İçeriğe geç

Sicilya Konuşmaları Kitap Alıntıları – Elio Vittorini

Elio Vittorini kitaplarından Sicilya Konuşmaları kitap alıntıları sizlerle…

Sicilya Konuşmaları Kitap Alıntıları

sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için.
Sonu gelmiş insanlığın yargısını düşünmekten kendimi alamıyor, umutsuzluk içinde sessizce bekleyip duruyordum.
“hiçbir şey. içimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
O kış, öfke nöbetlerinin pençesine yakalanmıştım. Burada onları anlatmaya kalkışacak değilim, çünkü asıl anlatmak istediğim şey bunlar değil.
-Arkadaş
-Söyle,arkadaş
-Neden acı çekiyoruz?
-Canına okunmuş insanlığın acıları yüzünden.
Herkes kendisi için acı çeker.
Dünya çok hakarete uğradı,ama burada değil.
İnsan okuduklarını sanki onları yaşamış gibi hatırlar.
Bir insanın yoksulluğu içinde bir çocuk gibi bağırır da,gene de daha insan olabilir.
İnsan çocukken daha çok mu insanlaşıyor acaba?İnsan o zaman daha alçakgönüllü olur,sıkıntılarını kabul edip feryada başlar.O zaman insanlığa daha çok mu yaklaşmış olur?
Evi çekip çeviren kadındır,anadır.
Herkes her şeyin kötü yanını görmeye hazır.
Anlamsız bir düş,sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için.
“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
«Adlar o kadar az,
insanlar o kadar çok ki.»
Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Açlık, doymayan bütün dünyanın çektiği bütün acılar olmuyor mu? Açlık çeken bir adam, daha insan bir insan olmuyor mu? İnsanlığın daha gerçek bir parçası olmuyor mu?
Anlamsız bir düş, sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için. İşin en korkunç yanı da buydu: Umutsuzluğumun sessizliği; insanlığın yok olmaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiçbir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek.
Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.
Sonu gelmiş insanlığın yargısını düşünmekten kendimi alamıyor, umutsuzluk içinde sessizce bekleyip duruyordum.
“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”

Taptaze bir vicdanı olmasını istiyordu -kendisi böyle diyordu: Taptaze, öyle bir vicdan ki her zaman yerine getirmekte olduğu görevlerinin dışında başka sorumluluklar, insanlara karşı yeni, daha yüce ödevler yüklensin. Çünkü her zaman yerine getirilen ödevler insanın içini rahatlatmaz olmuştu. İnsan hiçbir şey başaramamış gibi oluyordu bu durumlarda. Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bırakıyordu.

“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”

Konuşmasını burada kesince Catanialı atıldı:

“Doğru,” dedi.

Sonra gözlerini kocaman ayak parmaklarına dikti. “Evet,” dedi. “Bence doğru söylüyorsunuz.”

Kunduralarına bakmaya devam ediyordu. Sağlıklı, kanlı canlı bir görünüşü olsa bile, güçlü ama evcilleştirilmiş bir hayvanın, bir at ya da bir öküz gibi bir hayvanın hüzünlü havası vardı onda. Yeniden, hastalığına bir ad bulunmuş gibi inanmış bir sesle, “Evet, doğu,” dedi. Gene de kendisiyle ilgili bir şey anlatmadan sormakla yetindi:

“Siz, profesör müsünüz?”

“Profesör mü? Ben mi?” diye hayret etti Koca Lombardialı.

Lombardialının yanında oturan ihtiyarcık da o kurumuş yaprağa benzeyen gövdesinden kopmuş sesiyle, “Heh,” deyip varlığını belli etti. Ağzından birtakım sözler çıkan kurumuş bir hasır parçasıydı sanki.

“Heh, heh,” diye güldü iki kere.

Kaplumbağanın dış kabuğunu andıran kara, derimsi yüzünde gülen gözleri pırıl pırıldı.

“Heh,” dedi ağzı kumbara deliği gibi aralanarak.

Koca Lombardialı ona dönerek, “Gülecek bir şey yok dedecik, gülecek bir şey yok,” dedi.

Yeniden, en baştan başlayarak hikayesini anlatmaya koyuldu: Messina yolculuğu, Leonforte’nin üst taraflarına düşen toprakları, -kendi deyimiyle- biri öbüründen güzel üç kız çocuğu, heybetli ve kurumlu atı, insanlarla anlaşamayan, onlarla anlaşmak için yeni bir vicdanın ve yeni ödevlerin yüklenilmesi gerekliliğini duyan kendisi hakkında konuştu. Bu sözlerden çoğu, zaman zaman doğrudan doğruya Koca Lombardialıya bakıp ıslığa benzeyen o cılız sesiyle, “Heh,” deyip, gülen ufak ihtiyara söylenmişti.

“Peki ama neden?” dedi Koca Lombardialı birden ihtiyara. “Neden böyle rahatsız bir şekilde oturuyorsun? Şunu arkaya kaldırabiliriz.”

Böyle diyerek ihtiyarcığa tehlikeli bir şekilde tüneyip dururken arkasında destek olan tahta kol desteğini kaldırıverdi. “Bu kalkar,” dedi Koca Lombardialı.

İhtiyar dönüp yukarı kaldırılmış kol desteğine baktı ve birkaç kere, “Heh, heh,” dedi. Sonra yeniden kendine sıkıntı veren oturuş biçimini aldı. Küçük sert derili eliyle kendi boyundaki bir bastonun yılan başı biçiminde oyulmuş sapını kavramıştı.

İhtiyar kol desteğine bakmak için döndüğü zaman yılanın başını gördüm, sonra da sapın ağzında yeşil bir şeye gözüm takıldı, portakal dalının ucunda üç yeşil yaprakçık. İhtiyar da beni görmüştü, yeniden “Heh,” dedi. Dal parçasını yılanın ağzından alıp yılanınkinden pek de farklı olmayan kendi ince ağzının içine soktu.

Koca Lombardialı orada oturanların hepsine birden dönerek, “Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”

“Gerçekten hoca değil misiniz?” diye sordu Catanialı. Boğa gibi sağlıklı, boğa gibi hüzün dolu bir duruşu vardı; durmadan kunduralarına bakıyordu.

“Ben mi hocaymışım?” dedi Koca Lombardialı. “Bende profesöre benzer bir taraf var mı? Cahil değilim elbette. Canım isterse elime bir kitap alıp okuyabilirim, ama profesör değilim. Çocukluğumda Salesiano’ların okuluna göndermişlerdi, ama profesör değilim.

Böylece Catania’dan bir önceki istasyona varmış olduk. Kara taştan Catania şehrinin dış mahallelerine varmıştık bile. Kuru hasır parçası gibi, “Heh, heh,” diyen ihtiyarcık birden kalkıp trenden indi. Catania’ya girdiğimizde de tren yolunun aşağısında kalan kara taşlı binaların doldurduğu sokaklarda güneş parlıyordu. Catania istasyonunda durunca, Catanialı ile birlikte Koca Lombardialı da indi. Ben de pencereden bakarken Bıyıklı’yla Bıyıksız’ın da inmiş olduklarını gördüm.

Aslında herkes inmişti, yolculuğumuz bu sefer güneşin altında, boş vagonlarda yeniden başladı, ben de onlarla neden inmediğimi düşündüm ” (s:29-32)

Elbette bazı insanlar insan değildir, bütün insanlık da insancıl değildir. Ama bir adam alçakgönüllü olduğu için insan olmaz Gururlu olduğu için bile insan olmaz.
Bir insanın yoksulluğu içinde bir çocuk gibi bağırırda, gene de daha insan olabilir. Yoksulluğunu yadsıyıp gururlanır da gene de daha insan olabilir.
İçimde o kaval sesi durmadan yüzlerce fareyi yerinden oynatıyordu ki, bunlar da tam anlamıyla geçmişin anıları sayılmazdı.
Umutsuzluğumun sessizliği: insanlığın yok olmaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiçbir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek.
Anlamsız bir düş, sesiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için.
“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bırakıyordu.
“Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”
“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
   “Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
  “Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
… belki de her insan insan değildir; bütün insanlık insan olmaktan uzaktır
Yağmurlu bir günde, insanın ayakkabıları delik deşikse ve su alıyorsa; gönlünü belli bir insana kaptırmamışsa, yaşayacağı bir hayatı yoksa; ne başardığı, ne de başaracağı bir şey varsa; ne korkacağı, ne yitireceği bir şey kalmışsa, ve çevresinde dünyadaki kırımı görüyorsa, insanın içine işte böyle bir kuşku düşebilir.
Dünya büyük, dünya güzel ama çok canına okunmuş. Herkes acı çekiyor, ama her insan kendisi için, canına okunan dünya için değil. Bu yüzden de dünyanın canına okuyanların sonu gelmiyor.
Çocuk uzun ve görünmeyen bir iple oradan oraya götürür uçurtmasını, böylece inancı yücelir ve edindiği gerçeklikle beslenir. Ama bu gerçekliği ne yapacaktır sonra. Sonra dünyaya yöneltilen küfürleri, saygısızlığı, köleliği, insalar arasındaki haksızlığı, insanlık ve dünya adına ölümlerin kutsallığına nasıl saldırıldığını öğrenir. Bu durumda, o gerçekliği her zaman korusa bile, ne yapabilir? Ne yapabileceğini sorar kendi kendine. Ben de sorduydum ne yapabileceğimi. Ben ne yapabilirdim?
İnsan çocukken daha çok mu insanlaşıyor acaba? İnsan o zaman daha alçakgönüllü olur, sıkıntılarını kabul edip feryada başlar. O zaman insanlığa daha çok mu yaklaşmış olur?
Bütün bu zaman içinde sanki hiç yaşamamıştım ve içimde bir boşluk vardı – evet, evet- tam bir boşluk vardı içimde. Sonu gelmiş insanlığın yargısını düşünmekten kendimi alamıyor, umutsuzluk içinde sessizce bekleyip duruyordum.
Anlamsız bir düş, sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için. İşin en korkunç yanı da buydu: Umutsuzluğumun sessizliği; insanın yok olmaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiçbir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek.
  “Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
“Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
Yüzüyle hişbir ilintisi olmayan iri, yıpranmış, sertleşmiş ellerine baktım, bu eller ağaç kesen ya da toprağı işleyen bir erkeğin elleri olabilirdi; yüzü ise bir odalığın yüzünü andırıyordu. Bizim kadınlarımız, diye düşündüm:Sicilyalı kadınlar değil bütün kadınlardı aklıma gelen, elleri geceleri yumuşaklıktan yoksun, belki de zaman zaman bu yüzden mutsuz, kıskanç, hatta vahşi; bir odalığın kalbine ve yüzüne sahip olup, erkeklerini kendilerine bağlayacak yumuşak elleri olmayan kadınlar. Babamı, kendimi, bütün erkekleri düşündüm, yumuşak ellerle okşanmak ihtiyacında olan bizleri, ve kadınlarla olan huzursuzluğumuzu biraz anlar gibi oldum, sert ve kemikli, neredeyse erkeksi elleriyle kadınlarımızı ne kadar çabuk bırakmaya hazır olduğumuzu düşündüm.
Niçin ağlıyorsun? diye soruyorlardı.
Ama onlara ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Herhangi bir şey yüzünden ağlamıyordum. Aslında, ağlamıyordum bile; yalnız hatırlıyordum, hatırlayışım da başkalarına gözyaşı gibi görünüyordu..
Sicilya somutlaşmıştı, bu da acı veriyordu bana..
İş gören her kadın gibi, kendini yaptığı işe kaptıran ve kahveyi sobanın üstünde yapmaya çalışan annemi seyretmeye koyuldum ve onun, kendimin, babamın, savaşta ölen kardeşimin yalnızlığını düşünerek ürperdim.
Aşağılardaki ve tepelerdeki o ışıklar, o dondurucu karanlık, gökteki o donuk yıldız, bir tek gece değil de, sonsuz sayıda gecelerdi; dedemin gecelerini, babamın gecelerini, Nuh’un gecelerini, içkinin çıplaklığı içinde ve savunmasız, aşağılanmış bir çocuktan ya da bir cesetten çok daha az insan olan insanlığın gecelerini düşündüm.
Yeniden dışardaki Sicilya’ya, sonra da sarışın başından ayaklarına kadar anneme baktım; ayaklarında erkek kunduraları vardı, babamın hat bekçiliği yaparken giydiği eski kunduralardı bunlar, yüksek kenarlı, hatta tabanları kabaralı bile olabilirdi- evde rahat etmek için giydiği kunduralardan olduklarını hatırladım- şu ya da bu şekilde erkeğine yapışık olmak için, ya da kendisini bir parça erkek, erkeğin kaburga kemiği gibi hissetmesi için.
Bir an için kendimi değişik yolların kavşağında buldum. Biri beni gene eve, aklımdan çıkaramadığım öldürülen insan yığınlarına, değişmesi imkansız umutsuzluğuma; öbürü ise, Sicilya’ya, dağlara, kavalın içimde duyulan ağıdına, belki de daha az karanlık olan bir sessizliğe, daha az sağır olan bir umutsuzluğa çağırıyordu. Hangi yolu seçersem seçeyim, insanlık batmaya yargılıydı, ben de güneye gidecek trenin saat yedide, yani on dakika sonra kalkacağını biliyordum
Gene de başımdan hiçbir şey geçmemiş gibiydi, ne o ilk on beş yıl, ne de ondan sonraki on beş yıl. Bunca hiç ekmek yememiş, kendimin sayabileceğim hazlarla, duygularla, zenginleşmemiş gibiydim. Bütün bu zaman içinde sanki hiç yaşamamıştım ve içimde bir boşluk vardı- evet, evet- tam bir boşluk vardı içimde. Sonu gelmiş insanlığın yargısını düşünmekten kendimi alamıyor, umutsuzluk içinde sessizce bekleyip duruyordum.
Sanki bir gün olsun yaşamamış, mutluluğun ne demek olduğunu bilememiştim; sanki ne söyleyecek bir sözüm, ne kabul edecek, ne karşı çıkacak, ne de kaybedecek bir şeyim vardı, bütün tutkuların ötesindeydim; sanki hayatım boyunca ne bir lokma ekmek yemiş, ne şarap, ne kahve içmiş, ne bir kadınla yatmış, ne çocuk sahibi olmuş, ne de kimseyle kavga etmiştim; sanki bütün bunların olabileceğini düşünmemiş; sanki hiç adam olmamış, hiç yaşamamış, çocukluğu Sicilya’nın firavunincirleri, kükürt madenleri ve dağları arasında geçen bir bebek olmamıştım. Gene de bu öfke nöbetleri içimi altüst edip duruyordu. Bense, başım önüme eğik, insanlığın umutsuz durumunu düşünüyordum; bütün bunlar olurken de, durmadan yağmur yağıyor, bense, ağzımı açıp kimseye bir şey söyleyemiyordum be yağan yağmur ayakkabılarımın iyice içine geçiyordu
Yağmurdan, gazete başlıklarındaki cinayetlerden, lime lime olmuş ayakkabılarımdaki ıslaklıktan başka bir şey yoktu. Anlamsız bir düş, sessiz bir umutsuzluktu yaşamak benim için. Işin en korkunç yanı da buydu: Umutsuzluğumun sessizliği; insanlığın yok olmaya yargılı olduğuna inanmak, ama onu kurtarmak için hiçbir istek duymamak, bunun yerine onunla birlikte yok olmayı özlemek ..
Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok, dedi. Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.
Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektirecek bir şey de yok, dedi. Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.
Dünya büyük, dünya güzel ama çok canına okunmuş. Herkes acı çekiyor ama her insan kendisi için, canına okunan dünya için değil. Bu yüzden de dünyanın canına okuyanların sonu gelmiyor.
Her zaman başka bir şey için umutlanırlar, daha iyi bir şey için. Her zaman da, onu elde edemeyeceklerinden yakınırlar.
Herkes, her şeyin kötü yanını görmeye hazır.
Bütün kötülük her zaman işsizlikten gelmiyor, mesele işsizlik meselesi değil.
“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
Rahat bırak fakiri..
Ama belki de her insan insan değildir; bütün insanlık insan olmaktan uzaktır.
İnsan çocukken daha çok mu insanlaşıyor acaba? İnsan o zaman daha alçakgönüllü olur, sıkıntılarını kabul edip feryada başlar.
   “Ben, insanlığın yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye, adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye. Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler başarma isteği.”
Çünkü her zaman yerine getirilen ödevler insanın içini rahatlatmaz olmuştu. İnsan hiçbir şey başaramamış gibi oluyordu bu durumlarda. Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bırakıyordu.
“Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”
Yoldan birtakım çocuklar bizi görüp bağırdılar:
“Aa! Hem sigara içiyor, hem ağlıyor!”
“Gözüne duman kaçmış da, ondan ağlıyor!” dediler.
Eh,” dedim. “Senin ve oğlun hakkında. İkiniz de edebiyatın bir parçası oldunuz bile.”
“Belki de ölüleri hatırlamak için buraya gelmişsindir?” dedim. “Hayır,” dedi asker, “daha çok yaşayanları hatırlamak için demek daha doğru olur.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir