Salâh Birsel kitaplarından Şiir ve Cinayet kitap alıntıları sizlerle…
Şiir ve Cinayet Kitap Alıntıları
*
”( )Görülüyor ki, ekmeklerini insan kanına bananlar çiçeksever görünmeye, ya da çiçeklerin yanında durmaya çokça önem verirler.Ama her zorba, her halk düşmanı böyle değildir.Hitler’in başmimari Albert Speer-1942 yılında Führer onu Silahlanma Bakanlığı’na da getirmiştir- bize onun çiçeklerle pek alışverişi olmadığını anlatır. Speer’in demesine göre,1933 yıllarında Alman işçilerinin çalışma koşullarını boncuklarla donatmak, dinlenme saatlerini cümbüşlü kılmak amacıyla kurulan bir örgüt Almanya’daki işverenleri, işyerlerine çiçek saksıları yerleştirmeye zorlamıştır.
.Gelin görün ki Führer, bu düşüncelere hiç de ilgi göstermez. Her zaman, her planın ince ayrıntısıyla uğraşan Hitler, kendisine çiçeklerle sağlanan güleryüzlü çalışmalardan açıldığında söylenenleri hiç mi hiç umursamayacaktır.
Hitler’in çiçeklere kapalı olduğu 1934 yılıda Berlinli kadınların kendisini Anhalt İstasyonun’nda karşılamaya kalkıştıkları gün daha iyi anlaşılır. Berlinli bayanlar Führer’lerine çiçek sunacaklardır. Onun en çok hangi çiçeği sevdiğini bilmedikleri için Propaganda Bakanlığı’na başvururlar. Müsteşar, herkesin – Hitler’in emir subaylarını da unutmadan- bilgisini yoklar. Kimse Hitler’in çiçek sevip sevmediğini, seviyorsa hangisine baygın olduğunu çıkaramaz.Sonunda birileri çok az rastlanan ve Bavyera’da – Hitler’in memleketi- yetişen aslanayağı – yakıştırmalar bu yolla yaygınlık kazanır- ”Hitler’in çiçeği ” diye anılmaya başlar( ) ”
*Kel Bayır Soruları’ndan
( )Burada belki bir Arap fıkrası anlatılabilir:
Bir vezir, küçük oğluyla birlikte yıllardan beri bir hapis damında yatmaktadır.Günün birinde çocuk babasına, kendilerine verilen etin ne eti olduğunu sorar.Vezir ‘öküz eti’ deyince çocuk bu kez de öküzün ne biçim olduğunu sorar.Babası ıkınır,sıkınır, birtakım ayrıntılara inerek hayvanı anlatmaya çalışır. Sonunda çocuk şöyle bağırır: ‘ Dur baba, anladım, senin öküz dediğin sıçana benzemiyor mu?
Görülüyor ki, insanlara bir şeyi anlatmak deveye hendek atlatmakta güçtür.İnsanlar, ancak kendi başlarından geçmiş olaylara,kendi denedikleri gerçeklere akıl erdirirlerse, erdirirler.Yoksa istediğiniz kadar onların yüreğinde bir koşturma uyandırmaya çalışın, onlar yine tek kürekle çıkarlar mehtaba.
Şu da var ki,insan sevgisi denilen şey de öyle öğretmeye,belletmeceyle aşılacağa pek benzemez.İbni Sina: İnsan sevgisine,insan acılarına duyguyla değil,akılla kavramakla varılır, der. İyi ama, aklıyla birtakım güçlükleri yenen,insanların insanlar ve nesnelerle ilişkisinin gizli yasalarını sezen kaç kişi var aramızda?( )
lt;Topunuzun canı cehenneme! gt;
* Fazıl Hüsnü Dağlarca son şiirlerinden birinde estetik sözcüğüne bir karşılık sürdü ortaya: Gözelik.Estetik, Batı kaynaklı sözcükler arasında belki en alıştıklarımızdan biridir. Ama Dağlarca’nın yaptığı gibi, buna ne demelere bir Türkçe karşılık bulmalı? Yabancı sözcükleri Türkçe sözcüklerle karşılamayı sadece dil devrimine inanmış olmaya bağlanmalıdır. Yabancı sözcük, ilkin yazılışıyla, sonra okunuşuyla bizim dilimize uymaz. Üstelik bu yabancı sözcükten fiil ya da sıfat türetmeye kalkışırsanız, iş adamakıllı çatallaşır.Hele Yabancı sözcüğün sıfatını, fiilini olduğu gibi aktaralım, dediniz mi, at izinin it izine karışmasını önleyemezsiniz.
..Gerçi o bizim güzel Türkçemiz sıfat kullanılmadan istenileni anlatmaya pek elverişlidir ama, sıfatın kullanılmaması çokluk, ya tümceyi dar bir boğaza itmekte, ya da anlam kaymasına yol açmaktadır.
..Anlaşıldığına göre Dağlarca, gözelik’i göze sözcüğünden türetmiştir. Su Kaynağı anlamına gelen bu sözün estetikle ilgisi pek ozanca bir ilgidir. Şu var ki, sözcüklerin nerden geldiği araştırılmaya başlandı mı, gözelik sözcüğünün karşısında, duyulan şaşkınlıktan daha küçüğüne rastlanmaz. Kaldı ki, 1750 yılında Alman yazarlarından Baumgarten’in ortaya attığı estetik sözcüğü de Yunan dilinde duygu, duyum anlamına gelen sözcükten türetilmiştir. Kant, Salt Usun Eleştirisi’nde bu sözcüğe başka bir anlam verirse de Yargı Gücünün Eleştirisi’nde, o da Baumgarten’e ayak uydurur.
.Görülüyor ki, gözeliğin temelindeki bu ozanca ilgi estetik sözcüğünün temelinde de vardır. Onun için bize düşen şey, Dağlarca’ya bir güzel teşekkür edip bu işi sürdürmeye bakmaktır. Hem de hiç vakit yitirmeden. Çünkü geride, daha Türkçe karşılıkları bulunmayan ve dilimizde takma diş gibi sırıtan daha yüzlerce, binlerce kavram vardır( )
* Keçi Çobanı, Kuzu Çobanı denemesinden alınmıştır.
Düşünmek,sevmek, gülmek İşte hepsi bu İnsan için gerisi yalan dolan.
üniversite öğrencisi kızları «talebe karı», işçi kadınları «amele karı», başyapıt anlamına gelen chef d’oeuvre sözcüğünü «enfesi asâr» diye çevirmiş olmasına işaretle
doğru yargı bulunmayan yerde doğru dürüst özgürlük de yoktur.
Benim gördüğüm, benim anladığım, dünyanın her yerinde, siyasal gücü eline geçirenin, bunu, insanların mutluluğu değil, kendi çıkarı yolunda kullandığıdır.
Halkın hakkını kendi hakkı sanan, halkın hakkını halka bir armağan gibi veren, sonra da onu geri almaya kalkışan bir padişahın yaşamı elbet böyleslne kuruntular içinde geçecektir.
Atatürk’ün çelik eli, Türkleri, boynu bükük halkı tepizleyen kişilerin boyunduruğundan kurtarıncaya değin Osmanlı Padişahları kendilerini Tanrı’nın bir gölgesi olarak görmüşler
Yeryüzünde adı deliye, akılsıza, avanağa çıkmış olanlardan daha mutlu biri var mıdır?
İnsanların çoğu uykuyu gerçek bir dost bellemişlerdir.
Gün boyunca sürüp giden savaşlardan yorulanlar, konuşmalardan yenik düşenler onda bulurlar en güvenli sığınağı.
Uykuyu ozanlar ve filozoflar hiç sevmez.
Düşünceyi sevdikleri için. Uyku ise onlara düşüncelerini sürdürebilmek yolunda hiç bir yardımda bulunmaz.
Acıma her vakit büyük bir güçsüzlüktür
Düşünmek, sevmek, gülmek İşte hepsi bu
İnsan için gerisi yalan dolan
— Aşk, ikili bir budalalıktır.
Recaizade önsözünde insanların eğlencesiz yaşayamayacağını, kendisi gibi yalnızlığı sevenler içinse okumaktan ve yazmaktan başka bir eğlence olamayacağını belirtir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Önsözler romanda ramazan davulunun işini görür. Okurları romana hazırlar. Hazırlıksız bir okur, ayağının çamuruyle yatağa giren bir şaşkından başka bir şey değildir. Yüzlerce sayfa tutan olaylar ne biçim şeylerdir? Roman kişileri nereden alınmıştır? Yazar romanını ne düşünceyle yazmıştır? Bütün bunların önceden bilinmesi büyük yarar sağlar.
Tecirli boyunda kadınların kocalarını boşamaları pek olağanmış. Kadınlar kocaları için:
«Ben ondan memnun değilim.» dediler mi, demediler mi, koca hemen boş düşermiş.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Birbirini seven kişilerde bile, sevdiği üzerinde egemen olmak, onu sadece kendine, kendi isteklerine bağlamak eğilimi vardır.
«Sanatın gerçekleşebilmesi, herhangi bir estetik olay, ya da oyunun meydana gelebilmesi için İlk, şu fizyolojik koşul gereklidir: sarhoşluk.»
Kral, Bavyera’da, koca koca binalar yaptırmışsa da halkını gırtlağına değin borçlandırmaktan geri kalmamıştır.
insanlar kendilerinden başkasını anlamak için çaba göstermeye, hiç mi hiç yanaşmazlar.
«Bakmak belli bir çaba gerektirmez,» der Hintli bir filozof, «Bu, görüyorum değil, seyrediyorum anlamına gelir sadece.»
«İnsan, insanın kurdudur»
«İnsan, insanın cellâtıdır»
«Türkler, insan olarak, ulus olarak doğunun en üstün ve şerefli ırkıdır. Soylu ve yüce bir karakterleri vardır. Cesaretleri de sonsuzdur. Onlardaki din, aile ve insan erdemleri bütün yansız insanlarda hayranlık uyandıracak çaptadır.»
Salvador Dali 5 yaşında iken yaralı bir yarasayı ağzına almış ve başını hart diye ısırıp koparmıştır.
Parisliler ellerini bile yıkamaya üşenirlermiş. Yüzlerini ise pek seyrek yıkarlarmış. Zaten XIV. Louis, hayatında bir kez yıkanmıştır.
Acıma her vakit büyük bir güçsüzlüktür.
Tek bir yasa vardır: Düşmanının gırtlağına sarıldınsa onu sıkacaksın.
İnsan hiç bir vakit kötek attığı, acıdığı, yani onurunu kırdığı kişinin dostu olamaz.
Aşk, ikili bir budalalıktır.
öldürenler de ölür
Sözün kısası, Türkiyemiz bösböyük ve ışıl ışıl bir ülke.
Doğrusu, Osmanlı İmparatorluğu topraklarına görevle ya da gezi düşüncesiyle gelen hemen hemen her yabancı büyülenerek dönmüştür.
Düşgücü, sağlam ve kanı bol bir kafanın işaretidir. Birinin düşgücü sınırlıysa onun düşünce, yaratma, sonuç çıkarma gücü de sınırlı demektir.
Başkasını kandıranlar iyi insan değildir
insanoğlu her türlü işi yöneten aklını her şeyin üstünde tutar da, onun yanılabileceğini, tökezleyebileceğini, kendisini bir takım çıkmazlara sürükleyebileceğini, hesaba katmak istemez.
insanlara bir şeyi anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür. İnsanlar, ancak kendi başlarından geçmiş olaylara, kendi denedikleri gerçeklere akıl erdirirlerse, erdirirler. Yoksa istediğiniz kadar onların yüreğinde bir koşturma uyandırmaya çalışın, onlar yine tek kürekle çıkarlar mehtaba.
İnsanlar birbirinin dilinden anlıyor mu, anlamıyor mu? Bizcesi şudur ki, birini anlamak istiyorsak, ilkin ona hoşgörüyle yaklaşmalı, sonra da onun düşüncesine temel olan birikimlere eğilmeliyiz.
insanlar alıştıkları şeyler den uzak durmayı hiç istemedikleri gibi, doğru belledikleri şeylerin sağlamlığını araştırmaya da yanaşmazlar. Tersine, doğru diye sarıldıkları eğrileri düzeltmeye kalkışanlara da içerlerler.
insanlar kendilerinden başkasını anlamak için çaba göstermeye, hiç mi hiç yanaşmazlar.
En ölçülü kişiler bile kendi düşüncelerinden, kendi anlayışlarından ötesini araştırmayı gereksiz sayarlar.
Beni gerçekten tanıyan, anlayan hiç kimse yok.
«Biz topumuz biraz kaçığız.»
«Akşama yiyecek bir şey bulamadıktan sonra gerçek neme yarar?»
kime sorarsanız sorun, kimse size «gerçeği sevmem» demiyecektir. Gerçeği, şaşırtmacasız, herkes sever. Ama herkes, gerçeğe kendilerinin değil, başkalarının bağlı kalmasını ister.
bir toplumun ilerlemesi için yapılacak ilk iş, o toplumda gerçeğe saygı duygusunu yerleştirmektir.
Zaten Çinlilerin her işte uslarını kullandıkları sanılmamalıdır.
Politikacılar kafaya, düşünceye kucak açarlar ama işlerin kafa kullanılmadan daha iyi yürüyeceğine de İnanırlar.
Cehennem, bizim çevremizdeki insanlardır
Denilebilir kİ, çağımız insanı kendisine neyin mutluluk getireceğini bilmeden binlerce, yüz binlerce teknik yaratı içinde çırpınıp durmaktadır.
dünyanın sorunları eşelendikçe altından yeni sorunlar çıkıyor.
çokları düşünmek yerine etrafına aval aval bakmayı yeğ tutar.
topumuz sorunlardan, düşünmeyi gerektiren işlerden kaçarız.
Çünkü topumuz benbenlikten, kendi aklımızı beğenmekten kurtulamıyoruz.
Alman filozofu Max Scheler bir gece yanında horul horul uyuyan karısını uyandırarak şunu sormuştur «Dünyada bunca sorun varken, sen nasıl uyuyabiliyorsun?»
«Uykuyu yaratmış olana bin teşekkür!»
«Topunuzun canı cehenneme!»
Parisliler ellerini bile yıkamaya üşenirlermiş. Yüzlerini ise pek seyrek yıkarlarmış.
Türklerin bu temizliğine karşı, AvrupalIlar pisliğe dört elle sarılırlar.
Temizlik İmandandır
Türkler hayvan sevgisinde önde geldikleri gibi, temizlikte de Batılıları yaya bırakırlar.
Tırnaklarımızı nasıl en uygun yerinden kesiyor, onları ne uzun ne de kısa bırakıyorsak, Thoreau, buna uygun olarak yaşamımızda da gereğinden çoğunu istemememizi öğütler. Yoksa, yiyecek, barınacak, giyecek adı altında hem gösterişe kaçmış olurmuşuz, hem de sağlığımızı yitirirmişiz.
«İnsanlar, niçin dünyaya gelir gelmez mezarlarını kazmaya başlarlar?»
en büyük din, alçakgönüllülüktür.
Tecirli boyunda kadınların kocalarını boşamaları pek olağanmış. Kadınlar kocaları için:
«Ben ondan memnun değilim.» dediler mi, demediler mi, koca hemen boş düşermiş.
«Ruh, burnuna halka takılan bir ayı gibi, kolayca oynattırılmaz.»
Ne düşünüyorsunuz, insan sevgisi olmayan birinde hayvan sevgisi olur mu?
Tarihi karıştırın, hayvan sevgisinin insan yaşamında pek bir yer tutmadığını görürsünüz.
Gelgelelim, çokları bilgeliğe baş keserler de deliliği yerden yere çalarlar.
Peki ama bilgelik de nedir?
Deliliğin kavanoza konmuş bir biçimi değil mi?
Erasmus’un şu sözünü anmak da gerekecektir:
Yeryüzünde adı deliye, akılsıza, avanağa çıkmış olanlardan daha mutlu biri var mıdır?
yol yaşamın ta kendisidir.
Ahmet Mithat’ın kolay yazdığını gösteren bir olay da Tercüman gazetesini çıkardığı günlerde meydana gelmiştir. Bir gün yazarların topluca gazeteden ayrılması üzerine Ahmet Mithat oturmuş gazetedeki bütün yazıları akşama değin tek başına yazmıştır.
Kolaycı Türk yazarlarının başında ise Ahmet Mithat vardır. Ahmet Mithat, Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, Felatun Beyle Rakım Efendi, Karı Koca Masalı, Paris’te Bir Türk gibi altı büyük kitabını üç yılda döktürmüştür.