İçeriğe geç

Şok Doktrini Kitap Alıntıları – Naomi Klein

Naomi Klein kitaplarından Şok Doktrini kitap alıntıları sizlerle…

Şok Doktrini Kitap Alıntıları

Corporatist ( büyük şirket yanlısı sistem) ; Sistemin asıl karakteristik özellikleri, kamuya ait zenginliklerin özel mülkiyetin eline geçmesi amacıyla yapılan büyük çaplı transferlerdir ve buna sıklıkla patlama noktasına gelmiş borçlar, göz kamaştırıcı zenginlikler ile kullanılıp bir kenara atılan yoksullar arasında devamlı büyüyen uçurum ve dibi görünmeyen harcamalarını meşrulaştıran saldırgan bir milliyetçilik eşlik etmektedir.
Kriz meydana geldiğinde alınan önlemler, pusuya yatmış bekleyen düşüncelere dayanır.
İşte, ben felaket olaylarının ardından kamu alanını hedef alan, ayrıca felaketleri heyecan verici piyasa fırsatları olarak gören bu örgütlü saldırıları felaket kapitalizmi diye nitelendiriyorum.
Hayır, kör değil, şeytan onlar. Çok iyi görüyorlar.
Ben gerçekten bunu şehrin temizlenmesi olarak görmüyorum.Benim gördüğüm, bir avuç insanın şehrin dışında kalan mahallelerde yaşayanları katletmiş olduğu.
Ölmemeliydi o insanlar.
Her zaman olduğu gibi yöneltilen soru, buradan o harikulade yere nasıl gidileceği sorusuydu. Marksistlerin cevabı açık ve netti: devrimle (mevcut sistemden kurtulup yerine sosyalizmi getirmekle). Oysa Chicago’lulara göre cevap, kolay anlaşılır türden değildi. Amerika Birleşik Devletleri zaten kapitalist bir ülkeydi, Fakat onlara göre bunun derecesi kısmen denebilecek kadardı. Chicagoʻlular ABD de ve öyle oldukları varsayılan bütün kapitalist ekonomilerde hayatın her alanına müdahalelerde bulunulduğunu görüyorlardı. Ürünleri daha ulaşılabilir, politikacıları sabit maaşlı hale getirmek, işçilerin daha az sömürülmesini sağlamak için asgari ücret uygulaması getiriyorlar, herkese eğitim hakkı güvencesi sağlayarak bunu devletin ellerine bırakıyorlardu. Söz konusu önlemlerin genellikle insanlara yardımcı olduğu görülmekteydi, fakat Friedman ve meslektaşları bunların gerçekte piyasanın dengesine, piyasadaki değişik güçlerin birbirleriyle bağ kurma yetisi üzerinde anlatılamayacak kadar büyük zararlar meydana getirdiğine inanıyorlardı. Dolayısıyla Chicago Okulu’nun misyonu, (piyasayı laissez-faire yasalarının ortadan kaldırabileceği bu yüklerden kurtararak) saflaştırmaktı.
Serbest piyasa ekonomisinde deyim yerindeyse, herkes kendi istediği kravatın rengine oy verirdi”. Solcuların işçileri patronlarından, yurttaşları diktatörlükten, ülkeleri sömürgecilikten kurtarma vaadinde bulunduğu yerde, Friedman atomize olmuş yurttaşları kolektif bir işletmenin üstüne çıkaran ve tüketici tercihleri sayesinde onları mutlak özgür iradelerini ifade eder hale getirebilecek şekilde özgürleştiren bir proje olan bireysel özgürlük’ vaadinde bulunmaktadır.
Eğer serbest piyasa ekonomisinde bir şey yanlış gidiyorsa (yüksek enflasyon ya da artan işsizlik çıkmışsa), bunun sebebi piyasanın gerçekten serbest olmamasıdır şeklinde kesin bir yargıya varılmaktadır.
Otobiyografisinde, kendisinin tecelli etme anının, bir lise öğretmeninin kara tahtaya Pisagor teoremini yazıp, sonra, zarafeti korkuyla karışık bir saygı duyuşa yol açan, John Keats’ın Ode on a Grecian Urn adlı şiirinden
Güzellik, doğruluktur,
doğruluksa güzellik’
hepsi bu
Yeryüzünde bildiğin ve bilmen gereken her şey şeklinde bir alıntı yaptığı zaman gerçekleştiğini söylemektedir.
Doktorlar yaptıkları çok sayıdaki klinik çalışmasında, hastaların tedavinin hemen ardından parmaklarını emdikleri, cenin pozisyonu alarak kıvrıldıkları, kaşıkla beslenme ihtiyacı duydukları ve anneleri için ağladıklarını (sıklıkla doktorları ve hemşerileri anne babalarıyla karıştırdıklarını) ifade etmektedirler.
Şok doktrininin nasıl işlediğini şuradan görebiliriz: Felaketin kendisi (darbe, terörist saldırı, piyasanın çöküşü, savaş, tsunami, kasırga) nüfusun tamamını kolektif bir şok durumuna sokar. Düşen bombalar, teröristlerin gerçekleştirdiği bombalamalar, her şeyi yere seren rüzgarlar, bütün toplumları, işkence hücrelerinde mahkûmları yıpratan yüksek sesle dinletilen müzik ve indirilen darbeler kadar yıpratmaktadır. Yoldaşlarının adını veren ve inançlarından vazgeçen terörize edilmiş tutsaklar gibi, şoka uğratılan toplumlar da başka bir yolla, sıkı sıkıya korudukları şeylerden sık sık vazgeçmektedirler. Baton Rouge’daki sığınağında göçmen olarak bulunan Jamar Perry ve arkadaşları, konut projeleri ve kamu okullarından vazgeçmek zorunda kaldılar. Sri Lanka’da balıkçılık yaparak geçinen insanlar tsunamiden sonra deniz kenarındaki değerli topraklarını otel sahiplerine bırakmaya zorlandılar. Iraklıların da -her şey plana göre yürürse- petrol rezervlerinin denetimini, devlete ait şirketleri ve egemenliklerini ABD’nin askeri üslerine ve yeşil bölgelere bırakacakları şekilde şok ve dehşet yaşatılması gerekmişti.
Savaşların oynadığı asıl ekonomik rol, tıkanan piyasaları yeniden açmak ve savaş sonrasındaki barış zamanı canlanmalarını yaratmanın bir aracı olmak şeklindeydi.
Mesela 1980’lerde Latin Amerika’da ve Afrika’da, eski bir IMF yetkilisinin söylediği gibi, ülkeleri “ya özelleştirmeye ya da ölmeye” zorlayan bir borç krizi şeklini almaktaydı. Hiperenflasyonla dağılma noktasına gelen ve dış kredilerle birlikte gelen talepleri kabul etmeyen hükümetler, kendilerini daha büyük felaketlerden kurtaracağı vaadiyle şok uygulamasını kabul ediyorlardı.
Korku ve düzensizlik, ileriye doğru atılan her yine adımın katalizörüdür.
Mandela gibi liderler dünyayı dolaşırken en solcu hükümetlerin bile Washington Konsensüsü’nü benimsediklerini görüyorlardı: Vietnam ve Çin’deki komünistler, Polonya’daki sendikacılar ve nihayet Pinochet’den kurtulan Şili’deki sosyal demokratlar da aynı şeyi yapıyorlardı. Hatta Ruslar bile neo-liberal ışığı görmüşlerdi; ANC’nin en ciddi müzakereleri yürüttüğü sırada Moskova’dakiler büyük şirketlerin göklere çıkarıldığı bir çılgınlığı besleme dalgasına kaptırmışlardı kendilerini ve devletin mal varlıklarını çok kısa süre içinde yatırımcılara dönüşen aparatçiklere satıyorlardı. Moskova bile teslim olduktan sonra, Güney Afrika’nın baldırı çıplaklardan oluşan özgürlük savaşçıları böylesine güçlü bir küresel akıma nasıl karşı koyabilirlerdi?“
Milton Friedman’ın teorileri kendisine Nobel Ödülü, Şili’ye Pinochet’yi kazandırdı..
Küresel çaplı çokuluslu şirketlerin yeni sınırlara karşı giderek artan, muazzam bir iştahı vardı; bu iştah sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, devletlerin kârlı bir şekilde işletilebilecek daha kazançlı varlıkları (telefon şirketleri, havayolları, televizyonlar, elektrik santralleri) kontrol altında tuttukları Batı’daki zengin ülkeler için de geçerliydi. Zenginler dünyasında bu gündemin şampiyonluğunu yapabilecek biri çıkarsa, bu kişinin ya İngiltere’nin Thatcher’ı ya da Amerika’nın Başkan’ı olacağı kesindi
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Korku ve düzensizlik, ileriye doğru atılan her yeni adımın katalidir.
Topyekûn bir cezalandırmanın dışında savaş kurallarına açıkça meydan okumak anlamına gelen Şok ve Dehşet sadece, düşmanın askeri güçlerini değil, bazı yazarların vurguladığı gibi, ‘toplumun büyük iradesi’ni de hedef almasıyla övünen askeri bir doktrindir ve kitlesel korku bu stratejinin çok önemli bir parçasıdır
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Cuntayla işbirliği yapan bir rahip, yol gösterici felsefesini şöyle açıklıyordu: ‘Düşman, Marksizimdi. Diyelim, kilisedeki Marksizm ve yurdumuzdaki Marksizm: yeni bir ulusun yaratılması tehlikesi.’ Bu ‘yeni bir ulusun yaratılması tehlikesi’ cuntanın kurbanlarının çoğunun neden gençler olduğunu açıklamaya yardımcı olmaktadır. Arjantin’de kaybedilen 30 bin insanın yüzde 81’i, on altıyla otuz yaşları arasındaydı. Ünlü bir Arjantinli işkenceci, ‘Biz artık önümüzdeki yirmi yıl için çalışıyoruz,’ diyordu, kurbanlarından birine
İçe dönük şizofren ya da melankolik bir kimse, kapılarını dış dünyaya kapatıp dünyanın geri kalanıyla ticari ilişki kurmayı reddeden, duvarlarla çevrili bir şehre benzetilebilir. Duvarda bir gedik açmak ve dış dünyayla ilişkileri yeniden sağlamak mümkündür. Maalesef biz, bombardımanlar sırasında verilen zararların çapını kontrol altına alamıyoruz.
Bütün Arap dünyası bir anda fethedilemeyeceğinden bir tek ülkenin bu işe öncülük etmesi gerekiyordu. ABD bu ülkeyi işgal edecek, medyadaki baş teori yaratıcısı Thomas Friedman’ın belirttiği gibi, sırası geldiğinde bölge çapında bir dizi demokratik/neo-liberal dalga başlatacak olan, ‘Arap-Müslüman dünyasının kalbinde farklı bir model’e gecişi sağlayacaktı
İçe dönük şizofren ya da melankolik bir kimse, kapılarını dış dünyaya kapatıp dünyanın geri kalanıyla ticari ilişki kurmayı reddeden, duvarlarla çevrili bir şehre benzetilebilir. Duvarda bir gedik açmak ve dış dünyayla ilişkileri yeniden sağlamak mümkündür. Maalesef biz, bombardımanlar sırasında verilen zararların çapını kontrol altına alamıyoruz.
Kapitalizm, “değerli taşlarla süslenmiş bir hareketler seti” ya da “kutsal bir saat bir sanat çalışması olarak tasarlanmakta, insanı, üzüm salkımlarını kuşların gelip gagalayacağı kadar gerçekçi resmeden Apelles’in ünlü tablolarını göz önüne getirmeye zorlamaktadır.

Daniel Bell

General Garner’ın Irak Planı yeterince açıktı: Altyapıyı kur, alelacele yapılan ve şaibeli seçimleri gerçekleştir, şok terapisini Uluslararası Para Fonu’na bırak ve Filipinler modeline dayalı ABD askeri üslerini korumaya yoğunlaş. ‘Ben şimdi Irak’a Ortadoğu’daki kömür ikmal limanımız olarak bakmamız gerektiğini düşünüyorum,’ diyordu BBC’ye.
Ve tahta oturan şunları söyledi: ‘Bakın, her şeyi yeniliyorum.’
Şok ve Dehşet, ‘doğrudan direnen düşmanın sahip olduğu halk iradesi’ni hedef alan, çok iyi hazırlanmış psikolojik bir plandır. Başvurulan araçlar, AND askeri kompleksinin diğer kolundan aşina olduğumuz türdendir: desoryantasyon ve regresyona yol açmak üzere tasarlanan duyusal yoksunluk ve aşırı duyusal yüklenme.
Topyekûn bir cezalandırmanın dışında savaş kurallarına açıkça meydan okumak anlamına gelen Şok ve Dehşet sadece, düşmanın askeri güçlerini değil, bazı yazarların vurguladığı gibi, ‘toplumun büyük iradesi’ni de hedef almasıyla övünen askeri bir doktrindir ve kitlesel korku bu stratejinin çok önemli bir parçasıdır.
Biz Irak’ta ulus inşa etme işiyle uğraşmıyoruz. Ulus yaratma işiyle uğraşıyoruz.
Bütün Arap dünyası bir anda fethedilemeyeceğinden bir tek ülkenin bu işe öncülük etmesi gerekiyordu. ABD bu ülkeyi işgal edecek, medyadaki baş teori yaratıcısı Thomas Friedman’ın belirttiği gibi, sırası geldiğinde bölge çapında bir dizi demokratik/neo-liberal dalga başlatacak olan, ‘Arap-Müslüman dünyasının kalbinde farklı bir model’e gecişi sağlayacaktı.
Son sözü savaşın kendisi söylemişti: ‘Burada gündemi gazeteciler değil, bombalar belirler.’ Üstelik bunu kesin bir etkiyle yaparlar. İçlerine sadece oksijen de çekmezler; her şeyi isterler: dikkatimizi, şefkatimizi, öfkemizi.
Irak’ta kazanılacak çok şey vardı: Bu ülke sadece dünyanın belirlenmiş en büyük petrol rezervlerinin değil, Friedman’ın dizginlerinden boşanmış bir kapitalizm görüşüne dayalı küresel piyasa inşa etme hareketinden geriye kalan son varlıklardan olan toprakların da üzerinde kuruluydu. Latin Amerika, Afrika, Doğu Avrupa ve Asya’nın fethedilmesinden sonra Arap dünyası nihai sınır olarak görülmekteydi.
Yatırım yapmak için en iyi zaman, kanın hâlâ yerde olduğu zamandır.
İçe dönük şizofren ya da melankolik bir kimse, kapılarını dış dünyaya kapatıp dünyanın geri kalanıyla ticari ilişki kurmayı reddeden, duvarlarla çevrili bir şehre benzetilebilir. Duvarda bir gedik açmak ve dış dünyayla ilişkileri yeniden sağlamak mümkündür. Maalesef biz, bombardımanlar sırasında verilen zararların çapını kontrol altına alamıyoruz.
Saddam, ABD’nin güvenliğine karşı bir tehdit oluşturmuyordu, fakat ABD’li enerji şirketleri açısından bir tehditti; çünkü Saddam, ABD’li ve İngiliz petrol firmalarını bırakıp bir Rus petrol deviyle anlaşmalar imzalamış ve Fransa’nın Total şirketiyle görüşmelere başlamıştı; bu anlaşmalar sonuç verecek olursa dünyanın varlığı tespit edilen en büyük ikinci petrol rezervleri Anglo-Amerikan etki alanının dışına akacaktı. Saddam’ın iktidardan indirilmesi, içinde ExxonMobil, Chevron, Shell ve BP’nin de yer aldığı dev petrol şirketleri lehine yeni fırsat alanları açtı; bu şirketlerin hepsi de Irak’ta yeni anlaşmalar yapmak üzere zemin çalışmaları yürütürken, Dubai’ye yönelen Halliburton bütün bu şirketlere enerji hizmetleri satmak üzere kusursuz bir şekilde konumlanmıştı. Halliburton’ın defterinde en kârlı tek olay zaten sadece savaştı.
Kamu çalışanlarının sahip olduğu fakat özel sektörde olmayan bir şey var. Bu da, daha büyük bir iyiliğe sadakat gösterme görevidir: küçük bir azınlığın çıkarlarından ziyade herkesin kolektif çıkarına sadakat görevi. Oysa şirketlerin ülkeye değil, hissedarlarına karşı sadakat görevleri vardır.
Yaratıcı yıkım bizim hem kendi toplumumuz içinde hem de dışarıdaki göbek adımızdır. Her gün iş dünyasından bilime, edebiyata, sanata, mimariye ve sinemadan politikaya ve hukuka kadar eski düzeni yıkıyoruz. Tıpkı tarihsel misyonumuzu yerine getirmek için bizim onları yok etmemiz gibi, onların da ayakta kalabilmek için bize saldırmaları gerekir.
İyi zamanlar kötü politikalar üretir.
Kurallar çok basit ve acımasızdı, tek heceli homurtuların elektronik bir karşılığıydı: adalet, pahalı, sat; statüko, iyi, satın al.
Fakat ekonomik savaş silahlı bir çatışmadan daha evla değildir. Cerrahı bir operasyona benzemektedir bu. Ekonomik savaş uzun süreli işkence demektir. Ve bu savaşın yol açtığı tahribatlar, yerinde bir nitelendirmeyle, savaş literatüründe anlatılanlardan daha az değildir. Sadece öldürücü sonuçlarına alıştığımız için ötekinin üzerine fazla kafa yormuyoruz
(M.K. Gandhi)
İnsanlar fiyatlar düşsün diye hapishanelere doldurulmuştu.
Cuntayla işbirliği yapan bir rahip, yol gösterici felsefesini şöyle açıklıyordu: ‘Düşman, Marksizimdi. Diyelim, kilisedeki Marksizm ve yurdumuzdaki Marksizm: yeni bir ulusun yaratılması tehlikesi.’ Bu ‘yeni bir ulusun yaratılması tehlikesi’ cuntanın kurbanlarının çoğunun neden gençler olduğunu açıklamaya yardımcı olmaktadır. Arjantin’de kaybedilen 30 bin insanın yüzde 81’i, on altıyla otuz yaşları arasındaydı. Ünlü bir Arjantinli işkenceci, ‘Biz artık önümüzdeki yirmi yıl için çalışıyoruz,’ diyordu, kurbanlarından birine.
Ben şok hakkında bir kitap yazıyorum. Ülkelerin savaşlar, terör saldırıları, coups d’état (darbeler) ve doğal felaketlerle nasıl şoka uğratıldıkları konusunda. Ve onların, ekonomik şok terapisini sonuçlandırmak için bu ilk şoktan kaynaklanan korku ve desoryantasyonu kullanan büyük şirketler ve politikacılar tarafından nasıl bir kez daha şoka ugratıldıkları; bu şok politikasına karşı direnme cesareti gösteren insanların, gerekirse polis, askerler ve hapishane sorgularıyla nasıl üçüncü bir kez şoka ugratıldıkları konusunda.
Muhalif Chicago iktisatçısı André Gunder Frank otuz yıl önce, Milton Friedman’a, onu ‘ekonomik soykırım’ yapmakla suçlayan bir mektup yazmıştı. Pek çok Rus bu gün kendi yurttaşlarının yavaş yavaş kaybedilmesini benzer terimlerle anlatmaktadır.
11 Eylül Washington’a diğer ülkelere serbest ticaret ve demokrasi’nin ABD versiyonunu isteyip istemediklerini sormaktan vazgeçme ve Şok ve Dehşet’le askeri güç dayatmaya başlama konusunda yeşil ışık yakmış gözükmektedir.
Siyasal cinayetler ile serbest piyasa devrimi arasındaki en
çarpıcı ilişkilerden birisi, Arjantin diktatörlüğünün sona ermesinden
dört yıl sonrasına kadar açığa çıkarılamamıştı. 1987’de
bir film ekibi Buenos Aires’in merkezindeki en lüks mağazalardan
biri olan Galerías Pacıfico’nun bodrum katında çekim yapmış
ve terk edilmiş bir işkence merkeziyle karşılaşınca dehşete
düşmüştü. Birinci Kolordu’nun diktatörlük zamanında kaybettiği
insanlardan bazılarını mağazanın iç kısımlarına sakladığı
anlaşılmıştı; zindanların duvarları hâlâ uzun zaman önce ölmüş
mahkûmların yaptıkları umutsuz işaretleri taşıyordu: isimler,
tarihler, yardım çağrıları.
Bugün Galerías Pacificio, küreselleşmiş bir tüketim merkezi
haline gelmiş olmasının kanıtı olarak, Buenos Aires’in alışveriş
bölgesinin krallık mücevheratı konumundadır. Kubbeli tavanları
ve gösterişli bir şekilde resimlendirilmiş freskleri, yepyeni isimler
taşıyan bir yığın mağazayı çerçevelemektedir: Christian Dior’dan
Ralph Lauren’e, Nike’a kadar ülkenin yerli insanlarının satın
alma gücünün olmadığı, fakat yerli paranın değerinin düşmesinden
yararlanmak için şehre akın eden yabancılar için kelepir
mallarla dolu mağazalardır bunlar.
Tarihlerini bilen Arjantinlilere göre, tıpkı bu mağazanın eski
bir kapitalist fetih biçiminin ülkenin yerli insanlarının toplu
mezarları üzerine inşa edilmiş olduğunun tüyler ürpertici bir
hatırlatıcısı olarak durması gibi, Latin Amerika’daki Chicago
Okulu projesi de farklı bir ideale, farklı bir geleceğe inanan binlerce
insanın kaybedildiği gizli işkence kampları üzerine inşa
edilmişti.
“Boğulma tehlikesinden korkuyoruz diye yemek yemekten asla vazgeçmemeliyiz. ”

(People’s Daily, resmi devlet gazetesi, Tiananmen Meydanı katliamından sonra serbest piyasa reformlarına devam edilmesinin gerekliliği üzerine)

ülke hiper-enflasyon şokunu yaşarken özelleştirmeyi yangından mal kaçırırcasına gerçekleştiriverdiler. Kriz işlevini yerine getirmişti. liderlerin bu dönemde uyguladıkları şey, ekonomik olmaktan ziyade psikolojik bir teknikti kriz anlarında (bu kriz ister mali çöküş olsun, ister Bush yönetiminin daha sonra gösterdiği gibi terör saldırısı) halk, sihirli bir çözüme sahip olduğunu söyleyenlere çok büyük yetkiler vermeye isteklilik göstermektedir.
Ülkenizi kurtarmak istiyor musunuz? Satın gitsin.
Teknik açıklamalarla ve tartışmasız şekilde maskelenen bu politikalar bütün ‘devlet işletmelerinin özelleştirilmesi gerektiği’ni savunan çok açık ideolojik düşüncelerle, yabancı şirketlerin girişini aksatan engellerin kaldırılması’nı içermekteydi. Bu liste tamamlandığında ortaya çıkan görünüm, Friedman’ın özelleştirme, deregülasyon/serbest ticaret ve hükümet harcamalarında ciddi kısıtlamalar şeklindeki neo-liberal üçlüsünden başka bir şey değildi. Bunlar, Williamson’in ifadesiyle “Washington’daki güçlerce Latin Amerika’ya dayatılan” politikalardı. ”Dünya Bankası’ınn eski baş iktisatçısı ve yeni ortodoksluk karşısındaki son direnişçilerden biri olan Joseph Stiglitz, “Mezarında yatan Keynes, evladının başına gelenleri görseydi kemikleri sızlardı” diye yazıyordu.
‘Cunta döneminde Arjantin’in dış borcu, cuntadan önceki yılın 7.9 milyar dolarından 45 milyar dolara fırlamıştı; bu borçlar Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, İhracat ve İthalat Bankası ve ABD temelli özel bankalarındı. Bölge genelinde de aynı durum söz konusuydu. Uruguay’da cunta işbaşına geldiğinde 500 milyon dolar borç devraldı ve bu borcun miktarım, sadece 3 milyon insanın yaşadığı bir ülkede 5 milyar dolar gibi muazzam bir rakama ulaştırdı. En dramatik olanıysa, Brezilya’da generallerin 1964’te mali düzen vaadiyle iktidarı ele geçirerek 3 milyar dolar borcu 1985’te 103 milyar dolara ulaştırmayı becermiş olmalarıydı.’
Borçlan bir gecede muazzam bir şekilde artıran şey, ABD Merkez Bankası’nda alman faiz oranlarını yükseltmeye yönelik Friedmancı düşünceden kaynaklanan karardı.
1980’lerin ortalannda bazı iktisatçılar gerçek bir hiper-enflasyon krizinin askeri bir savaşın etkilerine benzer niteliklere (korku ve şaşkınlık dalgası yaymak, sığınmacıların ortaya çıkmasına yol açmak ve pek çok insanm hayatını kaybetmesine sebebiyet vermek) sahip olduğu kanısmdaydılar.’ Pinochet’nin Şili’deki ‘savaş’ı ve Margaret Thatcher’m Falkland Savaşı nasıl bir rol oynadıysa, Bolivya’daki hiper-enflasyonun da aynı rolü oynadığı çok açık bir şekilde görülmüştü; hiper-enflasyon bu ülkede acil önlemlere uygun bir ortam ve demokrasi ilkelerinin askıya alınıp ekonominin kontrolünün geçici olarak Goni’nin salonuna kurulmuş uzmanlar ekibine verildiği olağanüstü bir durum yaratmıştı.
“Kafamı yiyip bitiren, her şeyim olan belleğimi silen ve beni işimden alıkoyan bu duygu nereden kaynaklanıyor? Harika bir tedavi uygulanıyordu ama hastayı kaybettik. ” (Ernest Hemingway’in 1961’de intihar etmeden kısa bir süre önce elektroşok üzerine söylediği söz)
Bu deney şunu da göstermiştir ki, korporatist mücadele ancak bu çok ağır otoriteryen araçlarla sürdürülebilmekte ve buna rağmen, ardından kişisel özgürlüklerin nasıl tamamen baskı altına alındığına ya da demokratik taleplerin bütünüyle göz ardı edildiğine bakılmaksızın, sırf seçimler yapılmaya devam ediliyor diye demokratik olarak kabul edilip alkışlanmaktadır. (Daha sonraki yıllarda bu şablonun, diğer liderler arasında özellikle Boris Yeltsin açısından geçerlilik taşıdığı görülecektir.) Bu bakımdan Bolivya, askeri üniformalı askerlerden ziyade mesleklerine uygun kıyafetlere sahip politikacılar ve iktisatçılar eliyle gerçekleştirilen bir sivil darbe şeklinde yeni ve daha akla uygun bir otoriteryanizm türü tasarısı ortaya koymuştu. Her şey demokratik bir rejimin resmi kabuğu içerisinde uygulanmaktaydı.
‘ekonomik çöküntü faşizmi doğurur’

Keynes

Birkaç yıl sonra, etkili bir serbest piyasa iktisatçısı olan John Williamson, Paz’ın yaptıkları için bir terim buldu: Ona göre bu, ‘büyücülük politikası’ydı; çoğu kimse de rahatlıkla izlenen politikayı yalan söylemek’ şeklinde nitelendiriyordu. Kuşkusuz, bu sadece demokratik anlatıyla ilgili bir sorundu.
Atom bombası’ndan tam iki yıl sonra yasadışı uyuşturucu ihracatı yapanlar bütün yasal ihracatçıların elde ettikleri gelirden daha fazla kazanç sağlıyorlardı ve uyuşturucu ticaretiyle ilgili işlerde yer alarak geçimini sağlayan insanların sayısının 350 bin civarında olduğu tahmin ediliyordu. “Şu anda,” diyordu bir yabancı bankacı, “Bolivya ekonomisi kokaine bağlı bulunmaktadır”.
Umutsuzluk duygusuna yol açma umudu taşıyan Bolivyalı planlamacılar, bütün radikal önlemlerinin aynı zamanda ve yeni hükümetin ilk yüz günü içerisinde kabul edilmesini istiyorlardı. Paz’m ekibi, kendi bireysel yasası (yeni vergi yasası, yeni fiyat yasası, vb.) olarak planın her bölümünün ortaya konmasından ziyade, bütün devrimin tek bir hükümet kararnamesi (Belge No: 21060) içinde yer almasında ısrar etmekteydi. Bu plan 220 ayrı yasayı içeriyor, ülkedeki ekonomik hayatın bütün veçhelerini kapsıyor, niyet ve kapsam bakımından Chicago Boys’un Pinochet’nin askeri darbesine hazırlık olarak kaleme aldığı koca bir tomar olan “Tuğla”yla eşitlik sağlıyordu. Programın yazarlarına göre, programın tümü ya kabul edilecek ya da reddedilecekti; üzerinde değişiklik yapılamazdı. Şok ve Dehşet’in ekonomi alanındaki muadiliydi o.
Politika değişikliğinin sürpriz bir askeri saldırı şeklinde başlatılması düşüncesi ekonomik şok terapistleri açısından hep tekrarlanan bir konudur. Sonuçta 2003’teki İrak işgalinin temelini oluşturan ve 1996’da yayınlanan ABD askeri doktrini Shock and Awe: Achieving Rapid Dominance’de (Şok ve Dehşet: Hızlı Hâkimiyet Sağlama) yazarlar, saldırı kuvvetinin “çevrenin kontrolünü ele geçirmesi ve düşmana neler olup bittiğini anlama ya da algılama yetisini kaybettirerek direnemez hale getirmesi gerekir” şeklinde bir ifade kullanmaktadırlar. Ekonomik şok da benzer bir teoriye göre işlemektedir: İnsanların tedrici değişikliklere (orada eleştirilen bir sağlık programı, burada ticari bir işlem) karşı bir tepki ortaya koyabileceği şeklindeki önermeye dayanarak; fakat dört bir yandan ansızın onlarca değişiklik gelirse, bir işe yaramazlık duygusu baş gösterir ve insanlar itiraz edip karşı koyma gücü bulamazlar.
“Aynen Hiroşima’daki bir pilot gibi olmak zorundayız. O pilot oraya atom bombasını atarken yaptığı şeyin ne olduğunu bilmiyordu, fakat çıkan dumanları gördüğü zaman söylediği şuydu: Aah, çok üzgünüm!’ Aynen böyle yapacağız, önlemlerimizi uygulamaya başlayacağız ve sonra, ‘Aah, çok üzgünüm!’ diyeceğiz.”
Yedi gün sonra planlama bakanı Bedregal’in elinde şok terapi programının taslağı vardı. Bu taslakta, gıda maddelerindeki teşviklerin sona erdirilmesi, hemen hemen bütün fiyat denetimlerinin kaldınlması ve petrol fiyatlarında yüzde 300 oranında artış yapılması gibi tedbirler yer alıyordu. Zaten son derece yoksul olan bir ülkede hayat aşırı derecede pahalılaşırken, bu plan, düşük olan memur maaşlarını bir yıl süreyle dondurmaktaydı. Bunun yanında hükümet harcamalarının ciddi şekilde kısılması, Bolivya sınırlarının ithal mallara sonuna kadar açılması ve özelleştirmenin habercisi olan, devlete ait şirketlerden işçi çıkarılması öngörülüyordu. Bolivya 1970’lerde Güney Koni’nin diğer bölgelerinde gerçekleştirilen neo-liberal devrimi kaçırmıştı; fakat şimdi kayıp zamanı telafi etmeye çalışıyordu.
Enflasyonun yenilgiye uğratılması Almanya’yı bunalımdan ve daha sonra da faşizmden kurtarmamıştır; Sachs’ın bu karşılaştırmayı ısrarla kullanırken kesinlikle söz etmediği bir çelişkidir bu.
Sachs, Keynes’in, “Toplumun mevcut temelini altüst etmek için paranın değerini düşürmekten daha akıllı ve daha emin bir yol yoktur. Bu yöntem ekonomik yasanın bütün saklı güçlerini yıkım yönünde harekete geçirir.
Sachs, Keynes’in hiper-enflasyon ile Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da faşizmin yayılması arasındaki ilişki üzerine yazdıklarından ciddi şekilde etkilenmişti. Dayatılan barış anlaşması Almanya’yı (1923’teki yüzde 3.25 milyonluk bir hiper-enflasyon oranı dahil olmak üzere) şiddetli bir krize sokmuştu; bu kriz birkaç yıl sonrasındaki Büyük Bunalım’la birleşmişti. Yüzde 30’luk bir işsizlik oranı ve küresel bir komplo olarak görünen manzaraya karşı duyulan genel öfkeyle birlikte, ülke Nazizm adına bereketli bir zemin haline gelmişti.
Friedman’m kafasındaki kriz türü, askeri değil ekonomik nitelikliydi. Onun anladığı şey normal koşullardaki, çatışan çıkarların gidip gelmesine bağlı ekonomik kararlardı: İşçiler iş ve ücret artışı isterler, işverenler vergi oranlarının düşürülmesini ve rahat bir ortam sağlanmasını talep ederler ve politikacılar da bu çatışan güçler arasında bir denge kurmaya çalışırlar. Ancak ekonomik bir kriz etkisini gösterir ve yeterince şiddetli olursa (para değer kaybeder, piyasa çöker, büyük bir resesyon yaşanırsa), her şey darmadağın olur ve politikacılar ulusal çapta acil bir duruma cevap verme adına gereken (ya da gerekli olduğu söylenen) her şeyi yapmakta özgür hale gelirler. Krizler bir bakıma ‘demokrasinin serbest bölgeleri’dir: Başka bir deyişle, rıza arayışı ve konsensüs ihtiyacı duyulmayan zamanlarda politikada ortaya çıkan boşluklardır.
Thatcher Britanya’da Falkland Adaları’nda ve işçiler üzerinde kazandığı zaferi radikal ekonomik gündemini hayata geçirmek lehine büyük bir sıçrama gerçekleştirme aracı olarak kullandı. Hükümet 1984 ve 1988 arasında, British Petroleum’daki hisselerin satılmasının yanı sıra, aralarında British Telecom, British Gas, British Airways, British Airport Authority’nin de bulunduğu diğer şirketleri de özelleştirdi.
11 Eylül 2001’deki terör saldırıları nasıl gözden düşmüş bir başkan imajını canlandırıp muazzam bir özelleştirmeye başlama (Bush örneğinde, güvenliğin özelleştirilmesi, savaş ve yeniden yapılandırma) imkânı sunduysa, Thatcher da bir Batı demokrasisinde ilk kitlesel özelleştirme satışını başlatmak için Falkland Savaşı’nı kullandı. Bu, tarihsel sonuçları olan gerçek bir Operation Corporate idi. Thatcher’m Falkland Savaşı’nı kullanması, bir Chicago Okulu iktisat programının yürütülmesi için askeri diktatörlüklere ve işkence odalarına ihtiyaç duyulmadığının ilk kesin kanıtıydı. Thatcher, etrafında mevzilenecek yeterli büyüklükte bir siyasal kriz sayesinde, bir demokraside sınırlı bir şok terapi versiyonunun uygulanmasının mümkün olduğunu kanıtlamıştı.
Ronald Reagan’ın, göreve gelmesinden birkaç ay sonra hava trafik kontrolörlerinin başlattığı bir greve verdiği tepkiyle birlikte gönderdiği mesaja çok benzeyen bir mesajdı bu. Hiçbir bildirimde bulunulmadan, “İşten çıkarıldılar ve sözleşmeleri feshedilecektir,” diyordu Reagan. Daha sonra ülkenin en temel konuma sahip işçilerinden 11,400 kişi tek hamlede işten atıldı (ABD işçi hareketinin etkisinden tamamen sıyrılması gereken bir şok)
Thatcher 1985’teki bu savaşı da kazanmıştı: İşçiler açlık grevine gidiyordu ve direnecek güçleri kalmamıştı; sonunda 966 kişi işten atıldı. Britanya’nın en güçlü sendikası adına dayanılmaz bir felaket ve diğerlerine gönderilmiş açık bir mesajdı bu olay: Thatcher ülkenin aydınlanma ve ısınma ihtiyacını karşılayan maden işçilerini dağıtma arzusu duyuyorsa, onun getirdiği ekonomik düzeni kabul etmek daha az hayati öneme sahip ürün ve hizmetler üreten ve daha güçsüz olan sendikalar açısından direnişe kalkmak bir intihar olacaktı. Sunulan şey ne olursa olsun kabul etmek en iyisiydi.
Maden işçileri 1984’te greve gittiklerinde Thatcher, Arjantin’le yapılan savaşın bir devamı olarak, ilgisizliği bir tarafa bırakıp benzer bir vahşi çözüm çağrısında bulundu. Ünlü açıklamasında şöyle söylüyordu: “Falkland Adaları’nda dışarıdaki düşmanla savaşmak zorunda kalmıştık ve şimdiyse çok daha zor fakat özgürlüğümüz adına tehlikeli olan içimizdeki düşmanla savaşmak zorundayız.” İngiliz işçilerini artık ‘içimizdeki düşman’ olarak nitelendiren Thatcher, bunun yanında, devletin bütün gücünü grevcilerin üstüne saldı.
Thatcher kendi siyasal geleceği uğruna savaşıyordu ve bu yönde muazzam başarılar elde ediyordu. Başbakan, 225 İngiliz askeri ve 625 Arjantinlinin hayatına mal olan Falkland zaferinden sonra bir savaş kahramanı olarak takdim edildi ve ‘Demir Lady’ lakabı hakaret olmaktan çıkıp güçlü bir övgüye dönüştü. Anketlerde elde ettiği rakamlar da buna uygun olarak değişmişti. Thatcher’m kişisel beğenilme oranı savaş sırasındakinin iki katından fazlaydı; başlangıçtaki yüzde 25’ten, savaşın sonunda yüzde 59’a ulaşmıştı ve bu tablo ertesi yıl yapılan seçimlerde kesin bir zafer kazanılmasına yol açmıştı.
Popülist politikalarla oy toplayıp destek sağlayan bir başka Allende’nin ortaya çıkması neyle engellenecekti? Washington bu senaryonun 1979’da hem İran hem de Nikaragua’da oynanışını dehşetle izliyordu. İran’da ABD destekli Şah, solcularla İslamcıların oluşturduğu bir koalisyon tarafından devrilmişti. Bir yandan rehineler ve Ayetullah’larla ilgili hikâyeler haber konusu oluyor, diğer yandan da programın ekonomiyle ilgili tarafı Washington’da alarm zilleri çaldırıyordu. Hızla vahşi bir diktatörlüğe yönelen İslamcı rejim, hiç vakit kaybetmeden bankacılık sektörünü ulusallaştırdı ve ardından toprakların yeniden dağıtımı programını hayata geçirdi. Şah’ın serbest ticaret politikalarının tam tersine, ithalat ve ihracatlar üzerine de denetimler getirdi. Bundan beş ay sonra Nikaragua’da Anastasio Somoza Garcia’nın ABD destekli diktatörlüğü, solcu Sandinist hükümeti ortaya çıkaran bir halk ayaklanmasıyla devrildi. Sandinist yönetim ithalatlara denetim uygulaması getirdi ve aynı İran’da olduğu gibi, bankacılık endüstrisini ulusallaştırdı. Küresel serbest piyasa rüyası açısından ek bir olumsuz gelişmeydi bu durum. Friedmancılar 1980’lerin başlarında, devrimlerinin henüz on yaşını bile doldurmadan sona erişiyle yüz yüze geleceklerdi.
Thatcher’ın felaketle sonuçlanan ilk dönemi, Nixon yıllarının verdiği derslerin teyit edilmesine yardımcı oluyordu: Chicago Okulu’nun radikal ve yüksek düzeyde kazançlı politikalarının demokratik bir sistemde ayakta kalamayacağı gerçeği bir kez daha doğrulanmıştı. Şurası açıkça görülmüştü ki, ekonomik şok terapisinin başarıyla uygulanması başka bir şok türünü daha gerekli kılmaktaydı: bir darbe şoku, ya da baskıcı bir rejim tarafından işkence odalarında uygulanan şok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir