütün şeyh ve müridlerin Mevlâna’ya bağlanmaları mecburiyetini getirmişlerdi.
Herkesçe bilinen bir husustur ki, Mevlânâ usul ve erkânı belirlenmiş bir tarikat kurmamıştır. Onun adına izafeten, Mevlevilik adıyla bilinen tarikat kuran, usul ve erkânını belirleyen Sultan Veled’tir. Sultan Veled ve daha sonra da oğlu Ulu Arif Çelebi, bu tarikatın geniş halk tabakaları arasında yayılmasını ve kabul görmesini sağlamak ve Mevlânâ ve çevresine muhalif olan Türkmen ve Ahiler arasında da kabul görmesini sağlamak ve bu tarikatın yayılmasını gerçekleştirmek için Şems’in macerasını, halkın hoşuna gidecek menkabelere dürerek anlatma ihtiyacı duymuştur. Böylece Şems ve Mevlânâ ile Ahiler ve Türkmen çevreler arasındaki ihtilafın unutulmasını ve bir kenara bırakılmasını sağlamaya çalışmıştır. Böylelikle Mevlânå ve hocalarının başlattığı fikri ve tasavvufi hareket, usul ve esasları ve yapısı yeni oluşturulmaya çalışılan Mevleviyye veya Celâliyye diye anılan bir tarikat haline getirilerek geniş çevrelerde de kabul görmesi amaçlanmıştır. Hele Şems’in öldürülmesi ve akıbetinin ne olduğu bir süre (bir iki ay) saklandığı için Mevlana’nın da onu aramaya ve arattırmaya çalışması, Şems’in ölmeyip, Konya’dan ayrılıp başka bir yere gittiği zannını uyandırmıştır. Bu yüzden Şems’in, Konya dışında bir yerde vefat ettiğine inananlar olmuştur veya öyle lanse edilmeye çalışılmıştır.
Ahmed Eflaki de bu Cuha hakkında bir fıkra anlatmaktadır. Bu fıkra Háce Nasıru’d-din’in çok iyi bilinen ve yaygın olarak anlatılan bir fıkradır. Birgün birileri Cuha’ya: Bak bir tepsi baklava götürüyorlar. Hoca onlara: Bana ne? der. Hoca baksana baklavayı size götürüyorlar deyince de O zaman size ne? diyor.
Ahi Evren Şeyh Nasîrü’d-din 1245-1247 yıllarında Sultan II. Izzü’d-din Keykāvus’un veziri idi. Vezir olduğu dönemde yani 1247 de Şems-i Tebrizi’ye suikast düzenleyerek onu öldürttügünü tesbit etmekteyiz. II. Izzu’d-din Keykâvus ile IV. Rüknü’d-din Kılıç Arslan arasındaki taht mücadelesi sırasında Ahi Evren II. İzzü’d-din Keykávus’u destekliyordu.
Ahmed Eflâki, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi olayında baş sorumlu olarak gördüğü zatı iki defa Vezir Nasiru’d-din diye anmaktadır. Fakat bu Vezir Nasiru’d-din’in İllet-i meşayih ile muallel olduğunu iddia ettiği Şeyh Nasiru’d-din ile aynı adam olduğu anlaşılmaktadır.
Gene Mesnevideki bir hikaye de onu iri vücutlu köse diye vasfetmekte ve bir delikanlıya sarkıntılık yaptığını, delikanlı bu adamdan uzaklaşmak isterken Benden korkma ey delikanlı. Ben muhannes (eşcinsel) biriyim. Bu ilişkide sen üstte olacaksın, bana deveye biner gibi bineceksin, dilediğin gibi süreceksin dediğini naklederek onun homoseksüel ilişkide pasiv konumda olduğunu yazarak çok haysiyet kırıcı bir biçimde ona iftira etmektedir.
Sen her ne kadar (felsefe ve tıpta) Eflatun ve Lokmansın ama ben bir bakışla seni cahilleştiririm.
Hace Nasîrüd-din Mahmud’un Sultan ll. Giyasü’d-din Keyhusrev zamanında beş sene süreyle tutuklandığını biliyoruz. ( ) Bu tutuklanmanin II. G. Keyhusrev iktidarına muhalif bir politik faaliyet sonucu vuku bulduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Bu olayın Sultanın atabeği olan Sa’dü’d-din Köpek olayı (1240) ile II. G. Keyhüsrev’in ölüm tarihi olan 1245 yılları arasında vukua geldiği anlaşılmaktadır. Bu Sultanın ölümünden sonra çıkarılan genel af kanunu ile Ahi Evren de tutukluluktan kurtulmuştur. Bu olaydan kısa bir süre sonra II. Izzü’d-din Keykavus onu vezirliğe getirmiştir ki, Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi onun vezirliği döneminde yani 1247 yılında vuku bulmuştur.
Mevlana, Hace Nasirü’d-din’e Cuha diyerek onunla mücadele ederken Cuha’nın karısını da sık sık söz konusu etmekte ve onu da alaya almakta, aleyhinde bulunmaktadır. Cuha’nın karısı ise yukarıda ifade edildiği üzere Ahi Evren Hace Nasirü’d-din’in eşi Fatma Bacı olup aynı zamanda Anadolu Bacıları (Baciyân-i Rum) Teşkilâtı’nın lideridir . Mevlâna’nın bu Fatma Hatun’a muhalefeti sadece Hace Nasirü’d-din’in yani Cuha’nın karısı olmasından kaynaklanmamaktadır. Onun Türkmen şeyh Evhadü’d-din-i Kirmani’nin kızı olmasının da bunda rolü bulunmaktadır. Çünkü Mevlaná’nın en şiddetli muhalif olduğu kişilerden biri de Evhadu’d-din-i Kirma ni’dir. Hacı Bektaş’a Bacısı kahpe derken bu Fatma Baci’yı kasdetmektedir. Çünkü Ahi Evren’in ölümünden sonra kimsesiz kalan Fatma Hatun, Hacı Bektaş’a sığınmış, Hacı Bektaş da onu kendine bacı edinerek himayesine almıştır. Mesnevi’nin VI. Cildinde Cuha’nın karısı ile bir kadı arasında geçen aşk macerasını da komik bir biçimde anlatmakta ve burada Cuha’nın karısını ahlaki zaaf içinde bir şahsiyet olarak tasvir etmektedir.
Bir hikâyede eşcinsel olduğunu belirttiği Cuha’nın bir delikanlıya çirkin bir ilişkide bulunma teklifini söz konusu etmektedir. Gene bir başka hikayede bu Cuha’nın kadın elbisesi giyerek kadınlar meclisinde edep dışı bir davranışını anlatmaktadır. Tabii burada Mevlana böyle bir tabloyu tasvir ederek Türkmen çevrelerin kadın ve erkek bir arada dini sohbet meclislerinde bulunmaları adet ve töreleri ile alay etmektedir. Bu arada Cuha’nın da Türkmen olduğunu belirtmiş olmaktadır. Bir başka hikâyede de bu muhannes (eşcinsel) kişiyi çok haysiyet kırıcı bir biçimde tasvir ederek ona ağır hakarette bulunmaktadır. Bu hikâyede tasvir edilen kişinin de Cuha olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu ayrı ayrı hikâyelerde anlatılan şahsın muhannes, köse ve kadın görünümlü olduğu ifade ediliyor. Ahmed Eflaki de bu hikayelere dayanarak Mevlâná’nun düşmanı olan bu eşcincel şahsın Şeyh Nasirü’d-din olduğunu tesbit etmektedir. Mevlânâ’nın anlatımından naklen bu Nasirü’d-din’in İlletü’l-meşayih (Şeyhlerin Hastalığı) denilen bir rahatsızlığından ötürü böyle çirkin bir fiil işlediğini gene Mevlânâ’dan n’dan naklen yazmaktadır.
Mevlana, Muhannes (Eşcinsel) olduğunu iddia ettiği Hace Nasirü’d dini sık sık Cuha diye de anmaktadır. Mevlânâ’nın anlattığı Cuha Arap kültüründeki gülünç ve komik, herkesin kendisiyle alay ettigi tip değil, o dönemde herkesin çok iyi bildiği, tanıdığı bir kişidir. İşte bu kişi Mevlana’ya muhatap olmakta onu alaya almakta ve hakaret etmektedir. Onu devamlı herkesin kendisiyle alay ettiği gülünç ve rezil duruma düşen bir kişi olarak vasfetmektedir. Aslında Hace Nasirü’d-din, güldürücü, nükteci ve sana bir tabiatta olmasından dolayı Mevlânâ bu baş muhalifi olan zatı Arap Kültüründeki Cuha’ya benzeterek onu alaya almakta ve ona hücum etmektedir.
O kötü sözlerin senin yüzüne aksetmiş soysuzların kötülükleri, renk ve yüzlerinden belli olur.
Ey ekşi suratlı arkamdan aleyhimde kötü sözler demişsin. Kerkesin ağzı daima necis kokar.
Ahmet Eflaki Mevlânâ’nın baş düşmanı olarak andığı Şeyh Nasirü’d-din’in (nam-ı diğer Ahi Evren) sürekli olarak Mevlânâ’nın aleyhinde konuşuyor olduğunu anlattıktan sonra gene bir defasında talebeleriyle birlikte iken Mevlâna’nın aleyhinde bulunmuş ve onun mavi ferecesiyle alay etmiştir. Bu durum Mevlânâ’ya malum olmuş ve celallenerek ona öyle bir beddua etmiş ki o anda feleği şaşmış ve hadım olmuştur. Eflaki Mevlâna’nın bedduası üzerine bu adamın hadım olduğunu ve hatta bu yüzden illetü’l meşayıh hastalığına yakalandığını iddia etmektedir.
Önceleri bir iblis benim üstadım idi. Daha sonra o İblis önümde bir hiç oldu.
اول ابلیسی مرا استاد بود بعد از ان ابلیس پیشم باد بود
Burada Mevlânâ, Ahi Evren’in akliyecilikte üstadı Fahrü’d-din-i Razi’yi geçtiğini iddia etmekte ve Fahru’d-din-i Razî de hicivden payını almaktadır. Yani Razî’yi de İblis olarak nitelemektedir. Bilindiği gibi Mevlâna ve hocası Şems-i Tebrizi’nin en muhalif oldukları şahsiyetlerden biri de Fahru’d-din-i Razidir.
Ey sahte kişi, pişman olmuşsan boyun eğ. İblis’in ensesini tokatladığısın sen
Ekmek görünce hemen yumuluyorsun. Dev’in menisine ve iblis’in erkek olanına âşıksın sen.
Oruca niyet ediyorsun. Ey eşek başını torbaya sok da yem ye. Zira İblis’in başı torbalısısın sen.
Sultandan -hirsızlık artıyor diye- aman dileyecekler. Hırsız sultanın kendisi ise nasıl aman dilensin?
Bilindiği gibi mitolojide şeytan, yılan donuna girerek cennete girmiş ve Adem ile Havva’yı aldatarak onların kendilerine yasak kılınan meyveyi yemelerini sağlamıştır. Mevlâna da bu miti kullanarak yılan (mar ve ejder) dediği Hace Nasiru’d-din’e şeytan ve İblis de demektedir.
Mevlânâ’nın bu anlattıklarından anlaşıldığı gibi, Ahi Evren kış sezonlarında kış uykusundaki yılanları avlayıp onlan soğuk mahzenlerde veya başka metotlarla soğuk tutmakta ve böylece kış uykusundaki yılanları istediği gibi, maksadına uygun bir biçimde kullanmaktadır. İşte bu gerçek, menkıbelerde, onun yılanları istediği gibi yönettiği, yılanların da ona itaat halinde olup, ona karşı hareketsiz oldukları şeklinde ifade edilmiştir.
Moğollar, Mevlâna’ya Pir-i Rûm (Anadolu’nun Şeyhi) unvanını vermişlerdi. Bundan önce Anadolu’da Abbasi Halifeleri tarafından tayin edilen Fütuvvet Teşkilatı’nın Şeyhu’s-suyuhi’r-Rum’u (Anadolu’daki şeyhlerin şeyhi) bulunuyordu. Hulagu Han, Abbasi Halifeliğini ve Abbasi Devleti’ni ortadan kaldırdıktan sonra bu makamı Mevlana’ya vermiş oldu. Bundan sonradır ki, devlet Mevlânâ’ya bağlanma ve Mevlevi tarikatına girme mecburiyeti getirmiştir. Anadolu’daki bütün tarikat şeyhleri ve müritleri, Mevlana’ya baş koymaya mecbur tutulmuşlardı. Eflaki bu konuda Sultandan bir ferman alınmış olduğunu da bildirmektedir. Bu ferman gereğince de başka şeyhlere ait olan tekke ve hanikahlar müsadere yoluyla ellerinden alınıyor, Mevlânâ’ya ve yakınlarına veriliyordu. Onun için Mevlânâ’nın pek çok mektupları, birilerinin hanikah ve tekkelerinin ellerinden alınıp kendi verilmesi hakkında devlet adamlarına yazılmıştır.
Meşhur Molla Abdu’r-Rahman Camî, Mevlana için Nist peyğember veli dared kitap (O peygamber değil, ama kitabı var) dedikten sonra şöyle demektedir: Mevlânâ’nın manevî Mesnevî’si Pehlevî (Deri Farsçası) dilince Kur’an’dır.
Buna mümasil yüzlerce beyan göstermektedir ki, eskiden beri Mevlevî çevreler Mesnevî yi Kur’an-ı Kerim’e eş değerde bir kitap olarak görmüşlerdir.
Aşırı güven onu Mesnevi nin Allah tarafından kendisine vahyedildiğine inanmaya götürmüştür. Bu inancını Mesnevi nin birinci defterine yazdığı önsözde Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim ‘in vasıfları hakkında nazil olan bütün ayetleri Mesnevî ye nisbet etmektedir. Bu önsözün ilk cümlelerini şüphe ve tereddütleri gidermek için buraya dercediyoruz:
Bu Mesnevi kitabıdır. O Allah’a kavuşma ve onun hakkında kesin bilgiye ulaşma sırlarını açan dinin aslının aslının aslıdır. O yüce Allah’a dair bilgi veren ve Allah’ın yolunu aydınlatan ve onun varlığının en açık belgesidir. Onun (Mesnevi’nin) nuru içinde kandil bulunan bir oyuktan yayılan ışığa benzer. Sabah aydınlıklarından daha aydınlatıcıdır. Bu kitap, yeşillikleri ve pınarları bulunan cennetlerin cennetidir. O cennette öğle bir göze var ki, oraya yönelenler ona selsebil derler, ermişler ve keramet sahipleri ise oraya en hayırlı ve en üstün makam derler. Mutluluğa ermişler orda yer ve içerler, hürler orada diledikleri gibi yaşarlar. Bu kitap Mısır’daki Nil nehri gibidir. Sabredenlere şarap, Fir’avn ailesine ve inançsızlara sıkıntı kaynağıdır. Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim hakkında buyurduğu gibi Mesnevi ile niceleri sapıklığa sapar, niceleri hidayete erer. Çünkü o kalplere şifa, üzün ve cila, Kur’an’ı açıklayan, rızkı bollaştıran, ahlakı güzelleştirendir. Melekler, Ona sadece temiz olanların dokunmasını sağlarlar. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Önünden ve arkasından batıl ona yanaşamaz. Çünkü Allah tarafından korunmaya alınmıştır. Allah en iyi koruyucudur.
Mevlânâ ağıza alınmayacak küfürlü sözler sarfetmekten çekinmediği gibi birtakım iftira ve isnatlarda bulunmuş çirkin sözler sarfetmiştir.
Mesnevi de ve Divan-ı kebir de Hace, Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek kendisine en muhalif gördüğü kişiyi ağır bir biçimde tahkir ettiği görülmektedir. Fakat o bu baş düşmanını ejder, mar (yılan), iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (züriyetsiz), kundeh, pelid (çirkef), mar-gir (yılan avcası), hirsız gibi kötü sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle onu insafsız bir biçimde kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasiru’d-din’dir.
1261’de oğlu Alâü’d-din Çelebi, Kırşehir’de Ahi Evren Şeyh Nasirü’d-din ile birlikte kendi müridi olan Nuru’d-din Caca tarafından öldürülünce Alaü’d-din Çelebi’nin cenazesi Konya’ya getirilmiş, ısrarlara rağmen Mevlana oğlunun cenaze namazını kılmamıştır.
Kendisini Nuh Peygambere benzetmekte ve Nuh dokuz yüz yıl hakka davet etti fakat gene kavmi inkâra devam etti. Ay, nur saçtı, köpekler ise, yaradılışları icabı havlayıp durdu. Ama köpeklerin hatlaması kervanı yolundan alıkoyamaz. diyerek kendisinin ay olduğunu, nur saçmaya devam ettiğini söylemektedir. Muhalifleri hakkında da şöyle diyor: Kötüler kötülük yaparlarsa, su da onu temizlemeye yönelir. Yılanlar zehir saçar ve zehri bizi perişan eder. Arılar ise bal üretirler. Zehir işlevini yaparken panzehir de onun etkisini gidermeye koşar. Zira bu dünya savaş yeridir, zerre zerre ile iman küfür ile savaş halindedir.
Mevlana birileri ile mücadele etmek ve zafere ulaşmak için Mesnevi yi kaleme almıştır. Bizzat kendisi Mesnevi’nin yazılış amacını böyle tespit etmektedir. Şems-i Tebrizi ile görüştüğü ve buluştuğu yıl olan Eylül 1245’den 1265 yılına kadar yani 20 sene süreyle Mesnevî yi yazmaya devam etmiştir. Peki o muhalifleri kimlerdir?
Mesnevî , o devrin magazin haber bülteni niteliğindeydi. Dönemin insanları Mesnevi deki hikâye ve telmihlerde, örneklendirmelerde kimleri kastettiğini, hangi mesajları verdiğini, kimleri yerdiğini, kimleri alaya aldığı ve tahkir ettiğini biliyorllardı. Başlangıçta kürraseler halinde yayınlanan Mesnevî cüzleri elden ele dolaşıyor, hiç şüphesiz büyük bir ilgi ve zevkle okunuyordu.
Şeyh Nasiru’d-din Mahmud’un Ahilerin Şeyhi olduğuna dair kayıtların bulunduğu yukarıda belirtildi. Kırşehir’de kendi adıyla anılan camiye bitişik türbede medfun olan Anadolu Ahi Teşkilatı’nın kurucusu olarak bilinen ve daha çok Ahi Evren diye tanınan zatın adı, yukarıda belirtilen hemen bütün kaynaklarda Nasirü’d-din Mahmud olarak geçmektedir. Fakat zamana kadar ben Ahi Evren’in adının Nasiru’d-din Mahmud olduğunu bilmiyordum. Oysa bütün Ahi şecere-nâmeleri ve Ahi Futuvvet- Nâmelerinde adı bu şekilde tesbit olunmaktadır. Bazen ona Ahi Mahmud dendiği de görülmektedir. İşte bu durum bu güne kadar yirmiye yakın eserini bulduğumuz zatın, Kırşehirli Ahi Evren Şeyh Nasirü’d-din Mahmud olduğunu belirlememize vesile oldu. Daha sonraki çalışma ve araştırmalarımda Menkabevî adı olduğu anlaşılan Ahi Evren diye tanınan zatın Moğollara ve Moğol yanlısı yönetime karşı isyan ettiği, bu isyanı bastırmaya memur edilen Moğol asıllı ve Mevlana’nın müridi Nurü’d-din Caca tarafından isyancılar kılıçtan geçirildiği, Şeyh Nasirü’d-din Mahmud ve beraberindekilerin de bu sırada katledildikleri, Mevlana’nın oğlu Alâü’d-din Çelebi’nin de burada öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu olayın tarihi 1 Nisan 1261 (27 R. Ahir 659) dir.