İçeriğe geç

Sıracun-Nur Mecmuası Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Sıracun-Nur Mecmuası kitap alıntıları sizlerle…

Sıracun-Nur Mecmuası Kitap Alıntıları

Ey kendini bilen insan, kendini oku..!
Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla ve şeytanın telkîniyle, bir zâtın yüz hasenâtını, bir tek seyyiesi yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl ki bir sinek kanadı gözün üstüne bırakılsa, bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtını örter, unutur. Mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı ictimâiyesinde bir fesâd âleti olur.
Şeytan, bir mü’minin

bir tek seyyiesiyle, bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desîsesini dinleyen insâfsızlar, o mü’mine adâvet ederler. Halbuki Cenâb-ı Hak, haşirde adâlet-i mutlaka ile mîzân-ı ekberinde a‘mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta gālibiyeti ve mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbâbı çok ve vücûdları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiâtı örter. Demek bu dünyada, o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele etmek gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenâlıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyâde gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasenesi ile, çok seyyiâtına nazar-ı af ile bakmak lâzımdır.

şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile, insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. 
Kur’ân-ı Hakîm’de peygamberlere en mühim ihsânı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfâr etmelerine da‘vet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübârek işlerde zikrini emretmesiyle, kâinâtı ihâta eden rahmet-i vâsiasını melce’ ve tahassungâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle اَعُوذُ بِاللّٰهِمِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ kelimesini siper yapıyor.
ehl-i îmânın desâis-i şeytâniyeye kapılmaları, îmânsızlıktan ve îmânın zayıflı­ğından olmadığını, hem günâh-ı kebâiri işlemekle küfre girmediklerini,
İşte ey ehl-i îmân! Şeytanların bu müdhiş tahrîbâtına karşı, sizin en mühim kuvvetli silâhlarınız ve cihâzât-ı ta‘mîriyeniz, istiğfârdır ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ demekle Cenâb-ı Hakk’a ilticâdır. Ve kal‘anız, sünnet-i seniyedir.
şeytân-ı cin ve insin kâinâttaki müdhiş âsâr-ı tahrîbkârâneleri ve envâ‘-ı küfür ve dalâleti ve şürûr ve mehâliki yaptıkları halde, zerre mikdar îcâda ve hilkate müdâhaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlâhîde bir hisse-i iştirâkleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atâlettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani şerler oluyorlar.
Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle, çok tahrîbât yapabilirler. Ve çok mahlûkātın hukukuna tecâvüz ediyorlar. Az bir fiil ile çok hasâret veriyorlar. 
İşte ey ehl-i îmân! O semâvî çelik kal‘a, Kur’ân’dır. İçine gir, kurtul
O kal‘a-i metîn, o hısn-ı hasîn ise, şerîat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’dır ve sünnet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Îmânın güzelliği ve hakîkatin güzelliği ve nûrun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve sûretin cemâli ve şefkatin cemâli ve adâletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemîl-i Zülcelâl’in nihâyet derecede güzel olan esmâ-yı hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcûdâtta bulunan hüsünler ayrı ayrı olmuştur. Eğer Cemîl-i Zülcelâl’in esmâsındaki hüsünlerin mevcûdât aynalarında bir cilvesini müşâhede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşâ edecek bir geniş hayâlî göz ile bak. Hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi ta‘bîrler, Cenâb-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler. İşte başta insan olarak bütün hayvanâtın, muntazaman perde-i gaybdan gelen erzâklarına bak, rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör. Hem bütün yavruların mu‘cizâne iâşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sînelerinde asılmış tatlı, sâfî, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık içinde gelen süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedâr cemâlini gör.
Göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün, bir olmaz. Ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî de ağız ile zevk edilen bir hüsn-ü taâm bir olmadığı gibi, kalb ve ruh ve sâir zâhirî ve bâtınî duyguların istihsân ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir.
Evet, koca cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan; ve bir saat müşâhedesi, ehl-i cennete, cenneti unutturan bir cemâl-i Sermedînin, elbette nihâyeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olamaz.
Nûrun gelmesi, elbette nûrâniyetten; vücûd vermesi, her halde mevcûddan; ve ihsân ise, gınâdan; ve sehâvet ise, servetten; ve ta‘lîm, ilimden gelmesi bedîhî olduğu gibi; hüsün vermek dahi hüsünden; ve güzelleştirmek, güzelden; ve cemâl vermek cemîlden olabilir. Başka olamaz.
Sâni‘-i Zülcelâl’in kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık öyle hadsiz bir hüsün ve cemâli var ki, bir gölgesi, bütün mevcûdâtı baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi, kâinâtı serbeser süslendirmiş. Ve bütün dâire-i mümkinâtı, hüsün ve cemâl lem‘alarıyla tezyîn edip ışıklandırmış.
Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezâhür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin; ve dâimî tecellî eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve lem‘aları ve cilveleri olduğunu ihtar ediyorlar.
Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemîl-i Zülcelâl’in cemâl-i kudsîsine ve nihâyetsiz güzel olan esmâ-yı hüsnâsının sermedî güzelliklerine aynadârlık edip, cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnû‘lar ve bu tatlı mahlûklar ve bu cemâlli mevcûdât, hiç durmayarak gelip gidiyorlar.
Hayatım, hayatımdaki cüz’î ilim ve irâde ve sem‘ ve basar gibi ma‘nâlarıyla, Hâlikımın küllî ve ihâtalı sıfatlarına ve şuûnâtına aynadârlıktır. Evet, ben kendi hayatımda ve şuûrlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, sevmek, istemek gibi çok ma‘nâlar ile bildim ki, bu kâinâtın şahsımdan büyüklüğü nisbetinde ve daha büyük bir mikyâsta, Hâlikımın muhît ilmini, irâdesini, sem‘, basar, kudret ve hayat gibi evsâfını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuûnâtını anladım. Îmân ederek tasdîk ettim. Ve i‘tirâf ederek bir ma‘rifet yolunu daha buldum
hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber, hadsiz ihtiyaçlarım izâle ve hadsiz düşmanlarım def‘ edilmek noktasında, Hâlikımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim, suâl ve duâ ve ilticâ ve tezellül ve ubûdiyet vazîfelerini anladım.
Zamanî olmayan Zât-ı Ezeliye’ye münâsebeti cihetinde ömrün uzun ve kısalığına bakılmaz.
bu, bende bulunan emâneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücûdumu ve hayatımı ve nefsimi, âyet-i Kur’âniyenin nassıyla benden satın alıyor. Tâ ki, elimde fâidesiz zâyi‘ olmasın, muhâfaza etsin. Ve iâde etmek üzere satmak bahâsına bedel, saadet-i ebediyeyi ve cenneti vereceğini kat‘î bir sûrette çok tekrar ile va‘d ve ahd ettiğini, ilmelyakîn ile ve tam îmân ile anladım.
öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir ayna; ve küllî ve kudsî rubûbiyetine, geniş ve küllî bir ubûdiyet ile mukābele ede­bilen bir isti‘dâd vermiş.
Hayvanât içinde beni, men­şeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış. Mu‘cizâne yapmış, kulağımı açmış, gözümü takmış. Kafama öyle bir dimağ, sîneme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde, rahmetin umum hazinelerinde iddihâr edilen bütün rahmânî hediyeleri ve atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mîzâncıkları ve ölçücükleri; ve esmâ-yı hüsnâsının nihâyetsiz cilvelerinin definelerini açacak ve anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış. Kokuların, tatların, renklerin adedlerince ta‘rîfeleri, o âletlere yardımcı vermiş.
fıtratımdaki çok şiddetli olan aşk-ı bekā, Bâkî-i Zülkemâl’in bekāsına ve varlığına iki cihetle bakarken enâniyetin perde çekmesiyle mahbûbunu kaçırmış, aynasına perestiş etmiş bir serseme dönmüş, kendimi gördüm.
Meyvedâr bir ağaca inkılâb etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi ben de o bâkî meyveleri vermek için, bu fenâ-yı dünyevînin kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım.
Hatta değil yalnız ihtiyâr akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi, bereket sûretinde geliyor.
madem İmâm-ı A‘zam Radıyallâhü Anh gibi eâzım-ı müctehidîn, hapis çekmişler ve İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel Radıyallâhü Anh gibi bir mücâhid-i ekbere, Kur’ân’ın bir tek mes’elesi için hapiste pek çok azab verilmiş. Ve şekvâ etmeyerek kemâl-i sabırla sebat edip o mes’elelerde sükût etmemiş.
Yüzer milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakîkate, bizim de başımız fedâ olsun! Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başlar, zındıkaya teslîm-i silâh etmeyecek ve vazîfe-i kudsiyelerinden vazgeçmeyecekler, inşâallâh!
“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adâlet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var
İnsaniyet damarıyla o zâlimlere acıdım. “Yâ Rabbi! Onları ıslah eyle!” diye, duâ ettim.
Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemîl-i Zülcelâl’in cemâl-i kudsîsine ve nihâyetsiz güzel esmâ-yı hüsnâsının sermedî güzelliklerine aynadârlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnû‘lar ve bu tatlı mahlûklar ve bu cemâlli mevcûdât, hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezâhür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemâlin ve dâimî tecellî eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve cilveleri olduğunu bildiriyorlar.
Ben de baktım ve îmân gözüyle gördüm ki; bu zerrecik vücûdum, her mü’minin vücûdu gibi hadsiz bir vücûdun aynası; ve nihâyetsiz bir inbisât ile hadsiz vücûdları kazanmaya bir vesîle; ve kendinden daha kıymetdar bâkî müteaddid vücûdları meyve veren bir kelime-i hikmet olduğunu; ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücûd kadar kıymetdar olduğunu, ilmelyakîn ile bildim.
kalben dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinâd yok mu?
Gördüm ki; gāyet kuvvetli bir aşk-ı bekā ve şedîd bir muhabbet-i vücûd ve büyük bir iştiyâk-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir fakr bende hükmediyorlar.
Asıl en karanlıklı ve en nûrsuz ve tesellisiz ihtiyârlık; ve en elîm ve müdhiş firâk, ehl-i dalâletin ve ehl-i sefâhetin ihtiyârlıklarıdır ve firâklarıdır. 
Hadîs-i şerîfte vardır ki: “Altmış yetmiş yaşlarındaki ihtiyâr bir mü’min, dergâh-ı İlâhîye elini kaldırıp duâ ederken rahmet-i İlâhiye onun elini boş döndürmeye hicab ediyor.” Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor, siz de rahmetin bu hürmetini ubûdiyetinizle ihtirâm ediniz.
Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça, yerlerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev‘-i beşerdeki bu zevâl ve firâk dahi bir teceddüddür, bir tazelenmektir.
Her şeyin dizgini Onun elindedir. Ona intisâbın yeter.
Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaz‘iyetten bir hakîkat kapısı açıldı. Ve o hakîkati tam kabûl etmeye nefis hazırlandı. Evet, nasıl ki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdâr bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engîz hâlet ve o dehşetli vaz‘iyet, ateş oldu, nefsimi yumuşattı
Senin o yerler boş, harâb, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakîkî’sinden gaflet etmekten ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor
Elli beş yaşıma kadar elli beş ölmüş ve hayatımın ömründe defnedilmiş Saidlerin kabri üstünde bir mezar taşı olarak kendimi gördüm.
Kadîr-i Mutlak, emr-i künfeyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz irâdesiyle, yazıya sürülen eczâ gibi, gāyet kolay ve suhûletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mâhiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücûd-u hâricî verir; göze gösterir, nukūş-u hikmetini okutturur.
En cüz’î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinât Hâlikının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka sûrette olamaz. Esbâb ise, bir perdedir.
Madem cismen fânîyim, bu fânîlerden bana ne hayır gelebilir. Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim.
Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım?” Görüyordum ki; hakîkat noktasında acınacak hâlimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar dîvâne mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben dîvâne mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları dîvâne görüyorum.
kalben merbût olduğum ve medâr-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı ve esbâbı tedkîke başladım. Hangisini tedkîk ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.
Evet ben kendim sizi te’mîn ediyorum ki, Eski Said’in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyârlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyârlığımdan râzıyım, siz de râzı olmalısınız.
Gerçi daha kendimi ihtiyâr bilmiyordum, fakat harb-i umûmîyi gören ihtiyârdır.
Sonra herkesi zevâliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştâk eden ve günah ve gafletle geçen gençliğime baktım; o güzel süslü elbisesi ve çarşafı içinde, gāyet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm.
Hem îmân, nazar-ı gaflete bir tabut vaz‘iyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün, uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şa‘şaalı bir misâfirhâne-i Rahmânî sûretinde bilmüşâhede gösterdi.
acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyârlıktır
O hadsiz a‘dâ ve hesabsız muzır şeylere karşı, tek bir silâh-ı insanî olan o cüz’-i ihtiyârî; hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem îcâdsız olduğundan, kesbden başka bir şey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünlerimi sustursun ve ne de istikbâle hulûl edebilir, tâ ondan gelecek korkularımı men‘ etsin. Geçmiş ve geleceklere âit emellerime ve elemlerime fâidesi olmadığını gördüm.
Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılâb ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünyâ, beni Eski Said zannederek oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyâde ihtiyârlamış, yıpranmış, eskimiş kal‘asının başına çıktım. O kal‘a, bana tahaccür etmiş hâdisât-ı târîhiye sûretinde göründü.
İhtiyârlık bana ihtâr etti ki; gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünyanın gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâb edeceğini kalbin kulağına söyledi.
Yalnızlıkta bir nûr arıyordum.
İşte o Zât’ın(asm) şefâati altına girip, nûrundan istifâde etmenin ve zulümât-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyeye ittibâ‘dır.
Peygamber-i Zîşânımız Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru ve şefâati ve beşere getirdiği hediye-i hidâyeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim derin yaraya güzel bir merhem ve tiryâk oldu.
Cenâb-ı Hak sizlere şifâ versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünûb yapsın. Âmîn, âmîn, âmîn
îmânınızı inkişâf ettiriniz. Yani tevbe ve istiğfâr ile ve namaz ve ubûdiyetle, o tiryâk-ı kudsî olan îmânı ve îmândan gelen ilacı isti‘mâl ediniz.
Tedâvi için ilaçları almak, isti‘mâl etmek meşrû‘dur. Fakat te’sîri ve şifâyı, Cenâb-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifâyı da o veriyor.
Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczâhâne-i kübrâsında, her derde bir devâ istif etmiş. O devâlar ise, derdleri isterler. Her derde bir derman halketmiş.
hastalık senin vücûduna misafir olarak gönderilmiştir. 
Hareket ve tahavvül ise, vücûddur, vücûdu ihsâs eder. Vücûd ise hâlis hayırdır, nûrdur.
Mevcûdât içinde en latîf, en güzel, en câmi‘ âyîne-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi o güzelden ne gelse, hakîkat noktasında güzeldir. Çünki güzel olan esmâ-yı hüsnânın güzel nakışlarını gösterir. Hayat, dâimâ sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir ayna olur.
Ey şükrü bırakıp şekvâya giden hasta! Şekvâ, bir haktan gelir. Senin bir hakkın zâyi‘ olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakk’ın hakkını vermedin, haksız bir sûrette, hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun.
Onun için otuz senedir şifâ duâsını ettiğim halde, duâm zâhirî kabûl olmadığından, duâyı terketmek kalbime gelmedi. Zîrâ hastalık, duânın vaktidir; şifâ, duânın neticesi değildir. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifâ verirse, fazlından verir.
Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifâm için duâ ederdim. Ben anladım ki, hastalık duâ etmekliğim için verilmiş.
Eğer hastalığın ma‘nâsı güzel bir şey olmasa idi, Hâlik-ı Rahîm en sevdiği ibâdına hastalıkları vermezdi.
Sen yanlış bir sûrette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geliyor
Günahlar, hayat-ı ebediyede dâimî hastalıklardır.
Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. 
Senden soruyorum, bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasa idi; sen başının, elinin, midenin sıhhatindeki lezzetli ve zevkli ni‘met-i İlâhiyeyi hissedip şükreder mi idin? Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; belki şuûrsuz o sıhhati, gafletle sefâhete sarf edecektin.
bir şey devam etse, te’sîrini kaybeder.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir