İçeriğe geç

Sorularla Osmanlı İmparatorluğu Kitap Alıntıları – Erhan Afyoncu

Erhan Afyoncu kitaplarından Sorularla Osmanlı İmparatorluğu kitap alıntıları sizlerle…

Sorularla Osmanlı İmparatorluğu Kitap Alıntıları

İstanbul halkı,uzun süre önce Ocak ağaları ,ardından harem ağaları ve daha sonra da sipahi ağalarının zulmü altında ezildi .Köprülülerin sadrazamlık makamına getirilmesi ile bir nebze olsun nefes alındıysa da bu da kolay ve isyansız sağlanan bir düzen değildi. Köprülü Mehmet Paşa’nın devlet otoritesini yeniden tesis etmek çabalarına ilk tepki yine askerler gösterecek ve isyan bayrağı tekrar İstanbul sokaklarında görülecekti.
18 . yüzyılda Osmanlı imparatorluğu’nda basılan kitap çeşidi 50’yi bulmaz ve bulunmazken aynı asırda Japonya’da 10 bin çeşit kitap basılmıştı üstelik bu yüzyılda Avrupa’da basılan kitap çeşidi Japonyadan
fazladir
Kimi günah diye matbaanın girişine engel olundu derken, kimi de hattatların boykotundan dolayı gelmedi der. Ama gerçek çok basittir Matbaa okumadığımiz için gelmedi
Sutan Süleyman devrinin şeyhülislâmi Ebusuud efendi kahvenin Allahin emirlerini tanımayan sapkinlarin içeceği olduğu yönünde bir fetva verdi Daha sonra Şeyhülislam Bostanzade Mehmet Efendi aksi yinde bir fetva vererek kahve içimini helal hale getirdi
Müzik alanında devrin en önde olan ülkesi İtalya’dan mızıkacıları Avrupaî tarzda eğitecek bir şef istenmesi kararlaştırıldı. Serasker Hüsrev Paşa, 1827 Temmuz’unda Sardunya Krallığı’nın İstanbul temsilcisi Marki Groppalo’dan şöhretli bir maestro talep etti. İtalyan makamlarının seçtiği Giuseppe Donizetti, ülkesinde görev yaptığı Casale Alayı’ndan üç yıl izin alarak, enstrümanlarla birlikte 17 Eylül 1828’de İstanbul’a geldi.

Donizetti’ye, kendisinden önce hiçbir Avrupalı uzmanın sahip olmadığı geniş yetkiler verildi. Donizetti, Topkapı Sarayı’ndaki Harem ağalarının kabiliyetli ve istekli olanlarından bir bando kurup, eğitime başladı. Mehterin çaldığı peşrev, saz semaisi gibi doğu havalarının yerine birden Batı müziğini ve marşları koyması önemli bir sıkıntı kaynağı oldu. Ayrıca Hamparsum notası bilen öğrencilerine Batı notası öğretirken kendisi de Batı notasındaki işaretlerin Hamparsum notasındaki karşılıklarını öğrendi.

Donizetti, İstanbul’a gelişinden bir ay sonra padişaha ilk konserini verdi, ardından da 11 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî törenlerdeki milli marşı olan “Mahmudiye Marşı”nı besteledi. Daha sonra, Sultan Abdülmecid’e ithafen bestelediği “Mecidiye Marşı” 1846’ya kadar bir süre Osmanlı millî marşı oldu.

Donizetti Paşa, 1828 ile 1856 arasında 28 yıllık sürede gerçekleştirdiği çalışmalarla Türkiye’de ilk konservatuar diyebileceğimiz Mızıka-yı Hümâyûn’un kurucusuydu. Türk müziğinin Sultan Abdülmecid, Dürrinigâr Kalfa, Necib Paşa, Osman Paşa, Hacı İbrahim Paşa ve Süleyman Paşa gibi pek çok önde gelen ismine de hocalık yaptı. Hizmetleri ve özellikle de sıcakkanlılığı sebebiyle etrafındaki bazı kimseler tarafından Müslüman gibi değerlendirilerek bazen de şaka yollu takılmak üzere “Don İzzet Paşa” olarak adlandırılmıştı.

Tanzimat sürecini, kendisinden önceki yenilik fikir ve uygulamalarından ayıran ve onlara nispetle daha başarılı kılan en önemli faktör, bu dönemde yenilik fikrinin kişilerin iyi niyetine bağlı bir faaliyet olmaktan çıkartıp, sistemleştirip, kurumsallaştırmasıydı.
“Osmanlılar’ın, Zenta Muharebesi’ndeki en büyük kaybı komutan kadrosunda olmuştu. Osmanlı ordusu asker kaybının yanısıra önemli sayıda subayını kaybetmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıf subayların önemli bir kısmı şehid düşmüştü. Anadolu Valisi Mısırlızâde İbrahim Paşa, Diyarbakır Valisi Kavukçu İbrahim Paşa, Tımışvar Valisi Koca Cafer Paşa, Rumeli Valisi Küçük Cafer Paşa, Adana Valisi Fazlı Paşa ile birçok sancakbeyi şehid olmuştu.” Sayfa 375

Tarihimizin en dramatik, en hazin mağlubiyetlerindendir. Strateji, savaş taktiği olarak karşımızdaki dâhi Prens Eugen’e mat olduk. Fırsatı varken kazanılacak bir muharebeyken katliamımızla sonuçlanan bir muharebe Zenta Muharebesi. Adeta bizim Mohaç’ımızdır. 20.000 askerimiz savaş meydanında, 10.000 kadar askerimiz nehirde boğularak şehit olmuştu. Türk piyadeleri tamamen yok edilmiş, Avusturya savaş raporlarında Türk cesetlerinden sanki bir ada oluştuğu söyleniyordu.

Osmanlı padişahları imparatorluğun kuruluşundan itibaren ordulara komuta ederek, büyük zaferlere imza attılar. Padişahların 15’i, ordularının başında sefere çıkmış, bunlardan da 10’u meydan muharebelerinde orduya komuta etmişlerdir. İlber Ortaylı’nın dediği gibi Osmanlı hanedanı kadar maraşal çıkaran başka bir hanedan da yoktur.
XVII. yüzyılda padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları devlet yönetiminde bir boşluk meydana getirdi. Bu dönemde devlet idaresinde Harem ve valide sultanlar ön plana çıktı. Bu durum da devlet yönetiminde Avrupalılar gibi “Kraliçe idaresi” geleneği olmayan Osmanlılar’da bir mesele hâline geldi. Avrupa’da da birçok ülkede, XVII. yüzyılın ortalarnda Avusturya’da Maria Theresia örneğinde olduğu gibi kadınların devleti yönetmesi kolay olmamıştır.
Devlet teşkilatının kanunnâmesini yazdıran Fatih, kanunnâmenin içerisine saltanat verasetiyle ilgili bir madde de koydurttu:

“Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı alem içün katl etmek münasibdir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir (onaylamıştır). Anınla âmil olalar (amel edeler)

Fatih Sultan Mehmed, kardeş katlini ilk ortaya çıkaran padişah değildir. Onun hükümdarlığından önce Osman ve Orhan Gazi hariç bütün dedeleri kardeşlerini öldürmüşlerdir. Fatih, sadece mevcut durumu meşrulaştırdı. Bunu yaparken de özellikle Fetret Devri’nde oluşan Osmanlı devlet tecrübesine dayanmıştı. Kardeş katli meselesini Fatih’e yakıştıramayanlar da, sultanın adını lekelememek için, bu kanunnâmenin batılılar tarafından yazıldığını ileri sürerler. Kanunnamenin tek nüsha hâlinde ve Viyana Arşivleri’nde bulunmasını da iddialarına delil olarak gösterirler. Ancak yapılan araştırmalar kanunnâmenin tek nüsha olmadığını, Osmanlı tarihleri içerisinde başka nüshalarının da bu Junduğunu ortaya çıkarmıştır.

Avrupalılar; Osmanlılar’a ‘Türk’, Osmanlı İmparatorluğu’na ‘Türk İmparatorluğu’, Osmanlı ülkesine ‘Türkiye’ Osmanlı hükümdarına da Gran Turco, yani ‘Büyük Türk’ dediler. Avrupalı Hristiyanlar’ın kafasında Türk=Müslüman=Doğu aynı manayı ifade ederdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yılları 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşından sonra başlar. Osmanlılar ilk defa bu savaşta bir ülkeye karşı ağır bir mağlubiyete uğradılar ve bundan sonra bir daha bellerini doğrultamadılar.
XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel doğu ve batı siyasetlerinden daha çok kuzeye yöneldiği görülür. XVI. yüzyılda tampon bir bölge olarak görüldüğü için üzerine gidilmeyen ve tarafsız kalmasına çalışılan Lehistan XVII. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı ordularının hedefidir. Osmanlılar, Lehistan’ın tarafsızlığını bırakmasının en acı faturasını Viyana önlerinde ödeyeceklerdir. Osmanlılar, niçin kendi menfaatlerine olan Lehistan’ın tarafsız kalması politikasından vazgeçerek, kuzeye yönelmişlerdi? Bunun cevabı tek kelimeyle verilebilir: Kazaklar.
“Cem bazı şiirlerinde ağabeyine acı sitemlerde bulunmaktadır. Bir şiirinde II. Bâyezid’e şöyle seslenmektedir:

Sen pister-i gülde yatasun şevk ile handân Ben kül döşenem külhan-ı mihnetde sebep ne?

Cem gibi bir şair olan II. Bâyezid ise ona şu şekilde cevap vermiştir:

Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet Takdire rızâ virmiyesün böyle sebep ne? Haceü’l-Haremeynüm diyüben da’vi kılırsun Bu saltanat-ı dünyeviyeye bunca sebep ne?”

Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gös­teren her esnaf birliğinin bir piri vardı. Hazreti İdris terzilerin, Hazreti Yusuf saatçilerin, Hazreti Davud demirci ve zırhçıların, Hazreti Adem çiftçilerin, Hazreti Muhammed ise tüccarların piri sayılırdı.
Avrupalılar, Osmanlılar’a “Türk”, Osmanlı İmparatorluğu’na “Türk İmpara­torluğu”, Osmanlı ülkesine “Türkiye” Osmanlı hükümdarına da Gran Turco, yani “Büyük Türk” dediler. Avrupalı Hristiyanlar’ın kafasında Türk=Müslüman=Doğu aynı manayı ifade ederdi.
İstanbullular, 16. yüzyılın ortalarında kahveyle tanıştılar. Habeşistan Beylerbeyi Özdemir Paşa’nın kahveyi İstanbul’a getirdiği rivayet edilir. Kahve İstanbul’a tartışmaları da yanında getirdi. İstanbul uleması arasında da hararetli tartışmalar oldu. Kanunî Sultan Süleyman devrinin şeyhülislâmı Ebussuud Efendi kahvenin “Allah’ın emirlerini tanımayan sapkınların içeceği” olduğu yönünde bir fetva verdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru ise bu defa Şeyhülislâm Bostanzade Mehmed Efendi, kahvenin sarhoşluk verici bir içecek olmadığı gibi sağlığa faydalı bir içecek olduğu yönünde bir fetva vererek kahve içimini helal hale getirdi.
Bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te 300 milyondan fazla Müslüman’ın bulunmasında en büyük rol Timurlularındır.
Osmanlı tarihi ile ilgili kalıplaşmış bilgilerimizin içerisinde en zararlısı imparatorluk tarihinin çağlara taksimidir. Son derece yanlış noktalardan hareket ederek kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme, çöküş biçimindeki bu dönemlendirme, Osmanlı tarihinin anlaşılmasındaki en önemli engellerden birisidir.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Soru 9: Anadolu ne zaman Türkiye oldu?
Malazgirt’ten sonra Türkler’in akın akın Anadolu’ya gelmeleri sonucu Avrupa’da burası Türkiye diye anılmaya başlandı. Faruk Sümer, 1085’ten itibaren Avrupalılar’ın Anadolu’ya Türkiye demeye başladıklarını belirtir. Fri-edrich Barbarossa’nın Haçlı seferinden itibaren batılı yazarlar Anadolu’dan, Türk hakimiyetine giren hiçbir ülkeye
vermedikleri bir adla Turchia/Turquie (Türkiye) diye söz etmeye başladılar. Bu Haçlı seferinden yarım yüzyıl sonra Simon de Saint-Quentin bu isimlendirmeyi sistematik hale
getirdi. Claude Cahen’e göre Anadolu’da Türkleşme yoğunluğu ne olursa olsun, o zamanki Türkiye’nin sınırları ne

kadar belirsiz olursa olsun, çağdaşlarının gözünde Anadolu’nun Türk niteliği ülkenin bütününe damgasını vurmuştur.
Avrupalı yazarlar Anadolu’ya Türkiye derken, Müslüman yazarlar, Selçuklular devlet kurduktan sonra dahi burası için, hiçbir siyasal anlamı kalmamasına rağmen Rum/Roma diye bahsetmeye devam etmişlerdir.

Avrupalılar üzerinde öyle bir yılgınlık havası doğmuştu ki, bu dünyanın Türkler’in, ahiretin ise Hristiyanlar’ın olduğu söyleniyordu. Türk korkusu tam bir kãbusa dönüşmüştü. Osmanlılar’ın ilerlemesi yaklaşan kıyametin habercisiydi.
Dertlere deva olarak sunulan Tanzimat icraatları kötü gidişatı tersine çevirip, özlenen baharı getiremedi. Bu fermanın gayrimüslimlerle ilgili hükümlerini daha da derinleştiren yeni bir fermandan başka bir şey olmayan Islahat Fermanı ‘ nın zamanla gerek gayrimüslimler gerekse Batılı devletlerce suistimãle uğratılması, Müslümanlar’ın kendilerini aslî vatanlarında gün be gün ikinci sınıf vatandaş hissetmelerine ve Tanzimat anlayışını sorgulamaya başlamalarına sebep oldu.
Celali ayaklanmalarını kimileri mezhep, kimileri ise ezilen halkın yöneticilere isyanı olarak gösterir. Bazen ise Türk kimliğinin mücadelesi olduğu iddia edilir. Ancak bunların hiçbirisinin aslı yoktur.
XVIII. yüzyıldaki Osmanlı-İran mücadelesinin en ilginç yönü askeri değil, mezhep tartışmalarıdır.
( Nadir Şah, İran’ı aldıktan sonra buradaki Şia anlayışını sona erdirip Caferiliği ilan ediyor. Osmanlı’dan da Caferiliğin 5. mezhep olmasını istiyor bunun için mücadeleler ediyor fakat amacına ulaşamayacağını anlayınca vazgeçiyor. )
I.Süleyman’la birlikte kullanılan “Kanunî” sıfatı onun kendisi için takındığı veya devrinin yazarları tarafından ona verilmiş bir ünvan değildir. I. Süleyman kendi döneminin Avrupalı yazarları tarafından “Muhteşem”, “Büyük Türk” gibi lakaplarla anılıyordu. Feridun Emecen’in tespitine göre “Kanunî” ünvanını, XVIII. yüzyılda Osmanlı tarihine dair bir eser kaleme alan Dimitri Kantemir kullanmıştı. Kantemir, onun kanun yapıcılığı üzerinde durarak bu vasfını ona lakap olarak verdi. Daha sonraki dönemin yazarları da bunu benimseyerek, I. Süleyman’ı “Kanunî” diye zikrettiler.
Dünyanın hemen hemen her yerindeki toplumların kendi
dönemlerinden önce, özlemlerini duydukları bir devir vardır. Bu “Altın Çağ” olarak adlandırılır. Devletlerin özellikle bunalımlı yıllarında, bu devirlere özlem artar. XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun içine girdiği buhranlı yıllarda, Islahat layihası kaleme alanlar Kanunî dönemini dönülmesi gereken “Altın Çağ” olarak göstermişlerdi. Ancak Kanunî döneminin yazarları da ideal devrin Fatih dönemi olduğunu yazmaktaydılar. XIX. yüzyılda yayılan tarihteki bir takım dönemleri idealleştirme eğilimi Osmanlı yazarlarınca da benimsendi ve tarihçiler, Islahat layihası yazarlarının da etkisi ile “Kanunî Devrini” ön plana çıkardılar. Kanunî dönemi her yönden imparatorluğun zirvesi olmasa da, padişahın 46 yıl süren hükümdarlığı ve dünya siyasetine yön vermesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun en göz alıcı dönemidir.
Soru 4: Osman Gazi, amcası Dündar Bey’i neden öldürdü?
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı olan Osman Bey, Ertuğrul Gazi’nin en küçük oğlu olmasına rağmen, ağabeylerinin itirazı olmadan aşiretin başına geçmişti. Bu yüzden de kardeşler arasında bir çatışma olmadı. Ancak

Osman Bey, özellikle 1288-1299 yılları arasında fetih politikasında köklü bir değişikliğe gitti ve bu durum Bizans tekvurları ile kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelmesine neden oldu. Osman Gazi’nin amcası Dündar Bey ise fetih politikasındaki bu köklü değişime ve özellikle Bilecik Tekvuru ile savaşmaya karşı çıkmaktaydı. Osman Gazi de amcasının bu yöndeki fikirlerini kendi politikalarına bir cephe alma olarak görüp Dündar Bey’i 1300’lü yılların başında öldürdü. Böylece Osmanlı hanedanı içinde ilk kan dökülmüştü.

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Soru 3: Osman Gazi, ilk olarak nereleri fethetti?
Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeğini oluşturan aşiret,

Ertuğrul Gazi zamanında Söğüt ile Domaniç arasında bulunuyordu. Osmanlılar, bu dönemde çevrede bulunan ve bir kısmı Türkiye Selçuklu sultanına vergi veren tekvur adıyla anılan Bizans valileriyle barış içerisindeydiler. Bu dostluk o kadar ileriydi ki, aşiret yaylağa çıktığı zaman ağırlıklarını Bilecik’te emanet olarak bu şehrin tekvuruna bırakırlardı.
Osman Bey aşiretin başına geçtiğinde, ilk yıllarında çevredeki tekvurlarla iyi ilişkileri devam ettirdi. Ancak Türkiye Selçukluları ve Moğollar’a karşı Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Türkmen isyanları ile Sülemiş’in başlattığı ayaklanmanın yarattığı otorite boşluğu ve İnegöl Tekvuru’nun aleyhinde faaliyette bulunması üzerine Osman Gazi, 1284’te İnegöl’ü fethetmek için harekete geçti. İnegöl Tekvuru, Osman Gazi’nin üzerine doğru geldiğini haber alınca Ermeni Beli’nde (Pazarköy) pusu kurdu. Meydana gelen savaşta Osman Gazi’nin yeğeni Bay-Hoca şehid düştü.
Osman Gazi, bu muharebeden kısa bir süre sonra İnegöl yakınlarındaki Kulaca Hisar’ı fethetti. Bu durum, İnegöl ve Karacahisar tekvurlarının Osmanlılar aleyhine birleşmelerine yol açtı. 1286’da İkizce yakınlarındaki Domalicbeli’nde meydana gelen muharebede Osman Gazi’nin kardeşi Saru-Yatı şehid düştü. Halil İnalcık’a göre bu mücadele, Osman Gazi’nin gerçekten ilk savaşı sayılmalıdır.
Osman Gazi kısa bir süre sonra, İnegöl’e bir baskın yaparak tekvurunu öldürdü. Ardından da 1288’de Karacahisar’ı fethetti ve burayı kendisine merkez edindi. Osmanlı Beyliği’nin ilk merkezi, Eskişehir’e 7 kilometre uzaklıkta, sarp bir tepe üzerinde bulunan ve bugün mevcut olmayan Karacahisar Kalesi’dir. Osman Gazi, bu kaleyi fethetmekle İznik’ten İstanbul’a giden ana yola da hakim oldu. Ayrıca Karacahisar’ın fethiyle Halil İnalcık’ın tespitlerine göre, Türkiye Selçukluları’nın haraçgüzarı tekvurlarla savaş başlatıldı ve bölge bir gaza alanı olarak açıldı; Osman Gazi fiilen bir gazi bey durumuna; Osmanlı Beyliği de Çobanoğulları gibi Selçuklu sultanının sancak sahibi bir emirliği mertebesine yükseldi. 1299’da beyliğin merkezi yeni fethedilen Bilecik’e, ardından da, Yenişehir fethedildiğinde buraya kaydırıldı. Bursa, 1326’da fethedilinceye kadar, Yenişehir Osmanlı Beyliği’nin merkezi olarak kaldı.
Osman Gazi, 1292’de Sakarya Nehri’nin kuzeyine akın yapıp, çevreyi yağmaladıktan sonra bir müddet barış içerisinde yaşadı. 1299’da harekete geçen Osman Gazi, kendi aleyhine düzenlenmiş bir tuzağı boşa çıkararak Bilecik ve Yarhisar’ı ele geçirdi. Komutanlarından Turgut Alp de İnegöl’ü zaptetti. 1301’de Yenişehir ve Yund Hisar, 1302’de Köprühisar fethedildi.

Soru 2: Osman Gazi beyliğin başına hangi tarihte geçti?
Osman Gazi 1257 veya 1258’de Söğüd’de doğdu. Babası Ertuğrul Gazi 1281’de öldüğünde üç oğlu hayattaydı. Gündüz, Saru Yatı (Savcı) ve Osman Bey. Osman Gazi, yaşça kardeşlerin en küçüğü idi. Ancak atılganlığı ve lider karakteriyle ön plana çıktığı için Ertuğrul Gazi’nin sağlığında babasının vekilliğini yapmaya başlamıştı. Osman Bey, bu yüzden 1281’de kardeşlerinin itirazı olmadan aşiretin başına geçti.
Osman Bey, babasından devraldığı aşireti kısa zamanda bir beyliğe dönüştürdü. Halefleri, Osman Gazi’nin kurduğu beyliği dünyanın en büyük imparatorluğu hâline getirdiler. Bu büyük imparatorluk da kurucusunun ismini alarak Devlet-i Âliyye-i Osmaniye (Yüce Osmanlı Devleti) ismiyle anıldı.
Soru 1: Ca’ber Kalesi’nin yakınlarındaki türbede yatan Süleyman Şah kimdir?
20 Ekim 1921’de TBMM hükümetiyle Fransa hükümeti arasında imzalanan Ankara İtilâfnâmesi’nin dokuzuncu maddesi gereğince Ca’ber Kalesi ve kuzeybatı eteklerindeki “Türk mezarı” diye anılan türbenin bulunduğu

bölge (8.797 m2), Anadolu Türkleri için manevî bir önemi olmasından dolayı Türkiye’ye bırakıldı. Türkiye Cumhuriyeti toprağı sayılan bu bölgede bulunan jandarma karakolu Türk bayrağını dalgalandırmaktaydı. 1974’te Tabya barajının suları altında kalacağı anlaşılan mezar, Suriye ile yapılan antlaşma uyarınca kuzeydeki Karakozak mevkiine nakledilerek, yeni bir türbe yapıldı.
Burada yatan Süleyman Şah’ın kim olduğu belli değildir. Aşıkpaşazâde, Neşrî, Oruç gibi bazı Osmanlı tarihçileri Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın, Urfa tarafında bulunduktan sonra Fırat’ı geçerken boğulduğunu ve Ca’ber Kalesi’ne gömüldüğünü anlatırlar. Enverî ise bu Süleyman Şah’ın, Türkiye Selçukluları’nın kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğunu belirtir. Selçuklu tarihinin önemli uzmanlarından Osman Turan ise Ca’ber Kalesi’nde yatan kişinin Kutalmışoğlu Süleyman Şah olmadığını belirtir. Kutalmışoğlu’nun mezarı Halep Kapısı’ndadır ve o öldüğünde Ca’ber Kalesi Selçuklular’ın eline geçmemişti. Osmanlı tarihlerindeki nehri geçerken boğulma ile ilgili rivayetler de Süleyman Şah’a değil, oğlu Kılıçarslan’ın Habur Irmağı’nda boğulmasına uygundur.
Anadolu’nun fatihleri olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Kılıçarslan hakkındaki Anadolu Türkleri arasında yaşayan hatıralar Osmanlılar’a intikal etmiş, bu yüzden bazı Osmanlı tarihçileri Süleyman Şah’ı kendi cedleri gibi kabul etmiş lerdir. Ancak son yapılan araştırmalara göre Osman Gazi’nin dedesi Süleyman Şah değil, Gündüz Alp isimli birisidir. Enverî, Karamanlı Mehmed Paşa, Ahmedî gibi

Osmanlı tarihçileri Osman Gazi’nin dedesi olarak Gündüz Alp ismini verirler.
Öyleyse Ca’ber Kalesi’nde yatan kimdir? Bu sorunun cevabını bugün için verebilecek durumda değiliz. Belki de burada yatan Süleyman Şah, Osmanlılar’ın atalarından birisidir. Orhan Bey’in oğluna Süleyman adını vermesi, ataları arasında bu isimde birinin olabileceğini düşündürtmektedir.

Osmanlı tarihindeki üzerinde düşünülmeden tartışılan konulardan birisi de, matbaanın Türkiye’ye geç gelmesi meselesidir. Bu mesele tartışılırken İstanbul’da bulunan 90 bin hattatın buna engel olduğu anlatılır. Bu bilgi üzerinde araştırma dahi yapmadan bir an düşünülse, böyle bir şeyin mümkün olamayacağı rahatlıkla anlaşılır. Bırakın 90 bin hattatı, belki İstanbul’daki esnafların tamamı bu kadardır. Yine matbaanın gelmemesi tartışılırken, “geldi de ne oldu?” diye sorulmaz. Matbaanın kurulmasından İbrahim Müteferrika’nın ölümüne kadar geçen yaklaşık 20 yıllık dönemde Müteferrika’nın gayretleriyle 17 kitap (23 cilt)

basılabilmişti. Müteferrika’nın ölümünden sonra ise yalnızca bir kitap basıldı ve ondan sonra matbaa 46 yıl faaliyetine ara verdi. Bu durum matbaanın kurulmasının yanısıra faaliyetinin de tamamen İbrahim Müteferrika’nın gayretleri ile yürüdüğünü, ancak buna karşılık toplumda kitap basımına fazla bir rağbetin olmadığını açıkça gösterir.
Türkiye’ye matbaanın geç girişi hep tartışılmış, fakat matbaanın gelişinden sonra, ne olduğu üzerinde fazlaca durulmamıştır. XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda basılan kitap çeşidi elliyi bulmazken, aynı asırda
Japonya’da on bin çeşit kitap basılmıştır8. Üstelik bu yüzyılda Japon kalkınması henüz başlamamıştır ve Avrupa’da basılan kitap çeşidi de Japonya’dan çok daha fazladır. Türkiye’ye matbaanın gelişi ele alınırken toplumsal talebin ve altyapının ne ölçüde olduğunun iyice incelenmesi ve bunun gecikmeye ne kadar tesir ettiğinin belirlenmesinin, bu konuyu daha iyi açıklayacağı kanaa tindeyiz. Yoksa matbaanın açılmasına, üzerinde düşünülmeden hiçbir zaman olmamış 90 bin hattatın veya din anlayışının engel olduğunun iddia edilmesi bu mevzuyu izah etmeyecektir.

İkinci Viyana Kuşatması’ndan sonra meydana gelen ve 16 yıl süren savaşlarda büyük bir mağlubiyete uğrayan Osmanlı İmparatorluğu, 1699’da Karlofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Bu antlaşmanın görüşmelerinde Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil eden Reisülküttâp Râmî Mehmed Efendi, müzâkerenin bütün safhalarında soğukkanlılığını koruyup, sabır göstererek her meseleyi en ince detayına kadar incelemiş ve bu antlaşmanın olabildiğince Osmanlı İmparatorluğu lehine
sonuçlanmasını sağlamıştır
Osmanlı tarihini anlamada önemli bir husus da kullanılan kaynakların iyi bir şekilde analiz edilmesidir. Osmanlı hükümdarlarının ne kadar adil olduğunu ileri sürenlerin, buna delil olarak gösterdikleri kaynaklardan birisi
Adaletnâmelerdir. Mahalli yöneticiler zaman zaman kanunlarda bulunmayan vergileri halktan talep etmişlerdir. Merkezi otoritenin sarsıldığı dönemlerde mahalli yöneticiler,

halktan kanunsuz olarak “nalbaha”, “selamlık”, “aylık”, “ce rime”, “pişkeş” gibi adlar altında vergi topladılar. Devletin ahalinin şikâyetleri üzerine bu uygulamaları sona erdirmek
için adaletnâme adı verilen fermanlarla, bu işleri yapanları idamla tehdit etmesine rağmen mahalli yöneticilerin bu
suistimalleri sona ermedi. Mahalli yöneticileri bu tür yollara sevk eden sadece daha fazla gelir elde etme isteği değildi. Bir kısım yöneticiler devletin onlardan aldığı dolaylı makam vergilerini (caize, avaid, bohça) ödeyebilmek için bu yola başvurmak zorunda kalmışlardı. Ancak bu uygulamalar halkı ezdi. Özellikle sınır boylarındaki halk, kanunsuz olarak alınan bu tür vergilerle ezildiğinden İran’a veya Avusturya’ya kaçtı. Adaletnâmelerin çıkma sebepleri iyi incelendiğinde, halkın adalet içerisinde yaşadığı değil, çektiği sıkıntılar görülür.

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Soru 10: Türkiye Selçuklu Devleti ne zaman kuruldu?
Malazgirt savaşından çok kısa bir süre sonra Türkler İstanbul’un yanı başındaki İznik’e kadar olan toprakları ele geçirip, Anadolu’daki ilk devletlerini kurmuşlardı. Bu devletin kuruluş tarihi çeşitli tartışmalara sebep olmuştur.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin hangi tarihte kurulduğu konusunda araştırmacılar çeşitli tarihler ileri sürmüşlerdir. Mehmet Altay Köymen, 1073 tarihini gösterir. Ayrıca aynı devletin 1077 ve 1092 tarihlerinde iki defa daha kurulduğu fikrindedir. Mükrimin Halil Yinanç 1077, Zeki Velidi Togan ve J. Laurent ise 1080’de kurulduğunu ileri sürerler. İbrahim Kafesoğlu 1092 tarihinin üzerinde durur. Türkiye Selçukluları üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Osman Turan’ın devletin kuruluşu olarak gösterdiği tarih ise 1075’tir.
Osman Turan’ın 1075 yılını kabul etmesine dayanak yaptığı deliller, bu tarihin doğru olma ihtimalinin fazla olduğunu gösterir. Süryanî Mihail, Anna Kommena ve Zonaras’ın eserlerindeki kayıtlar, 1075’te Süleyman Şah’ın

bağımsızlığını ilân ederek, “Sultan” ünvanını aldığını ortaya çıkarmaktadır. Yine bu yılda, Bizans’la yapılan antlaşma da, bağımsızlığın hukuki belgesidir

Soru 7: Anadolu’ya ne kadar Türk geldi?
IX. yüzyılın ortalarından itibaren Türkler, Anadolu’da yerleşmeye başlamışlardı. Asıl yerleşme ise Malazgirt savaşıyla oldu. Malazgirt’ten sonra Anadolu ile Türkistan
arasında bir göç kanalı oluştu. Türkmenler, büyük kitleler hâlinde Anadolu’ya gelmeye başladılar. Ancak ne kadar
Türk’ün geldiğini tam olarak bilemiyoruz. Claude Cahen’e göre ilk başta gelenlerin çok gelişi bir anda olmamış, birkaç yüzyıl sürmüştür. Cahen, ilk göç dalgasının büyük miktarda olamayacağını söyler. Anadolu’ya Türkmen dalgalarından birisi XIII. yüzyılda Türkistan’ın Moğol istilasına uğramasından sonra gerçekleşti. Türkmenler, Anadolu’ya her zaman direkt olarak gelmediler. Bir kısmı Azerbaycan, Irak ve Suriye’ye gidip, bir müddet oralarda kaldıktan sonra Anadolu’ya geçmişlerdi. Türkmenler’in göçü XVI. yüzyılda Safevî Devleti’nin kurulmasına kadar de

vam etti. Safevîler zamanında Türkistan ile Anadolu arasındaki bu göç kanalı kapandı.
Türkler’in gelmesinden sonra Anadolu’nun yerli ahalisinden bir kısmı zamanla din değiştirerek Türkleşti. Ancak bu rakam çok büyük miktarlarda değildir. Selçuklu tarihçileri hiçbir zaman toplu ihtidalara (din değiştirme) rastlanmadığını belirtirler. Claude Cahen bu konuda, Türkler ile Rumlar’ın iyi ilişkiler içerisinde olduklarını, ancak bir kaynaşmanın olmadığını söylemektedir.
XVI. yüzyılın sonlarındaki Osmanlı kayıtları incelendiğinde, bu dönemde Anadolu’da yerleşik hayata tam olarak geçmemiş yaklaşık 1 milyon Yörük/ Türkmenin bulunduğu görülür. Sadece İç Anadolu’daki Ulu Yörük ile Güneydoğu ve Güney Anadolu’da bulunan Dulkadir Türkmenleri’nin nüfusu 300 bin civarındadır. Ayrıca, bu yüzyıla gelindiğinde Türkmenler’in önemli bir kısmı yerleşik hayata geçmişti. Bu durumda olanların da nüfusu 1 milyonu geçmektedir. Bütün bunlar Anadolu’nun yerli halkı ile çok büyük oranda karışmanın olmadığını açıkça gösterir.
Anadolu’ya gelen Türkler’in büyük bir bölümü Oğuzlar’a mensuptur. Oğuzlar’ın (Türkmenler’in) 24 boyunun tamamı Anadolu’ya geldi. Bunların dışında Türkler’in diğer kabilelerinden Kıpçaklar (Kumanlar), Peçenekler (Oğuzlar’ın 24 boyundan birisi olan Peçeneklerden başka bir kabiledir), Ak-hunlar (Eftalitler) ve Bulgarlar da Anadolu’ya gelmişlerdir.

Soru 6: Anadolu nasıl fethedildi?
1048’deki Hasankale zaferinden sonra Anadolu’da yayılmaya başlayan Türkmen kitleleri, 1059’da Sivas ve Malatya’yı ele geçirdiler. 1064’te Alparslan, Kars’ı fethetti. 1067’ye gelindiğinde Kayseri, Niksar ve Konya fethedilmişti. Afşin Bey, 1068’de Anadolu’yu boydan boya geçerek, İstanbul Boğazı’na kadar geldi.
Türkmenler Anadolu’nun doğu ve orta kısımlarına yayılmışlarsa da, burası henüz onlar için emin bir yurt değildi. Zira Türkmenler’in düzenli Bizans ordularına karşı mücadele edecek güçleri yoktu. Bu yüzden Bizans orduları üzerlerine geldiği zaman Türkmenler, Kafkaslar’a çekilmek zorunda kalıyorlardı. Ayrıca Anadolu’nun fethedilememiş pek çok müstahkem mevki ve kaleleri vardı. Buraların yeterli muhasara silahına sahip olmayan Türkmenler tarafından ele geçirilmesi oldukça zordu. Selçuklu orduları da Türkmenler’i himaye için her zaman Anadolu’ya

gelemiyordu. 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt zaferi Bizans ordusunu ve mukavemetini çökertti ve Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar Türkmenler’e açtı. Bizans’ın yediği bu büyük darbe Türkmenler’in Anadolu’ya sel hâlinde dolmalarını sağladı.
Malazgirt zaferinden sonra esir Bizans esir Bizans İmparatoru Romanos Diogenis ile Alparslan’ın yaptığı antlaşma, yeni Bizans İmparatoru tarafından bozuldu. Bunun üzerine Alparslan, Artuk Bey’i Anadolu’nun fethiyle görevlendirdi. Artuk Bey’in, Alparslan’ın ölümünden sonra İran’a geri çağrılması üzerine onun yerini Tutak Bey aldı. Ancak asıl başarı Alparslan’a karşı taht mücadelesi yaparken öldürülen Kutalmış’ın oğulları sayesinde kazanıldı. Alparslan’ın oğulları ve kardeşleri arasındaki taht mücadelesi sırasında İran’da esaret altında bulunan Kutalmış’ın oğulları kaçarak, Anadolu’ya geldiler. Daha önce babalarına ve Alparslan’ın eniştesi Elbasan’a bağlı Yabgulu Türkmenleri ile İbrahim Yinal’a bağlı aşiretler de Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunlar İran’daki taht mücadelelerinde başarıya ulaşamamış küskün Oğuz kitleleri idi ve Selçuklu hanedanından başlarına geçecek birisini bekliyorlardı. Kutalmışoğlu Süleyman Şah bu Türkmenler’in başına geçti ve kısa sürede Orta Anadolu’dan İznik’e kadar olan sahayı ele geçirerek, Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurdu. Bu devlet Büyük Selçuklular’a tâbi değildi, ayrıca aralarında düşmanlık da vardı. Alparslan’ın oğlu Melikşah, Kutalmışoğlu’nun kurduğu bu devleti ortadan kaldırmak için Bizans’la işbirliği yapmış, ancak ölümü üzerine teşebbüsü sonuçsuz kalmıştır.
Türkler, Anadolu’da, Türkiye Selçukluları’nın yanısıra bir takım beylikler de kurdular. Artuk Beyin oğulları Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da (Diyarbakır-Mardin-Elazığ-
Hasankeyf), Saltuk Bey (Erzurum), Danişmend Gazi (Sivas- Amasya-Tokat) ve Mengücek Gazi (Erzincan-Divriği) de Orta ve Doğu Anadolu’da kendi beyliklerini kurarak, o bölgelerin Türkleşmesini sağladılar. Ancak bunların hiçbirisi fazla büyüyemedi ve bu beylikler zamanla Türkiye Selçukluları tarafından ilhak edildi.

Soru 5: Malazgirt’ten önce kazanılan savaş hangisidir?
Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yinal, 1047’de Nişabur’a gelen Türkmen kitlelerini Anadolu’ya göndermiş ve kendisinin de arkalarından geleceğini vaadetmişti. Bu sırada (1047/1048) Selçuklu hanedanından Hasan Bey

komutasındaki kuvvetler de, Van gölü havzasını ele geçirmek için harekete geçmişlerdi. Vaspurakan’da Bizans Valisi Aaron, Selçuklular’ı, Büyük Zap Suyu civarında pusuya düşürerek, mağlup etti. Savaşta Selçuklu prensi Hasan Bey de şehid olmuştu. Bu olayın ardından büyük bir ordu ile Anadolu’ya gelen İbrahim Yinal ve Kutalmış, Bizans kuvvetlerini Pasin ovasındaki Hasankale’de 18 Eylül 1048’de büyük bir mağlubiyete uğrattılar. Bu zafer sayesinde Türkmenler Anadolu’da yayılma imkânı bularak, Trabzon’a kadar ilerlediler.

Soru 1: Türkler anayurtlarından neden ayrıldılar?
Proto-Moğollar’dan, Kıtaylar’ın 924’te Orhun havalisine hakim olmalarıyla birlikte, bu bölgedeki Türk boyları birbirlerini sıkıştırarak batıya doğru göçet-meye başladılar. 1027 yılına gelindiğinde artan Kıtay baskısı sonucu Türkler’in batıya göçü büyük bir sel halini almıştı. Kay ve Kıpçak baskısı ile Oğuzlar da yurtlarından ayrıldılar. Şamanî Peçenek ve Oğuzlar, Doğu ve Orta Avrupa’ya, Balkanlar’a;

Müslüman Oğuzlar ise Maveraünnehir’e, Horasan’a ve diğer İslâm ülkelerine göç ettiler. Oğuzlar, 1040’da Dandanakan’da Selçuklular’ın idaresinde Gazneliler’i yenip, kendi devletlerini kurdular. Ancak Orta Asya’dan yüz binlerce Türk, Moğol kabilelerinin tazyiki ile batıya göçe devam ediyordu. Maveraün-nehir bölgesi onları barındırmaya yetmedi ve yeni bir yurt aramaya başladılar.

Soru 2: Niçin Anadolu’ya geldiler?
Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce Oğuzlar’dan kopan bir kısım boylar Azerbaycan, Güneydoğu Anadolu ve Irak’a gitmişlerdi. Göktaş, Buka, Mansur ve Anasıoğlu idaresi altındaki Türkmenler, Cizre ve Diyarbakır havalisi ile Musul’u ele geçirmişlerse de, uzun süre buralarda hakim olamadılar ve Azerbaycan’a geri döndüler.
Kendilerine yurt, hayvanlarına da otlak arayan Türkmen kitleleri, Büyük Selçuklu topraklarına gelmeye devam ediyordu. Selçuklular Türkmenleri, kargaşa çıkarmalarını ve otlak sıkıntısına sebebiyet vermelerini önlemek için Anadolu’ya sevk etti.
Türkler, Suriye ve Irak’a da gidip, yerleşmişlerse de, ülkelerin iç bölgelerine girmemişlerdi. Bu bölgelerin iklim ve otlak durumunun hayvanları için uygun olmaması, Türkler’in buralarda yoğun bir şekilde yayılmasına engel oldu. Claude Cahen, Türkler’in Mezopotamya ve Suriye’de gerçek bir yerleşim göstermeyip, askerî hakim sınıf olarak kalmalarının sebebini, bu bölgede Bedevi ve Kürt çobanların bulunması

ve Türk develerinin sıcak iklime uyum gösterememesi olarak zikreder. Anadolu ise iklimi ve geniş otlakları ile Türkler’in yaşantısına uygundu. Aynı zamanda Anadolu’nun yoğun bir nüfusa sahip olmaması ve burada Türkler’e direnecek güçlü bir askerî organizasyonun bulunmaması da Türkmenler’in buraya gelmesini teşvik edici unsurlar oldu.

Soru 4: Türkler Anadolu’ya ilk olarak ne zaman geldiler?
Türkler’in Anadolu’ya gelişini Milattan Önce 3000-2000 yıllarına kadar çıkaranlar varsa da, bu iddialar tarihçiler arasında genel kabul görmüş fikirler değildir. Anadolu’ya Türkler’in ilk gelişi IV. yüzyılın sonlarına doğru Batı Hun-ları (Avrupa Hunları) tarafından gerçekleştirildi. Hunlar bir taraftan Balkanlar üzerinden Trakya’ya doğru yürürken, diğer taraftan Batı Hunları’nın doğu bölümü de Kafkas dağlarını aşıp, Anadolu’ya girdi. Kursık ve Basık isimli iki komutan idaresindeki Hun atlıları Erzurum üzerinden Malatya’ya ulaştılar. Çukurova’ya indiler, Urfa ve Antakya’yı kuşattılarsa da alamadılar. Kudüs’e kadar inen Hunlar, burada fazla kalmadılar ve 396’da tekrar Kafkaslara

döndüler. İki yıl sonra tekrar Anadolu içlerine girmişlerse de, bu bölgede yerleşmeye dönük bir teşebbüsleri olmadı.

II.Murat, Osmanlının bani-i sanisi
Vaka-yı Hayriye
10 bine yakın yeniçeri öldürüldü. Öldürülen yeniçerilerin bir kısmının sünnetsiz, bir kısmının da göğüslerinde haç işareti bulunması onlara karşı öfkeyi ve şiddeti artırmıştı
Modern kavram ve kurumları tarihte aramaya kalkmak ve olmayacak benzetmelerle bulmak veya bulunmadığı için Osmanlı İmparatorluğu’nu tenkit etmek son derece hatalı bir davranış şeklidir.Yine tarihteki hadise ve kurumları günümüzün mantığı açısından değerlendirmeye çalışmak da,aynı şekilde yanlış bir harekettir.
Asırlardır Osmanlı toplumu tarafından bilinen ve 1827’den itibaren önce askerî sınıf,ardından da ahali tarafından giyilen fesin Anadolu topraklarındaki macerası 1925’te çıkarılan Şapka Kanunu ile son buldu.Fes geldiğinde muhalefet eden muhafazakâr çevreler,bu defa da fesi çıkarmamak için muhalefet etmişti.
Türkiye’ye matbaanın geç gelişi bitip tükenmek bilmeyen bir tartışma konusudur.Ancak Osmanlı tarihinde üzerinde düşünülmeden tartışılan konuların en başta geleni de bu meseledir.Kimi günah diye matbaanın gelişine engel olundu derken,kimi de hattatların boykotundan gelmedi der.Ancan gerçek basittir;matbaa okumadığımız için gelmedi.
“Hiçbir suçum olmadığı halde,yanlış düşüncelere kapılarak ordumun dört misli bir Osmanlı ordusu tarafından sarılmış bulunuyorum.Tanrı hiç ummadığımız bir anda yardımımıza yetişmeyecek olursa,burada ya birer birer öleceğiz,ya da esir olacağız.Eğer beni Osmanlılar esir edecek olursa beni artık çarınız,senyörünüz olarak saymayın.Hatta benim el yazım olduğunu anlarsanız bile emirlerime uymayın.Kendim gelinceye kadar bekleyin.Eğer öldüğümü duyarsanız içinizden en liyakatlisini seçin.”
Osmanlı ordusunun arkasında bıraktıklarının içinde yüzlerce çuval kahve bulunuyordu.Türk ordugâhında casus olarak dolaşıp,çeşitli söylentiler çıkaran ve Viyana’nın dışarıdaki kuvvetlerle irtibatını temin eden Leh asıllı Koltschitzky,yaptığı hizmetler karşılığında mükâfat olarak bu kahve çuvallarını almıştı. Bunlarla Viyana’nın ilk kahvehanesi olan Mavi Şişe’yi kurdu.Kahvenin Avrupa’ya yayılması Osmanlı ordusundan kalan bu kahveler ile oldu.
Cervantes,7 Ekim 1571’de Yunanistan’ın Patrai Körfezi’nde Türkler’in İnebahtı,Avrupalılar’ın Lepanto dedikleri yerde Osmanlı donanması ile karşılaştı.Cervantes bu savaşta Türkler’e karşı büyük bir heyecanla savaştı.Fakat göğsüne yediği iki kurşun koluna gelen bir gülle ile yaralanmış ve yarası yüzünden sol elini kaybetmişti.Bu yüzden de “el Manco de Lapanto”,yani “İnebahtı’nın tek kollusu, İnebahtı’nın sakatı”diye anıldı.
“Sizden bir krallık yer almakla,bir kolunuzu kesmiş olduk.Siz ise donanmamızı mağlup etmekle sakalımızı tıraş ettiniz.Kesilmiş bir kol yerine gelmez,ama tıraş edilmiş sakal evvelkinden daha gür çıkar.”
İstanbul’un fethi Türk tarihinin en büyük olaylarından birisidir.Bu konuda çok laf edilmiş, ancak az araştırma yapılmıştır.Bu yüzden birçok ilginç hadise fazla bilinmez.Fetih sırasındaki en ilginç hadise Osmanlılar’la Bizans’ın arasının bir koyun alışverişi yüzünden bozulması ve bu olayın savaş sebebi olmasıdır.İstanbul’un fethinde tetiği ateşleyen hadise budur.
IV.Murad, Osmanlı İmparatorluğu’nun saygınlığını ve gücünü geçici de olsa yeniden canlandırmıştır. Devletin iç düzeni tesis edilmiş, yıllarca süren savaşların sonunda İran mağlup edilmiştir.
Piri Reis 1465’li yılların sonuna doğru Gelibolu’da doğdu. Tam adı Muhyiddin Piri’dir. Doğduğu bölgenin ahalisi denizle iç içe yaşadıklarından çoğu denizci olmaktaydı.
Türk devlet geleneğinde veliahtlık kurumu yoktur. Fatih de sağlığında bir veliaht seçmemiştir. Cem Sultan’ın Fatih’in veliahdı olduğu yönündeki bilgiler, modern dönem tarihçilerinin yorumudur. Cem Sultan, Fatih’in veliahdı değildi.
Osmanlılar’ın Türk kimliği Avrupa’ya o kadar tesir etmişti ki, imparatorluktan giden herşey ‘Türk’ adını alıyordu. Meselâ, Yemen kahvesinin Türk kahvesi olarak adlandırılması gibi. Hatta Avrupalılar, Müslüman olan birisini ‘Türk oldu’ şeklimde anmaktaydılar.
Timur hadisesinin tesirleri XVI. ve XVII. yüzyıllarda bile görüldü. Babürlülerin önemli hükümdarlarından Cihangir, atası Timur’un Ankara Savaşı’ndaki zaferi dolayısı ile Osmanlılar’dan üstün olduklarını vurgulamıştır.
Sabahları bir fincan kahve ile fırından yeni çıkmış ayçöreği Avrupa’nın birçok yerinde hayatın bir parçasıdır. Kahve gibi ayçöreği de İkinci Viyana Kuşatması’ndan kalmadır.
Osmanlı hanedanının mensup olduğu cemaat Kayılar’dan Karakeçililer olarak kabul edilir. Bu husus imparatorluğun son zamanlarında tarih yazıcılığına girmiş ve bilhassa II.Abdülhamid zamanında ön plana çıkartılmıştır.
Osmanlı tarihinin bu şekilde çağlara taksim edilmesinde, dönemlerin ayrılma noktalarına baktığımızda, devletin bir canlı gibi doğup, gençlik ve orta, yaşlılık dönemlerinden sonra ihtiyarlayarak öldüğü şeklinde bir noktadan hareket edildiği anlaşılmaktadır
Gaza kavramı Osmanlı beyliği’nin yegane varoluş sebebi, ve savaşçılar için motivasyon kaynağı.
Osmanlı hanedanı içeresinde Osman Gazi’nin politikalarına karşı çıkan amcası Dündar beyi öldürdü. Hanedan içersinde ilk kan dökülmüştü.
Hâlbuki Osmanlı bürokrasisi 18.yy’da zirve dönemine ulaşmıştır.
Osmanlı imparatorluğunu dönemlere ayırmak büyük bir felakettir.
Osmanlı için çözülme ve gerileme terimlerinin yerine buhran ve dönüşümün kullanılması daha uygundur.
Tarihe sabit fikirle ve ideolojik olarak hareket edenler objektifliğe dikkkat etmezler.
Osmanlı tarihinin anlaşılabilmesinin önündeki engellerden birisi,kişi ve grupların günümüzdeki meselelerini çözebilmek için tarihte referans aramaları ve inanç çerçevesinde tarihî hadiselere bakmalarıdır.
Türkler,şerir ve rafizi Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor;hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı.
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu ‘nun Batılılara, kapitülasyon verirken daima İslãm hukuku, özellikle de Hanefi mezhebinin esaslarına riayet ettiğini ve yeni bir kapitülasyon verilmesinin düşünüldüğü zaman şeyhülislãmdan fetva istendiğini söyler.
Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren her esnaf birliğinin bir piri vardı. Hazreti İdris (as) terzilerin, Hazreti Yusuf ( as) saatçilerin, Hazreti Davud ( as) demirci ve zırhçıların, Hazreti Adem (as) çiftçilerin, Hz Muhammed (sav) ise tüccarların piri sayılırdı.
Avrupalılar üzerinde öyle bir yılgınlık havası doğmuştu ki, bu dünyanın Türkler’in, ahiretin ise Hristiyanlar’ın olduğu söyleniyordu. Türk korkusu tam bir kãbusa dönüşmüştü. Osmanlılar’ın ilerlemesi yaklaşan kıyametin habercisiydi.
Avrupalılar, Osmanlılar’a Türk , Osmanlı İmparatorluğu’na Türk İmparatorluğu , Osmanlı ülkesine Türkiye Osmanlı hükümdarına da Gran Turco, yani Büyük Türk dediler. Avrupalı Hristiyanlar’ın kafasında Türk=Müslüman =Doğu aynı manayı ifade ederdi.
” Luther yazılarında ve vaazlarında Türk tehlikesini büyüterek Katolik baskısından kurtulup dikkatlerin Osmanlılar’a çevrilmesi siyasetini gütmüştü. Bu yüzden 1545’te Şarlken ve Ferdinand Türkler’le barış antlaşması yapmak istediği zaman Luther büyük bir tepki göstermişti.
Neredeyse Fatih Sultan Mehmed’den sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok gibidir. 36 Osmanlı padişahından 12 tanesinin darbe ile tahtını kaybetmiş olması bu gerçeği yansıtmak için yeterlidir
Düşmanın en yetenekli insanları alınıp, tekrar ona karşı kullanıldığı için devşirme sistemi bazı Avrupalı yazarlar tarafından şeytan icadı olarak tanımlanmıştır.
Fatih’in 1481’de ölümü, İtalya’yı kurtardı. Kiliselerde sultanın ölüm haberi üzerine şükür duaları edildi, çanlar çalındı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir