İçeriğe geç

Sorun Çağının Anatomisi Kitap Alıntıları – Ş. Teoman Duralı

Ş. Teoman Duralı kitaplarından Sorun Çağının Anatomisi kitap alıntıları sizlerle…

Sorun Çağının Anatomisi Kitap Alıntıları

..Bir başka boyutsa, reklâm ile propagandadır. Seni bana benzetirsem, ihtiyâç duyduğum malları almağa seni mecbûr kılabilirim. Ürettiğim malları almakla, sen, pazarımı genişletirsin.

Bütün ilişkiler, bundan böyle üretim-tüketim dengesine bağlı gelişmişlerdir. Sermâyecilik, berâberinde çok tanınan bir dayanağını da,demekki imperyalismi getirmiştir. O da, bugün adını küreselleşme şeklinde değiştirmiştir. Daha doğrusu küreselleştirmedir. Küreselleşme dediğinizde doğal bir süreçten bahsediyorsunuz. Hâlbuki karşı karşıya olduğumuz doğalbir süreç olmayıp dayatmadır. Bu, okşayarak yahut döğerek gerçekleştirilen bir harekettir, olaydır. İktisâdî unsurlar, berâberlerinde kültür değerlerini getirmektedirler. Eskileri ve gelenekseller peyderpey ortadan kalkmaktadırlar. Mâlî sermâyeciliğin maddiyâtcı-iktisâdiyâtcı kültür değerlerini biz bugün doğal verilermişcesine kabul edip sorgulayamıyoruz.Küreselleşmenin başarısı da buradadır zâten.

En önemli inanç kaynağımız aitlik duygusu.Herşey den önce nereye ait bilmem lazım.Kabile,aşiret, akraba kalmadı,millet siliniyor,böyle rüzgara kapılmış hazan yaprağı gibi savrulan birey var. Ne olduğunu, ne olmadığını bilmiyor. Ruh sağlığı, be­den sağlığı gibi belli birtakım belirlenebilir cinsten nedenle­re dayanmamaktadır. Ruh sağlığının pek çok işâret edilemez etkeni var. Bu, keşfedilemeyen etkenlerden en önemlisi aidi­yettir. Onun patlaması, onun dağılması insanı ortada bırakı-yor. Korkular ortaya çıkıyor. Korkan insan teslim olur,gelen etkilere derhal elini kaldırır.
– ( ) Bu asrın değerden mahrum bırakılmış, değer içeriğinden kopmuş kalıplarını baştan aşağı değiştirmek lazım.
Devrim şart!
Devrimin başta gelen hedefi, insanı işkembeye tapan varlık olmaktan çıkartıp tekrar gönül varlığına döndürmektir
Afganistan sözünü ettiğim çemberin içerisine girmeğe karşı direndi. Tüketiciliği bilmiyor değil; bal gibi biliyor. Fakat istemiyor. Kapısını kapatmış. Bugün İran da böyle. İran’ı da döğe döğe sistemin içine alacaklar. Çünkü İran da tüketime hayır diyor, bu sisteme, düzene hayır diyor. Uzun lâfın kısası, yeryüzünün kaynaklarını düzelmeyecek biçimde yoketmişiz ve dolu dizgin buna devam ediyoruz. Yakmışsınız o ormanları, çöl olmuş. İnsan bunu bizzat görebiliyor. Ne kalıyor geriye? Bir tek, kullanılmamış kaynaklar, Güney kutbu ile yeryüzünün dışında bulunabilirler.
Afganistan’ı bombalıyorsa, orayı yerle bir ediyorsa, niye bunu yapıyor? Afganistan Onüçüncü yüzyılda yaşıyordu da ondan. Gördüğüm, yaşadığım bir ülke olmasından ötürü çok daha yakından biliyorum. Onüçüncü yüzyıl, lafın gelişi; Onbirinci diyeyim isterseniz yahut Onbeşinci yüzyıla uygun tüketim içindeler. Adam Dior kullanmıyor, Coca Cola içmiyor, hamburger yemiyor, şu marka ayakkabı giymiyor; sandaletle dolaşıyor vs. Olay, ne El Kaidedir, ne Usame bin Ladin. Sırf bunları sistemin içine çekmek; tüketim çılgınlığını sokup orayı da pazar haline getirmek maksat.
Kazanç elde etmek, tutkudur, tutkunluktur. Mâli Sermayecilik o tutkunluğun ideolojisidir. Sermayeci müteşebbisin mahvedici tutkusundan vazgeçmesi için de elinizde ordular yok. Stalin, Papa’nın kaç tankı var, diye sorar.
Eski dönemdeki zihniyetler üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzerlerdi. Dokuzuncu yüzyıldaki bir Çinli, İtalyan, Ganalı okumuş yazmış biri ve hattâ adam okumamış yazmamış olsun; toprağıyla uğraşan insanların zihniyetleri birbirlerine benzerdi. O Doğuludur, bu Batılı falan filan değil. Bugün Doğudan anladığımız Şark dediğimiz olay, kadîm anlayıştır. Garp dediğimizde de kastedilen çağdaşlıktır. Hepsi bundan ibaret. Tarım adamı ile fen/teknoloji ve sanayiye geçmiş insan farkı
Karşıtlık, doğu – batı değil. Bu yanıltıcı bir şey. Hep bunu söylüyoruz. Böyle bir şey yok. Zihniyette karşıtlık varsa, o da, kadîm (archaique) olan ile çağdaşlık (modernite) arasındadır. Sermayecilikle düşünüş ile duygulanışlar kökten değişmiştir.
Ne var ki olaylar, onun istediği doğrultuda yol almamışlardır. 1500lerin sonlarında başgösteren Kuzey Avrupa, özellikle de İngiltere kaynaklı mâlî sermaye hareketi ve bunu destekleyip himaye eden millî devletler, Luther’in başını çekmiş olduğu dînî ıslâhât sürecini kendi namıhesaplarına kullanmağa girişmişlerdir.
Başka bir deyişle, bozulmuş, tahrif olmuş diye kabul ettiği tarihi Hırıstıyanlığı, tektanrılı vahiy dini esaslarına geri götürmekti maksadı.
Katoliklikte bâhusus Vatikan merkezli Papalık nizamında Hırıstıyanlığa aykırı gördüğü hususlara karşı kazan kaldırmak istemiştir.
Tarihte hiçbir şey rastgele meydana gelmez. Katolikliğe karşı yükselmiş olan Protestantlık tarihin belli bir devrinde tesadüf eseri ortaya çıkmamıştır. Luther’in istediği, Sermayeciliğe, millî iktisadî çıkarlara arka çıkacak bir din akımını yaratmak değildi.
Din, temelde manevî bir hadisedir; maddî olayları, gelişmeleri dengeler, dizginler, dengede tutmağa çalışır. Buna karşılık, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, iktisat esaslı bir olaydır. Orada alabildiğine kazanç anlamında yayılma eğilimi vardır. Kazancın sonu, sınırı yok. Yeniçağ dindışı Batı Avrupalı insan, kazanma şevkiyle dünyaya saldırıp yayılmağa başlamıştır. Burada, dinin koyduğu engellerin kaldırılması gerekmiştir.
Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti ortaya, Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetine isyan, başkaldırma şeklinde çıkmıştır.
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetinin devamı değil. Bu, önemli bir hata.
Tarihte ilk defa kendini din menşeine geri götürmeyen ve götürmemeye de çaba harcamış olan bir kültür hareketini görüyoruz. Bu kültür hareketi 1500lü yıllarda Batı Avrupada filiz vermiştir. Coğrafî yerleri de çok iyi çizmek lâzım. Mesela, Batı neresi? O, çok müphem bir kavram. Japonyaya göre Çin batıdır. Malezyaya göre Birmanya batı. Avrupa kıtasında Litvanya ile Estonya, Çekler, Gürcüler ile Ruslar dahi var. Bütün bunların, söylediğimiz medeniyet hadisesinde, sonradan katılmış olmanın dışında bir özelliği yok.
Ne var ki esas esini ile besinini Hz. İbrahim’le birlikte ortaya çıkmış tektanrılı vahiy dinlerinden almış Ortaçağ Hırıstıyan ile daha sonra İslam medeniyetleri bütün insanlar için geçerli evrensel değerlerle mücehhez hâlde temâyüz etmişlerdir.
Dokuzuncu yüzyıldaki bir Çinli, İtalyan, Ganalı okumuş yazmış biri ve hatta adam okumamış yazmamış olsun; toprağıyla uğraşan insanların zihniyetleri birbirlerine benzerdi. O Doğuludur, bu Batılı falan filan değil.
Sermayecilikle düşünüş ile duygulanışlar kökten değişmiştir. Eski dönemdeki zihniyetler üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzerlerdi.
Zihniyette karşıtlık varsa, o da, kadim (archaique) olan ile çağdaşlık (modernite) arasındadır.
Karşıtlık, doğu – batı değil. Bu yanıltıcı bir şey. Hep bunu söylüyoruz. Böyle bir şey yok.
Elbette şiirde meydan okuma da başkaldırma da olabilir. Bunun için geleneğin olacak. Fazıl Hüsnü beğe bundan yıllar evvel talebeyken bir gün sordum. Dedim ki; Şiir yazmak için ne lâzım? Kabiliyet zaten lâzım. Onu bir tarafa koyalım dedi. Sonra öğrenim görmen gerek. Nasıl ki, mühendis, mesleğinin okuluna gidiyorsa, şairin de şiir okulundan geçmesi şarttır. Her kültürün şiir okulu, damarı var. Bizimki aruz şiiridir. Aruzdan nefret edebilir, karşı çıkabilirim; ama bilmek mecburiyetindeyim. Bilmiyorsam, Türk edebiyatında şiir yazamam dedi. Bunu bana aynen Fazıl Hüsnü Dağlarca beğ o zaman söylemişti.
Ömrünce namazı yüz metreden görmemiş birinin kalkıp namaz ilkel bir olaydır, kılınmasın demesi gibi bir şey. Yahu gördün mü bakalım, ne olduğunu biliyor musun? Hani biliyorsam tamam bu iyi değildir derim, gerekçe sunar, ortaya koyarım. Bunun gibi bir şey bugünün şiiri.
Meselâ, sözümona tanrıtanımazlarımız, dinsizlerimiz dahi ne tanrıtanımaz ne de dinsizdirler. Adam dini bilmiyor ki, ona karşı çıksın. Feuerbach, felsefeyle birlikte ilahiyat okumuş, Hırıstiyan ilahiyatını gördüğüm kadarıyla en iyi bilen kişilerden biriydi. Böyle birkaç Hırıstiyan ilahiyatcısı tanıdım. Biri Luther’di, öbürü de Feuerbach. Katılmasam bile, Feuerbach’ın tanrıtanımazlığına bakıyorum; ilgimi çekiyor. Ne diyor? diye merak ediyorum. Çünkü geleneğin içinden gelmiş. Geleneği elifbasından haberin yok, sonra da kötüdür diyorsun.
Şiire sınır çekemezsin.
-İddia edenler var mesela.
-İddia edenler olabilir. İddiayla şiir olmaz. Şiir diye bir şey yok bugün. Neyle şiir yazacaksın? Şiir dille yazılır her şeyden evvel. Dilin var mı ki şiir yazasın? Yani bu abuk subuk Şorolocayla şiir mi yazılırmış! Şiir için üstün bir dile, dil duyuşuna, tasavvurgücüne ihtiyaç var. Neyi tasavvur edeceksin? Biraz evvel bahsettiğim kültür hayatı falan yok ki tasavvur edebilelim.
Bugün şiir mi kaldı? Bulan varsa, bir zahmet beri getirsin.
Şunu da hemen ilâve edeyim. Zaten ‘Yeniçağ-Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti’ne varıncaya değin bütün kültürlerin temelinde din olmuştur. Dinsiz kültür yok. Onyedinci yüzyıldan önce Batı Avrupada bililtizam dini dışarda bırakarak oluşturulmuş belirlenmiş kültürden bahsedemeyiz. Bütün kültürler, dinle içli dışlıdır. Dine dayalıdırlar. İstisnasız bütün kültürler dine dayalıdırlar. Taş devrinde yaşayan insanın da kültürü dinle içli dışlıdır.
-Hocanı, bir kültürün varabileceği en üst orun, felsefîleşmş medeniyet seviyesidir diyorsunuz. Bu en üst oruna Türkler ulaşmışlar mıydı? Ulaştılarsa hangi zamanda nasıl
ulaşmışlardı?

-İslâm medeniyeti çerçevesinde ulaşmışlardı. Orada İslâmın kendine mahsus yapısından ötürü milletlerden bahsedemiyoruz. Türklerin, Acemlerin, Arapların felsefesi diye bir şey yok. Genel İslâm felsefesi vardı. Onun ortakları arasında elbette Türkler de vardı. Haddizatında öyle bir sorun yok; Türk, Acem, Arap kimdir diye sorun yoktu. Müslüman yahut değildiler! Hiçbir zaman İbn-i Sina kalkıp da kimim diye kavmi aslı anlamında sormamıştır. Çünkü belliydi. Müslümandı. Onun dışında Acem miydi, Türk mü, Arap mıydı, bunu sorun edinmemişti.

Felsefe susuyor değil. O, kalmadı artık. Bir şeyin susması için varolması lâzım. Öyle bir şey yok. Cenazesi kaldırılıp gömüldü. Namazı kılındı mı kılınmadı mı bilmiyorum. Hava yoksa, bununla yaşayan canlı varlığını sürdüremez. Aynı şekilde felsefenin soluyacağı ortam yok ortada. Bu bakımdan felsefeden bahsetmenin manası yok. Bizde de durum böyle. Nerede bir Kierkegaard, Heidegger, Jaspers? Yok.
Tedhişin, az önce bildirdiğimin yanında, iki sebebi daha var ki, bunlar, ilkinin tersine ciddiye alınması gereken âmillerdir: Bir, olağanüstü sefillik ile sefihliğin, yani toplumsal adâletsizliğin yarattığı haset, nefret ile öfke; iki, silah fenni/teknolojisi öyle bir seviyeye ulaştı ki, alışılagelmiş savaşma tarzı imkânsızlaşmış görünüyor. Bütün bunlar, yine de, tedhişcilik alçaklığını asla mazur gösteremez.
Belki de onlar için tek çıkış yolu bu?
Yapıp ettikleri hakkında fikirleri yok. Bilinçsiz sefiller. Eğlence yahut kendini ifade etme yolunu arıyorlar. En kolayını tatbîk mebkiine koyuyorlar.
İsyan, dayanılmaz baskılar karşısında feverandır. Verdiğim örneklerse, artık isyana yahut ayaklanmaya falan da girmez. Bu tamamıyla ruh bozukluğudur. Adam eline silah almış, önüne çıkanı ayırımsızca katlediyor.
Türkcede bunları güzelce ayırtediyoruz: İsyan/ayaklanma – ihtilal/başkaldırma – inkılap/devrim. Üçü birbirinden farklıdır. Bugünkü mesele ihtilale falan girmiyor; isyan bile değil.
Bundan daha değersiz, bundan daha adi bir şey düşünemiyorum. Eskiden böylesi davranışa kancıklık yahut kahbelik derdik. Ayaklanmanın da şanı, şerefi, haysiyeti var.
Tedhiş/terör dedikleri olaylar mesela. Bunların sistematiği yok. İlacı yutmuş, afyonunu çekmiş erkek yahut kadın, kuşağına beline bomba bağlıyor bir yere girip orayı havaya uçuruyor yahut o kadarına bile cesaret edemiyor; girip paltolukta asılıduran mantonun cebine bombayı koyup sıvışıyor.
Çok basit bir refah mücadelesi. O bile zayıf. Orada bile müdhiş bir gerileme var. Son kırk yılda ayaklanma kültürü de dibe vurdu. Gittikce sapıklaşan vurma kırma kültürü ortaya çıktı.
Ayaklanan ne yaptığını bilmez. Paldır küldür ortalıklarda gezinir. Ahmet, kebap yiyor. Oysa bense kuru ekmeğe talim ediyorum. Ben de kebap yemek istersem ne olacak?
Başkaldıran insan yok. Öylesine uyuşturulduk ki, ayaklanan var da başkaldıran yok.
İslâm felsefesi öğretimi de aynı şekilde son derece güdüknkalmıştır. Son yirmi yılda dünya çapında İslâmın yükselişe geçmesi sayemizde olmamıştır. Komunismin çöküşünden sonra Avrupanın, Amerikanın saldıracağı hedef kalmayınca, yeni bir tanesi keşfedildi: İslâm. Bu, tabii, Türkiyede de rağbet kazandı. Kimileri yeniden Müslümanlıklarını keşfettiler.
Felsefemiz olmadığından, hocalar nerede yetişmişlerse, hangi kültür dünyasından geliyorlarsa onu öğretiyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümünde İngiliz-Amerikan çizgisi; Istanbul Felsefede üniversite ıslahatı sırasında gelmiş Alman filosoflarının etkisiyle hâlâ Alman geleneğinin metafiziği hakimdir.
Bugün Türkiyede felsefe geleneği diye bir şey yok. Bununla birlikte, çok basit ve keçiboynuzu türünden felsefe öğretimi var.
Filosofluk bir dehâ işidir, demiştim. Dehâyı nasıl tarif edeceğimi sorarsanız; bu, her şeyden önce zengin bir hayalgücüdür. Bu hayalgücünü sonradan edinemezsiniz. İçinden çıktığınız ortam sizi teşvik eder. Hep aynı örneği veriyorum: Einstein 1890lı yılların Orta Avrupasında, Almanyasında değil de, Kongoda yahut Sibiryanın ücra köşesinde yetişseydi ne olurdu? İhtimal, köyün delisi olacaktı. Einstein’ın dehâsının tohum gibi açılıp serpilebilmesi için bereketli toprağa düşmesi gerekir.
Fizyolojik faaliyetleri devam ediyor olabilir; ama kişi değildir. Kişiyi belirleyen bilincidir. Bilinci oluşturansa, kişinin yaşanmışlıklarıdır. Topluma bunu tercüme ettiğimizde, onun yaşanmışlıkları, tarihini teşkil eder. Tarihini aktaran yazısıdır. O yazı gitti mi tarih bitiyor. Zaten yazımızın ortadan kaldırılmasının da sebebi buydu. Tarihimizi silmekti. Tarih silindi mi, toplum bilincinden bahsedemeyiz artık.
Tragedya yolcusuyuz. Yazının sökülüp atılması kişinin bilincini yitirmesi demektir. Böyle biri, artık hasta da değildir. Descartes’in, düşünüyorum öyleyse varım vecîz önermesinden ‘bilincindeyim’, ‘bilincinde olduğum sürece varım!’ manâsı çıkarılması lâzım. Nihayetinde komada bulunan biri, ‘kişi’ değildir. O, olsa olsa bir dirim varlığıdır.
Tabiî günümüz Türkiyesinde kafalar tütsülendiğinden, ortalıklarda serhoş dolaştığımızdan bunun farkına varmıyoruz. Korkunç bir şok yaşadık.
Bir toplumun, medenîleşmiş bir toplumun bilinç omurgasını yazısı oluşturur.
-Hatta Sorun Nedir? isimli mühim eserinizde ‘Omurgasızlaştırılmış Türklük’ başlıklı son derece etkili bir
bölüm var:
– Omurgasızlaştırılmış Türklük te kaybolmağa, ortadan kalkmağa namzet Türklüğün ne olduğunu, ne anlama geldiğini sorgulamağa çalışıyorum. Türk olarak dünyaya gelmiş ve böyle yetişmiş, yetiştirilmiş bir insan olarak içinden çıktığım toplumun belirlenimlerini tesbit etmeğe, belirlenimlerini ortaya çıkarmağa çalışıyorum o bölümde.
Ağaçlar hangi mevsimde açar? Zikrettiğimiz örnek de felsefe sorusu değil. Ağaç nedir? Öteki bitkilerle ne çeşit ilişki bağlantısı var? Ağacın bitkiler âlemindeki konumu, başka bir anlatımla, bitkiler sınıflandırılışındaki yeri nedir? Bunlar felsefe sorusu olup sorundurlar.
‘Sorun’, zaten ‘soru’dan geliyor. Sormanın işlenmiş, felsefeye konu kılınmış hâline sorun diyoruz. Sorun felsefi anlamda sorudur. Geçerken herhangi bir tecessüs sonucu sorduğumuz soru, felsefenin değildir. Geçerken diyorsun ki:
Şu ev dikkatimi çekti. Kimindir? Bu, felsefe sorusu değil.
Kahveyi nasıl içersiniz? Şekerli mi? Az şekerli mi? Bu da
felsefe sorusu değil. Felsefe sorusu doğrudan ‘anlam’a, varlığın varoluş şartlarına ilişkin sorulmuş sorudur.
Varoluşumun hikmetisebebi dünyanın girmiş olduğu derin bunalımın bende yarattığı kaygıdır. Kaygıyı giderecek tedbirlerin felsefe tarafından alınması gerektiğine inanıyorum.
Çağın hangi organına elimizi atsak kanlar, feryatlar, sorunlar, sorular fışkırıyor. Çünkü artık çağın ruhu [Geist der Zeit] yok, sadece çağın bedeni [Körper der Zeit] var. Amansız virüs bulaşmış bu bedenin, antikor ve alyuvarlarına ulaşmak istediğinizde karşınıza çıkan şeyler çelimsiz, güçsüz, dermansız misallerle dolu.
Yaşadığı toplumun başına gelen tufan ile tüm dünya yok olurken, Nuh Peygamber kurtulmanın acısını yaşıyordu. Aslında biz de her gün dünya çevremizde yok olurken, bir gün daha fazla yaşamanın acısını çekiyoruz. Sorun çağının anatomisi belki de en kanlı anatomi.
Hersekli Ârif Hikmet’in dediği gibi Sûr-ı mahşer vaslının bir va’de-i ferdâsı olan Sûr-ı İsrâfîl ile ‘irade-i cüz’iyye’nin, ‘irade-i külliyye’ye başkaldırdığı bu kahpe cihanın matemi şenlenecek.
Asrî sâliseler insanların diz kapaklarının arkasına birer göz yerleştirmeye hazır görünüyor. Bu sâliseler; geçmişini, şimdisini, geleceğini yitiren âdemoğluna geçmişini bu şekilde görebilmesi, yorumlayabilmesi için İsrâfil makâmında sûr üfleyip, hiccetülvida’ asrında kalan Cebrâîl’i bu sesle susturmaya devam ediyor. Bu sâliseler sâniyeye, sâniyeler dakikaya, dakikalar saate, saatler vakte, vakitler güne, günler yıla, yıllar ise asırlara dönüşüp; beşerlerin boynuzladığı tarihi, bir boruya dönüştürecekler. İşte bu boru, evren çizgilerinde bizleri seyre dalmış, zamandan muaf olan mütemadiyen nağmesâz Sûrzen İsrâfîl’in nefesinde kıyamet makamını seslendirecek bir sâz hâlini alacak.
Vakti geldiğinde zaman koordinatlarında yankılanacak musikî için, İsrâfil’in kendi konservatuarında hazırlandığını ve ara ara günümüz sanatkârlarına boynuz borudan nefesler üfleyip imgeler hediye ettiğini düşünüyorum. Miladî 632 yılından bu yana emekliye ayrılan Melek Cebrâîl o gün bugün sessizliğini koruyor. Bu cebri noksan ödevini yüklenen bir varlıksa henüz görünmüyor.
Modern sanatın yârânları, Sûrzen İsrâfill’in dünyanın alnındaki ketum satırlarda gezdirdiği sâzuna, Tanrı’nın kendileri için üflemiş oldukları nefesleri bırakırlar. Onlar çığlık attıkça, oyun ve eğlence yeri olan dünyanın alnındaki yazılar belirmeye, kıyamet bizlere gülümsemeye başlar.
Çığlığa ‘ben’i yâni kendimi eklediğimde yazı ortaya çıkar. Bu dünyanın alın yazısını açığa çıkaracak feryâdzen ses, İsrâfil’in borusundan çıkacak olan âsmanû zemini inletecek olan sestir. İşte bu şekilde kıyametin kopacağını yavaş yavaş bildiren, gösteren ne varsa hepsi bu boruya üflenecek nefesin parçalarıdır.
Alman Dili’nde ‘das Schreiben’ yâni yazı ismini ya da ‘zu schreiben’ yâni yazmak fiilini çözümleyecek olursak, son üç harfi yâni -ben- hecesini kaldırdığımızda geriye kalan şey; bağırma, feryat, haykırış, çığlık gibi anlamlara tekabül eden ‘der Schrei’ kelimesidir. Yazmak ve nihayetinde yazı; feryadın, çığlığın ruhta yarattığı zilzal yoluyla kendini gösterir.
Bu anlamda ruhu yok edilmiş bu çağın bedenine, içi boşaltılmış hürriyet kavramı kadar zebun başka yalan bir elbise yakıştırılamaz. İçgüdüsüyle hareket eden bir pumanın bile zarar edecek kadar hür ve aptal olmamasına rağmen, güya aklı olan ancak mekanik bir düzenek gibi yaşayan insanların bu hürlüklerini sınır tanımayan ahlâksızlıklarıyla süslemesi şaşırtıcı olsa gerek.
Aslında irade hürlüğü diye bir şey yoktur. Belirli hürlüklere mahkûm olarak doğma ve bu mahkûmiyetin farkında olmadan yaşama durumu vardır.
Bu saliseler içre dünyaya gelen her insan evladı, bu hastalığa kapılarak başlar hayata. Değerli olan dururken, hürlüğü gereği değersizi de seçebilir.
Şu halde, dindışı saliselerin volta attığı meydanlarda aptal puma sendromuna yakalanmış insanlar, atılan voltaları sayarak sınır tanımayan hürlüğünün, bencilliğinin tadını çıkarmaya yönlendirilirler.
Bunu yapmaya muktedir tek şey vardır o da dindir. Sadece bir din, emirleri gereği uzun süre kalıcı ve yapıcı sorumluluklar yükleyebilir topluma.
Tinin, zihnin yetileridir [voluntas facultas animi]. İşte bu şekilde başroldeki varlık; tin, zihin sahibi bilinçli olarak isteyen, sosyal bir varlık olan insan [anima sociale] olduğundan işin içine zevk ve arzular girer.
Yani Aptal Puma aslında yoktur. Aptal Puma Sendromu’na yakalanmış insanlar ve dolayısıyla toplumlar vardır. Konuyu daha da açacak olursak; bir insan karar verirken karşısında duran dağ tavşanını ya da ceylanı seçme hürriyetine sahiptir. Yani kimse bir insana, ‘sen dağ tavşanı yerine ceylanı seç!’ deme hakkına sahip değildir. Çünkü bu noktada, insanı bir şeyler istemeye, arzulamaya iten şey tindir.
Şimdi gelelim bu olayın ‘İrade Hürlüğü’ [libertas voluntatis] ile bağlantısına. Sosyal psikolojiye taşımak ve bu alanda tartışmak istediğim tanım şu: Aptal Puma Sendromu Vak’ası. İçgüdüsü ve zekâsı ile hareket eden puma hiçbir zaman bir ceylan dururken dağ tavşanını avlamaya yeltenmez.
Eli silahlı insandan başka hiçbir canlıdan korkuları olmayan pumalar, avlayacakları canlıdan elde edecekleri enerjiyi hesap ederek avlanırlar. Mesela puma, 500 metre ileride keyfini süren bir dağ tavşanını gördüğünde hiçbir tepkide bulunmaz. Çünkü puma bilir ki; o dağ tavşanı en az bir 500 metre daha koşacak ve toplamda belki de 1 km koştuktan sonra yakalayabileceği dağ tavşanından elde edeceği enerji yaklaşık 1000Kcal olacak. Ancak buna karşılık kaybedeceği enerji 2000Kcal’i bulacak. Hiçbir puma 1000Kcal zarar edecek kadar aptal ve hür değildir. Normal bir puma dağ tavşanı yerine bir ayıyı parçalayıp yemeyi tercih edecek kadar cesurdur.
İçinde cinselliğin daha doğrusu sapıklığın olmadığı, insanı hayvan derekesine düşürmeyen çok az modern sanat performansına rastladım. Geriye kalan, konusu cinsellik olmayan performanslarsa parçalanmış maneviyatın kenar dikişleri gibiydiler.
Sevişmeden öte koklaşmayı, ahlâk sınırları dışında bir hürlüğü önceleyen anlayış hâkimdir bu sanatta.
İnsanları savaştırmak için tüm bahaneleri hazırlar. Savaşın karşısında durabilecek tek olgu olan sanatın modern hâlinin abartılacak derecede cinselliğe indirgenmesi de bu yüzdendir belki.
Bizleri kıyamete yaklaştıran en büyük sorunlardan olan ‘İrade Hürlüğü’ [Libertas vollintatis], kendi kültürünü aşamayan insanların zihinlerini belli hedeflere odaklar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir