Andrew Heywood kitaplarından Siyasi İdeolojiler kitap alıntıları sizlerle…
Siyasi İdeolojiler Kitap Alıntıları
‘Sol’ ve ‘Sağ’ terimleri (ki, Fransız Devrimi’nden ve États-Généreaux’nun [Tabakalar Genel Meclisi’nin] 1789’daki ilk toplantısında farklı grupların oturma düzenlerinden türemiştir), geniş anlamda karşıt ideolojik konumları ifade etmektedir. Terimler nadiren analitik bir kesinlik içinde kullanılmış olmakla birlikte, üç anahtar nitelikli ayrıştırmadan birine (her zaman uyum sağlamasa da) dikkat çekmektedir: (1) değerler ile ilgili olarak: Solcular genellikle özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği yeğ tutarken Sağcılar düzeni, otoriteyi ve hiyerarşiyi desteklemektedirler. (2) insan doğası ile ilgili olarak: Solcular iyimser görüşlere bağlı kalma eğilimi taşır ve böylelikle de toplumsal ilerlemeye inanırlarken, Sağcılar daha kötümserdir ve dolayısıyla da değişimin yararları hakkında kuşkucudurlar. (3) devlet müdahalesi ile ilgili olarak: Solcular genellikle düzenleme ve iktisadî yöntemi savunurlarken Sağcılar düzenlenmemiş kapitalizmi ve serbest piyasayı desteklemektedirler.
Kuşkusuz, bütün siyasetçiler iktidar sahibi olmak isterler. Bu da onları ‘pratik’ olmaya, seçmen nezdinde popüler olan veya iş çevreleri veya ordu gibi güçlü grupların destekleyeceği politikaları ve fikirleri benimsemeye iter. Ancak, siyasetçiler nadiren iktidar için iktidar peşinde koşarlar. Onların da, elde ettikleri takdirde iktidarı kullanarak ne yapacaklarını belirleyen inançları, değerleri ve kanaatleri bulunmaktadır.
İnsanlar dünyayı olduğu gibi değil beklentilerine uygun olarak; bir diğer deyişle yerleşik inançlar, kanaatler ve varsayımlar peçesinin ardından görmektedirler. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, herkes, davranışlarına rehberlik eden ve eylemlerini etkileyen bir siyasî inanç ve fikir kümesine bağlıdır.
John Maynard Keynes, dünyanın büyük ölçüde iktisatçıların ve siyaset felsefecilerinin düşünceleriyle yönetildiğini ileri sürmüştür. Genel Teori adlı eserinin son sayfalarında şöyle demektedir: Her tür entelektüel etkiden muaf olduklarına inanan pratik insanlar, genelde modası geçmiş bir iktisatçının kölesidirler. Gaipten sesler duyan otorite sahibi çılgınlar, deliliklerini birkaç yıl öncesindeki bir akademik yazıcının çiziktirdiklerinden süzerek oluşturmaktadırlar.
Modern dünyanın siyaseti ana ideolojik gelenekler tarafından biçimlendirilmiştir. İdeolojiler, siyasî gerçekliği düzenlemenin, tanımlamanın ve değerlendirmenin hayatî kaynaklarıdır.
Muhalifleri için ideoloji hakikat, bilim, rasyonalite, nesnellik ve felsefe gibi sağlıklı şeylerin zıddıdır. İdeoloji ya eleştirinin erişmesine kapalı dogmalar ya da birey ve grup çıkarlarını gizleyen örtüler niteliğindeki inançları ve öğretileri anlatmaktadır.
Liberal sekülerizm hiçbir şekilde din karşıtlığı demek olmadığı gibi, sekülerizm din için ona ‘uygun’ bir alan ve rol tesis etmekle ilgilenmektedir.
(1893-1920) Tuhaftır ama birçok açıdan seçim hakkı kazanılması kadın hareketini zayıflattı ve bu hareketin altını oydu. Dahası birçok eylemci, seçim hakkını kazanarak kadınların tam bağımsızlık kazandıklarını zannetmişti. Ancak 1960’larda kadın hareketi feminizmin ikinci dalgasıyla yenilenebildi.
İlk olarak mülkiyet adaletsizdir:
Servet insan gücünün kullanılmasıyla toplu olarak elde edilir ve bu yüzden sadece kişiler tarafından değil, toplum tarafından sahiplenilmelidir.
Servet insan gücünün kullanılmasıyla toplu olarak elde edilir ve bu yüzden sadece kişiler tarafından değil, toplum tarafından sahiplenilmelidir.
İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.
Özgürlük, John locke’ın da belirttiği gibi sadece hukukun boyundurluğu nda varolabilir; Hukuk olmayan yerde, özgürlük de olmaz.
Özgürlük, John locke’ın da belirttiği gibi sadece hukukun boyundurluğu nda varolabilir; Hukuk olmayan yerde, özgürlük de olmaz.
Sonuçta ideolojiler, seküler dinlerdir .
Sanayi toplumları bir eğilim olarak, özellikle toplumsal sınıf ve milliyet temelinde ‘kalın’ toplumsal bağlar oluşturmaktayken, sanayi sonrası toplumların eğilimi bireyselleşmenin yükselişiyle ve ‘daha ince’ ve daha akışkan toplumsal bağlar ile nitelendirilmektedir.
İdeolojiler tipik olarak başka ideolojilerle örtüşen ve birbiri içine geçen akışkan fikir kümeleridir.
İnsanlar dünyayı olduğu gibi görmezler, yalnızca olmasını istedikleri gibi görürler. Yani insanlar dünyayı, yerleşik inanç, fikir ve varsayımların yer aldığı bir örtünün ardından görürler.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak herkes, davranışlarına yol gösteren ve tutumlarını etkileyen bir siyasal inanç ve değer kümesini benimser.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak herkes, davranışlarına yol gösteren ve tutumlarını etkileyen bir siyasal inanç ve değer kümesini benimser.
( )Diğer taraftan ütopyalar ise, hiç ayrım gözetmeksizin baskı veya tahakküm altında bulunan grupların çıkarlarına hizmet edecek radikal toplumsal değişim gereğini içeren, idealleştirilmiş gelecek tasarımlarıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İdeoloji terimi, Fransız Devrimi sonrasında Antoine Destutt de Tracy tarafından icat edilmiş ve kamusal olarak ilk kez 1796’da kullanılmıştır.
birleştirici bir siyasi fikirler ve değerler kümesi bir toplumda kendiliğinden gelişebileceği gibi, itaati sağlamak ve denetim uygulamak amacına yönelik olarak tepeden de dayatılabilir.
Kuşkusuz, bütün siyasetçiler iktidar sahibi olmak isterler. Bu da onları pragmatik olmaya, seçmen nezdinde popüler olan veya iş çevreleri veya ordu gibi güçlü grupların destekleyeceği politikaları ve fikirleri benimsemeye iter. Ancak, siyasetçiler nadiren iktidar için iktidar peşinde koşarlar. Onların da, elde ettikleri takdirde iktidarı kullanarak ne yapacaklarını belirleyen inançları, değerleri ve kanaatleri bulunmaktadır.
İnsanlar dünyayı olduğu gibi değil beklentilerine uygun olarak; bir diğer deyişle yerleşik inançlar, kanaatler ve varsayımlar peçesinin ardından görmektedirler.
İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.
Bir muhafazakar için hiçbir şey yapmamak bir şey yapmaya tercih edilebilir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
In Chile in 1970, Salvador Allende became the world’s first democratically elected Marxist head of state, but was overthrown and killed in a CIA-backed coup in 1973.
Not all political thinkers have accepted that ideas and ideologies are of much importance. Politics has sometimes been thought to be little more than a naked struggle for power. If this is true, political ideas are mere propaganda, a form of words or collection of slogans designed to win votes or attract popular support.
Eşitliğe bağlılık, sosyalist ideolojiyi birçok açıdan tanımlayan özelliktir ve politik değeri olan eşitlik, sosyalizmi diğer rakiplerinden, özellikle liberalizm ve muhafazakârlıktan, çok açık şekilde ayırt eder. Muhafazakârlar toplumun doğal olarak hiyerarşik olduğuna inanırlar ve bu yüzden son derece anlamsız gördükleri sosyal eşitlik düşüncesini reddederler. Liberaller ise eşitliğe bağlıdırlar, fakat temelde tüm bireyler eşit ahlâkı değere sahiptir ve bundan dolayı eşit haklara ve saygıya lâyıktırlar düşüncesini benimserler. Onlar çok farklı yetenek ve becerilerle doğmuşlardır ve çok çalışma, kimsenin olmadığından daha çok zengin olmak için gerekli kabiliyetlere sahip olma gibi özelliklere göre ödülü hak eder. Bu yüzden liberaller fırsat eşitliğini desteklerler, fakat bunun sosyal ve ekonomik eşitliğe sebep olması gerektiği veya olacağı yönünde herhangi bir neden göremezler.
Aslında liberaller ve muhafazakârlar çoğunlukla insanların esas itibariyle çıkarcı ve egoist olduğunu iddia ederler. Diğer taraftan sosyalistler, bencil, açgözlü, materyalist veya saldırgan davranışın yaratılışla edinilen bir davranış olmadığını, daha ziyade sosyal olarak koşullandırıldığını ileri sürerler. Böyle özellikler, bencil ve açgözlü davranışı cesaretlendiren ve ödüllendiren toplumun ürünüdür. Bu, kesinlikle sosyalistlerin kapitalizme karşı geleneksel olarak yaptıkları bir suçlamadır. İnsanlar faydayı maksimize edici değildir; daha ziyade, kâr kovalamaya yönelik, kapitalist piyasa mekanizması ile böyle davranmaya cesaretlendirilirler.
1970’de Şili’de Salvador Allende, dünyanın ilk demokratik şekilde seçilen Marksist devlet başkanı oldu, fakat, 1973’te CIA’in desteklediği darbede öldürülerek devrildi.
Disraeli öncesi geleneksel muhafazakâr sosyal teorinin kapsamındaki düzen, otorite ve disiplin savunusudur. Bu da muhafazakâr Yeni Sağ veya neo-muhafazakârlık olarak adlandırılmıştır. Sonuçta Yeni Sağ, İktisadî liberteryanizm ile devlet ve sosyal alandaki otoriteryanizmi kaynaştırma teşebbüsüdür. Kendi başına Yeni Sağ, köktenci, gerici ve geleneksel özelliklerin harmanıdır. Yeni Sağ’ın köktenciliği, kendi mirasını, özellikle müdahaleci yönetim ve liberal veya müsamahalı sosyal değerleri parçalamada gösterdiği yoğun çabadan anlaşılabilir. Bu köktencilik, rasyonel teoriler ve soyut ilkelerden türetilen ve sonuçta da geleneği dışlayan liberal Yeni Sağ’la olan ilişkide oldukça nettir. Ancak Yeni Sağ köktenciliği, gerici bir köktencilik şekli değildir. Çünkü hem liberal hem de muhafazakâr Yeni Sağ genellikle, 19. Yüzyıl’daki İktisadî edep ve ahlâkî metanet dolu “altın çağ”dan bahseder. Bunun yanında Yeni Sağ, özellikle neo-muhafazakârların “geleneksel değerler’’e yaptıkları vazgeçilmez vurgu çerçevesinde geleneğe de başvurur.
“Yeni Sağ” oldukça geniş bir terimdir ve kapsamında vergilerin düşürülmesinden, televizyon ve filmlerde daha fazla sansüre, göç karşıtı kampanyalardan, göçmenleri ülkelerine geri göndermeye kadar birçok farklı fikri barındırır.
Otoriteryanizm, tepeden aşağıya doğru bir yönetim anlayışı veya uygulamasıdır. Bu anlayışta otorite, halkın rızasının olup olmadığı dikkate alınmadan kullanılır. Bu açıdan otoriteryanizm, otoriteden farklıdır. Otorite meşruluğa dayalıdır; yani, aşağıdan yukarıya doğru gider. Otoriteryen düşünürlerin tipik dayanakları ya mevcut önderlerin bilgeliğine olan inancı ya da sosyal düzenin ancak sorgusuz itaat ile sürdürülebileceği fikridir. Ancak otoriteryanizm genellikle totaliteryanizmden ayrı tutulur. Monarşik mutlakiyetçilik, geleneksel diktatörlük ve askerî yönetim biçimlerinin çoğu ile ilgili olan tepeden yönetim uygulaması, devlet ile sivil toplum arasındaki farklılığı ortadan kaldırmaktan ziyade muhalefet ve siyasal özgürlüklerin bastırılmasıyla ilgilidir.
Aile, yerleşik değerler ve ulus lehine öne sürülen muhafazakâr iddialarda, organik fikirler aşikâr olarak ortaya çıkar. Muhafazakârlar aileyi, toplumun en temel kurumu olarak görürler ve birçok açıdan diğer sosyal kurumlar için model olarak sunarlar. Basitçe, çocuk doğurma ve yetiştirme ihtiyacından doğan aile, üyelerine, özellikle de çocuklara güvenlik sağlar ve bireylere ödevin değeriyle beraber diğerlerine saygı duyma ihtiyacını öğretir. Bundan dolayı muhafazakârlar sağlıklı bir aileyi, toplumun istikrarı için gerekli görürler; aile korunmalıdır ve gerekiyorsa da güçlendirilmelidir.
Liberallerin bakış açısına göre, bütün devletler birey karşısında potansiyel zorbadır. Bu görüş bir yandan, devletin iktidarı kullanması ve dolayısıyla, bireysel özgürlüğe dâimi bir tehdit yöneltmesi üzerine kuruluyken; diğer yandan da liberallere özgü iktidar korkusunun bir yansımasıdır. İnsanoğlu kendi kendini gözeten bir yaratık olduğundan, iktidarı -başkalarının davranışlarını etkileme becerisi- ele geçirdiğinde bu iktidarı doğal olarak diğerlerinin pahasına kendi menfaati için kullanacaktır. Basitçe ifade etmek gerekirse, liberallere göre, bencillik artı iktidar yozlaşmaya eşittir. Bu anlayış, Lord Acton’un meşhur uyarısında şöyle yer alır: İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” ve Acton şu sonuca varır: “Büyük adamlar, neredeyse her zaman kötü adamlardır.” Bunlardan dolayı liberaller, keyfî yönetim korkusu taşırlar ve sınırlı yönetim ilkesini benimserler.
Liberaller, güç kullanımının sadece nefsî müdafa durumunda veya baskıya karşı koyma aracı olarak haklılaştırılabileceğine inanırlar. Ancak bu kullanım her zaman sadece akıl ve muhakemenin başarısız olması durumunda söz konusu olabilir.
Özgürlük sınırsız olduğunda, bir “ruhsat”a, diğerlerini taciz etme hakkına dönüşebilir. John Stuart Mill, (On Liberty (Hürriyet Üstüne, [1859] 1972, s. 73) adlı eserinde, “medenî topluluğun herhangi bir üyesinin iradesine rağmen üzerinde kullanılabilecek meşru gücün yegâne amacı, diğerlerine zarar vermesini engellemek”, olduğunu öne sürer. Mill, bireylerin mutlak özgürlük kullanacakları “kendileriyle ilgili” eylemler ile diğerlerinin özgürlüklerini kısıtlayabilecek ya da onlara zarar verebilecek “diğerleriyle ilgili” eylemler arasında net bir ayrım yapar. Mill, birey üzerinde, kişinin kendisine fiziksel veya ahlâkî olarak zarar vermesini engellemek üzere tasarlanmış olsalar bile hiçbir kısıtlamayı kabul etmez. Bu türden bir görüşe göre örneğin, otomobil sürücülerinin emniyet kemeri takmalarını veya motosiklet kullanıcılarının kask takmalarını zorunlu kılan yasalar veya bir bireyin ne okuyacağını ya da dinleyeceğini sınırlayan her tür sansür kabul edilemez niteliktedir.
Hindistan, dünyanın en büyük “liberal” demokrasisidir. Ancak başka yerlerde liberal demokratik sistemlerin, sanayi kapitalizminin yokluğuna ya da yerleşik siyasî kültürün doğasına bağlı olarak zaman zaman çöktükleri görülür. Bunun aksine, çoğu Batılı ülkenin siyasal kültürü, liberal-kapitalist değerler esası üzerine inşa edilmiştir. İbadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi fikirlerin hepsi liberalizmden türetilmiştir. Bu fikirler Batı toplumlarında öylesine kök salmıştır ki, bunlara yönelik meydan okuma, hatta sorgulama oldukça nâdirdir.
Siyasî bir amentü olarak liberalizm, muhtemelen 19. Yüzyıldan önce varolmamıştı ama liberalizm, daha önceki üç yüzyılda gelişen fikirler ve teorilere dayandırıldı. Liberal fikirler, Avrupa’da feodalizmin çöküşü ve onun yerine gelişen bir piyasa toplumunun veya kapitalist toplumun bir sonucu olarak ortaya çıktı. Birçok açıdan liberalizm, mutlak monarkların ve arazi sahibi aristokrasinin yerleşik iktidarı ile çatışma hâlindeki büyüyen orta sınıfın özlemlerini yansıtıyordu. Liberal fikirler radikaldi: Bu fikirler, temel reformlar hatta zaman zaman devrimsel değişimi talep ediyordu.
Anarşistler, eşitlik fikrini güçlü bir biçimde benimsedikleri için normalde tayfın sol ucunda yer almaları gerekir ama her türden ekonomi yönetimine ve her tür yönetim biçimine karşı olmaları nedeniyle, sağ uçta yer almaları gerektiği söylenebilir.
“Sol” ve “sağ” terimlerinin kökeni, 1789’da Genel Meclis’in (États Généraux) ilk toplantısında benimsenen oturma düzenine, Fransız Devrimi’ne kadar gider. Üçüncü Meclis’in üyeleri olan radikaller solda otururken, kralı destekleyen aristokratlar kralın sağında oturuyorlardı. Daha sonraki Fransız Meclisleri’nde benzer bir oturma tarzı takip edilmiştir. Çok kısa bir süre sonra “sağ” terimi, gericilik veya kraliyet yanlılığı olarak, “sol” terimi de devrimci veya eşitlikçi duygudaşlığı barındıran terim olarak anlaşılmaya başlanmıştır.
Modern toplumlar, sahte ihtiyaçlar üretmekle beraber, insanları gözü doymaz tüketicilere dönüştürmenin yanında, yaygın/kapsamlı ve aptallaştırıcı refahın yayılmasıyla, eleştiriyi felce uğratmayı başarmıştır.
İdare edilmek, gözlenmek, soruşturulmak, araştırılmak, yönlendirilmek, disiplin altına alınmak, sınırlandırılmak; bu fiillerin tamamı bunu yapmaya hakkı, bilgisi olmayanların yaptığı davranışlardır. Proudhon
“Kötü bir hükümet için en tehlikeli an, hükümetin,
yollarını tamir ettiği andır.” Alexis de Tocqueville
yollarını tamir ettiği andır.” Alexis de Tocqueville
Küresel terörizm ulusal ölçekte ise genelde devleti, özelde ise yurttaşlarını koruma ve güvenliği muhafaza etme adına devlet otoritesini daha sağlam bir zemine oturtur.
Muhafazakârların taraftar oldukları şeyden çok, muhalif oldukları şeye ilişkin
daha net bir anlayışa sahip oldukları sıklıkla dile getirilir.
daha net bir anlayışa sahip oldukları sıklıkla dile getirilir.
Her dönemde yönetici sınıfın fikirleri, hâkim fikirlerdir. Yani, toplumun maddî gücüne hükmeden sınıf, aynı zamanda hâkim entelektüel güçtür. Maddî üretim araçlarını elinde tutan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde de denetimi elinde tutar. Böylece, genel olarak ifade etmek gerekirse, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirleri, bu araçlara sahip olanların-
kine tâbidir. (Marx ve Engels, 1970, s. 64)
kine tâbidir. (Marx ve Engels, 1970, s. 64)
Sonuçta maddî eşitsizlik, insanlar arasındaki doğal eşitsizliğin
basit bir yansımasıdır.
basit bir yansımasıdır.
Kamusal zararların faturası her zaman vergi ödeyenlere çıkarılır.
İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar
mutlaka yozlaştırır”
mutlaka yozlaştırır”
Davranışçı yaklaşıma göre insanlar, dışsal bir etkiye karşı davranmaya (daha doğrusu tepki vermeye) koşullanmış, biyolojik makinelerden azıcık daha fazla bir şeydir. Fikir, değer, his ve niyetleri çerçevesinde düşünen özne, bahis konusu değildir.
Bu yüzden de fikirler ve ideolojiler basitçe, siyasal hayatın derinlerindeki gerçekleri gizlemek için kullanılan “göz boyamadır.
İdeoloji insanlara kendilerinden daha kapsamlı olan bir şeye inanmaları için bir sebep sunmaktadır, çünkü insanların kişisel öyküleri ancak daha geniş bir tarihi anlatı içine yerleştirildikleri takdirde bir anlam ifade etmektedirler.
İnsanlar devasa bir teknik bilgi [know-how] ve maddi zenginlik sahibi oldukları için talihlidirler ama sahip oldukları çok kıymetli ‘neden bilgisi’ [know why] pek azdır. İnsan türü maddi emellerini gerçekleştirecek yeteneği kazanmış ama bu emellerin anlamlı ya da hatta sağlıklı olup olmadığı sorusu ile ilgili bilgi edinememiştir. Schumacher’in (1973) uyardığı gibi, ‘İnsan artık bilgelik olmadan hayatta kalabilecek kadar zekidir.’
Bir ‘biz’ duygusunun işlenebilmesi için aşağılanacak veya nefret edilecek bir ‘onlar’ olmalıdır.
Hakim sınıfın fikirleri her devirde hakim fikirler olmuştur, yani toplumun hakim maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda hakim entelektüel güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının denetimine de sahip olur ve böylelikle, genel anlamda zihinsel üretim araçlarından yoksun olanlar ona tabi konumda bulunurlar.
Bir kişi hariç bütün insanlık tek bir kanaatte olsa ve yalnızca bir kişi karşıt fikre sahip bulunsa, o bir kişinin, gücü eline geçirmesi halinde, insanlığı susturma hakkı olmadığı gibi insanlığın da o bir kişiyi susturması haklı görülemez.
Liberal demokrasinin erdemi, yalnızca bu sistemde yönetimin halkın rızasına dayanmasının sağlanmış olmasıdır ve kişisel özgürlük ve hoşgörü lehinde getirdiği güvenceler sayesinde çeşitliliği ayakta tutmaya yardımcı olmaktadır. Bundan ötürü de libe ral çok-kültürcüler Şeriat hukukunun kabul edilmesi esasına dayanan bir İslam devleti kurulması çağrılarına karşı duracaklar ve hatta böyle bir siyasi amaç için kampanya yürüten grupları ve hareketleri yasaklamayı arzu edebileceklerdir.
liberaller ‘derin çeşitlilik’ ile bir arada olamazlar. Örneğin, liberal çok-kültürcüler kadın sünneti, zorla (ve muhtemelen önceden düzenlenmiş) evlilikler ve kadın giyimiyle ilgili kurallar gibi pratikleri desteklemeyi istemezler ama ilgili grupların pek çoğu bunların kendi kültürel kimlikleri bakımından hayatî önem taşıdığını ileri sürebilir. Dolayısıyla, bireyin hakları ve özellikle de kadının veya erkeğin seçme özgürlüğü, söz konusu kültürel grubun haklarından önce gelmelidir.
terörizm ile köktencilik arasında bir bağ olduğunu inkar etmek de imkansızdır. Bunun en çarpıcı örnekleri arasında, 3.000’e yakın insanın ölümüyle sonuçlanan el-Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon’a yönelik 11 Eylül 2001 saldırılarıydı. Diğer örnekler arasında Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın 1981’de İslamcı köktenciler tarafından, Hindistan başbakanı İndira Gandi’in 1984’te militan Sihler tarafından ve İsrail başbakanı İzak Rabin’in 1995’te fanatik bir Yahudi tarafından öldürülmeleri; ve Hizbullah (Allah’ın Partisi) ve Hamas gibi İslama grupların uyguladığı terör saldırıları yer almaktadır. ABD’deki kürtaj karşıtı aşırılıkçılar da bombalama ve cinayet yöntemlerine başvurmuşlardır.
Geçmişi öne çıkaran vurgusu ve açık modernizm karşıtlığına rağmen dini költendincilik, büyük ölçüde modern dünyanın bir ürünüdür. Nitekim, çoğu yorumcu da bunu belirgin bir biçimde modern bir olgu olarak değerlendirmekte ve tarihte benzerlerinin bulunduğunu reddetmektedir.
Her ne kadar birçok farklı gelenekten gelen ekolojistler insan nüfusunun katlanarak artması hakkında bir kaygıyı ortaya koymuşlarsa da, derin ekolojistler genellikle, insan olmayan hayatın gelişmesini garanti altına almanın tek yolunun insan nüfusunun ciddi ölçüde azaltılması olduğunu ileri sürerek, bu sorunu özel olarak vurgulamışlardır. Bu amaca yönelik olarak da, bazı derin ekolojistler gelişmekte olan dünyaya yardım edilmesini reddet mişler; özellikle gelişmekte olan dünyada doğum oranlarının azaltılmasını istemişler; ya da gelişmekte olan dünyadan gelişmiş dünyaya olan göçün durdurulması gerektiğini iddia etmişlerdir.
Peter Singer’ın (1976) hayvan refahı iddiası, gelişmekte olan hayvan özgürlüğü hareketi üzerinde önemli bir etki yapmıştır. Singer, başka türlerin iyiliğine karşı hissedilen diğerkâm bir kaygının, onların da duyarlı türler olarak acı çekebildikleri gerçeğinden türediği iddiasındadır. Faydacılığı dayanak yapan Singer, hayvanların, insanlar gibi, fiziki acıdan kaçınmakta menfaatlerinin olduğuna işaret etmiş ve buna göre insanların çıkarlarını hayvanların çıkarlarının önüne koymaya yönelik her girişimi ‘türcülük’ olarak mahkûm etmiştir. Bununla birlikte, başka türler için diğerkâm kaygı, eşit muamele anlamına gelmemektedir. Singer’in tezi, ağaçlar, taşlar ve akarsular gibi duygulu olmayan hayat formları için geçerli değildir. ( ) Diğer yandan, Singer’ın tezi, acı çekme kapasitesine sahip olmayan insan ceninleri ve zihinsel özürlü kişiler için duyulan ahlakî kaygının düşük seviyeli bir kaygı olmasını da ima etmektedir.
Erkeklerin ve kadınların sahip oldukları farklı rollerin kaynakları ‘şartlanma’ sürecinde bulunmaktadır: çok erken bir yaştan itibaren oğlanlar ve kızlar çok özgül toplumsal cinsiyet kimliklerine uyma yönünde teşvik edilmektedir. Bu süreç büyük ölçüde – ‘ataerkilliğin baş kurumu’- aile içinde gerçekleşmekte ama aynı zamanda edebiyat, sanat, kamusal hayat ve ekonomide de net olarak görülmektedir.
Sosyalist feministlerin çoğu, kadınların ev işi ve analiktan oluşan ev hayatı ile sınırlandırılmış olmalarının kapitalizmin çıkarlarına hizmet ettiği hususunda görüş birliği içindedir. Bazıları kadınların, ihtiyaç oldugunda üretimi artırmak için işgücüne katılacak ama çöküş zamanında da işverenlere veya devlete hiçbir yük getirmeksizin kolaylıkla çıkarılıp ev hayatına geri gönderilecek bir yedek emek ordusu oluşturduğunu ileri sürmüşlerdir. Aynı zamanda, kadınların ev içi emeği, ekonominin sağlığı ve verimliligi için hayatidir. Çocuk doğurmak ve yetiştirmek suretiyle kadınlar, kapitalizmin işçilerinin gelecek kuşaklarını üretmektedirler. Benzer bir biçimde, ev kadını olarak oynadıkları rolleriyle kadınlar, erkeklerin üzerinden ev işi ve çocuk yetiştirme yükünü almakta, onlara zamanlarını ve enerjilerini ücretli üretken mesailerine yoğunlaştırma imkanı vermektedirler.
örneğin Betty Friedan’in The Feminine Mystique [Kadınlığın Gizemi) adli ese rinin yayınlanması feminist düşüncenin 1960’lardaki dirilişinin işaretiydi. Friedan’in atıfta bulunduğu ‘kadınlığın gizemi’, kadınların güvenliği ve kendini gerçekleştirmeyi ev hayatında ve ‘kadınsı’ davranışta aradığına ilişkin bir kültürel efsanedir. Bu efsane kadınların iş hayatına, siyasete ve genel olarak kamusal hayata atılma yönündeki cesaretlerini kırıcı bir işlev görmüştür. Friedan, ‘adı olmayan sorun’ dediği ve birçok kadının ev hayatına hapsedilmiş ve dolayısıyla da bir kariyer veya siyasî hayat yoluyla kendilerini gerçekleştirme imkanından mahrum bırakılmış olmaktan ötürü yaşadığı umutsuzluk ve derin mutsuzluk duygusunu vurgulamıştı. 1966’da Friedan, güçlü bir baskı grubu ve dünyadaki en büyük kadın örgütü haline gelecek olan National Organization of Women’ı (NOW) kurmuş ve ilk lideri olmuştur.
Fikirlerinize katılmıyorum ama onları söyleme hakkınızı hayatım pahasına savunurum .