Erich Fromm kitaplarından Sevginin ve Şiddetin Kaynağı kitap alıntıları sizlerle…
Sevginin ve Şiddetin Kaynağı Kitap Alıntıları
Kötülük dereceleri aynı zamanda gerileme derecelerini gösterir. En büyük kötülükler, yaşama en çok karşı olan eğilimlerdir. Ölüm sevgisi, ana rahmine, toprağa, canlı olmayan şeylere dönmek için girişilen kandaşlar arası cinsel ilişki bağıyla birlikte yaşama çabası; narsist bir biçimde insanın kendisini kurban etmesi; bu durumda insan yaşama düşman olacak ve kendi benliğinin hapishanesinden kurtulamayacaktır. Böyle yaşamak, cehennem de yaşamaktır.
Kötülük, insanın insanlık yükünden kurtulma yolunda giriştiği trajik çabada kendisini yitirmesidir.
Arzularımızın farkındayızdır ama arzularımızı yaratan dürtülerin farkında değilizdir. Bu yüzden arzularımızın özgür olduğu na inanırız.
Öyleyse sonuç olarak insanın eylemlerinin, her zaman kişiliğini etkileyen (çoğu zaman bilinçaltı) güçlerden doğan eğilimlerden doğduğunu söyleyebiliriz. Bu güçler belli bir yoğunluğa ulaştığında öylesine etkili olabilirler ki insana belli eğilimler vermekten de öteye giderek onu belirlerler; böylece kişinin elinde seçme özgürlüğü diye birşey kalmaz. Birbiriyle çatışan bu eğilimlerin kişilik içinde olumlu bir biçimde etkili olduğu durumlarda seçme özgürlüğü var demektir. Ama bu özgürlük, var olan gerçek olasılıklarla sınırlıdır. Bu gerçek olasılıklar toplam durumla belirlenir. İnsanın özgürlüğü, var olan gerçek olasılıklar (seçenekler) arasında bir seçme yapma olanağından oluşur. Bu anlamda özgürlük zorunluluğun farkında olarak davranma değil seçeneklerin ve bunların sonuçlarının farkında olarak davranma diye tanımlanır. Belirlenmezcilik diye bir şey yoktur hiçbir zaman; bazen gerekircilik vardır, bazen de yalnızca insana özgü farkında olma olgusundan doğan seçenekçilik vardır. Başka bir deyişle her olay bir nedenden doğar. Ne var ki o olaydan önceki etkenler topluluğunda bir sonraki olayın neden olabilecek dürtüler bulunabilir. Bu olası nedenler arasından hangisinin belirleyici neden olacağı insanın karar anının farkında olmasına bağlıdır. Başka deyişle hiç bir şey nedensiz değildir; ama her şey (sözcüğün katı anlamıyla) belirlenmiş değildir.
Bireysellik öncesi varoluş durumuna dönerek, hayvanlaşıp, aklın getirdiği sorumluluktan kurtularak yaşama bir yanıt bulmaya çalışan insanda kan; yaşamın özü olup çıkar; kan akıtarak kişi kendisini canlı, güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün duyar. Öldürmek, en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini doğrulama yolu olur. Bunun tersini düşünürsek, öldürmenin tek mantıksal karşıtı öldürülmektir. İlkel anlamda yaşamın dengesi şöyle kurulur: Öldürebildiğince öldürmek; yeterince kana doyduktan sonra da öldürülmeye hazır olmak.
Kopmuşluğu aşma, bütünlüğe ulaşma yolundaki birinci arayışa ben geriletici yanıt diyeceğim. İnsan bütünleşmek, yalnızlık ve belirsizlik korkusundan kurtulmak istediğinde geldiği yere —doğaya, hayvansal yaşama ya da atalarına— dönmeyi deneyebilir. Kendisini insan kılan ama gene de ona azap veren şeyden, aklından ve kendisinin farkında olma yeteneğinden kurtulmak isteyebilir. Yüzbinlerce yıl insanların salt bunu yapmaya çalıştıkları anlaşılıyor. İlkel dinlerin tarihi, birey söz konusu olduğu zaman da, insanların ağır ruhsal bozuklukları bu çabaya tanıktır. İlkel dinlerde ve bireyin ruhsal yapısında şu ya da bu biçimde aynı ağır ruh bozukluğunu görüyoruz. Hayvansal varoluş biçimine, bireyselleşme öncesi duruma dönüş; insanı insan yapan özellikten kurtulma çabası. Ama bu önermenin de bir anlamda açıklanıp belirlenmesi gerekir. Bu geriletici ilkel eğilimleri pek çok insan paylaştığında kitlelerin çılgınlığı dediğimiz durumu görürüz; çoğunluğa yayılması bu çılgınlığı bilgelik, yalanı gerçekmiş gibi gösterebilir. Bu ortak çılgınlığa katılan birey de bütünüyle yapayalnız, kopmuş olma duygusundan kurtulur; böylece ilerici bir toplumda duyacağı yoğun huzursuzluk duygusundan kurtulmuş olur. İnsanların çoğu için aklın ve gerçekliğin kamunun fikirlerinden öte birşey olmadığı unutulmamalıdır. Başka insanların aklının kendi aklından farklı olmadığı durumda bile insan, aklını hiçbir zaman yitirmez.
İnsan aslında kötü ve çürümüş müdür, yoksa iyi ve kusursuz kılınabilecek bir yaratık mıdır?
İnsan kendisini her türlü kandaşla cinsel ilişki saplantısından kurtardığı ölçüde doğar; ileriye dönerek kendini ancak o zaman gerçekleştirebilir.
Birlikte yaşama bağlılığı ne denli yoğun olursa iki kişinin birbirlerinden ayrı iki insan olduklarını görebilmeleri o ölçüde güçleşir.Ayrı ayrı insanlar olduklarını görememeleri yüzünden birlikte yaşama bağlılığının aşırı durumları içinde, bağımlı kişinin asıl kişiye olan bağlılığından bağımlılık diye söz edilemez. Bağımlılık iki kişi arasında açık bir ayrımı öngörür; bu kişilerden birisi öbürüne bağımlıdır. Birlikte yaşama ilişkisindeyse birlikte yaşama bağlılığı içinde olan kişi kendini bağlandığı kişiden bazen üstün bazen aşağı, bazen da onunla eşit görebilir —ama hiçbir zaman kendini ondan ayrı düşünemez. Aslında bu birlikte yaşama bağlılığına en iyi örnek anneyle cenin arasındaki birliktir.
Bebeğin yaşamı anneye bağlıdır —bu yüzden ona yaşam veren ya da yaşamı geri alabilecek tek kişi annedir. Anne figürü aynı zamanda hem yaşam verici hem de yaşam alıcı, hem sevilen hem de korkulan kişidir.Öte yandan babanın işlevi daha başkadır. Baba insanların yarattığı yasaları ve düzeni, toplumsal kuralları ve görevleri temsil eder; cezalandıran ve ödüllendiren kişidir. Sevgisi koşula bağlıdır; bu sevgi ancak onun istekleri yerine getirilerek kazanılabilir. Bu yüzden babaya bağlı kişi onun sevgisini ancak istediklerini yaparak kazanmayı umabilir; ama babaya bağlı kişinin deneyimlerinde tam, koşulsuz sevginin, kesinlik ve korunmanın getirdiği sonsuz rahatlık duygusu yoktur.
Tehlikesiz düzeyde anne saplantısının oldukça sık rastlanan bir türünü görebiliriz. Böyle erkekler kendilerini rahatlatacak, onları sevecek, onlara hayran olacak bir kadın ararlar; kadın onlara annelik etsin, onları beslesin, onlara baksın isterler. Bu tür bir sevgi bulamazlarsa hafif bir huzursuzluk ve ruhsal çöküntü duyarlar. Anne saplantısının yoğunluğu az olduğu zaman erkeğin cinsel, duygusal yetisi ya da bağımsızlığı, kişisel bütünlüğü zarar görmeyecektir. Erkeklerin çoğunda bu saplantının izleri kalır; her erkekte rastladığı kadında annesinden bir şeyler bulma isteği vardır. Bununla birlikte bağın yoğunluğu fazlaysa çoğunlukla cinsel ya da duygusal bazı çatışmalar ve belirtiler ortaya çıkar.
Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır.
İnsanlar —erkekler ya da kadınlar— yaşamlarının geri kalan süresinde kendilerine Annelik edecek birini bulabilselerdi yaşamın tehlikelerinden ve acılarından kurtulurlardı. İnsanın hiç durmadan bu fata morgana’nın (masal perisinin) peşinde koşmasına şaşmamak gerekir.
Gene de insan yitirilen cennetin geri gelmeyeceğini, belirsizlikler ve tehlikeler içinde yaşamak zorunda olduğunu, kendi çabalarının dışında güvenecek hiçbir şeyi bulunmadığını, kendisine yalnızca geliştirdiği güçlerin direnç ve korkusuzluk kazandırabileceğini az çok bilmektedir. Bu yüzden insan doğduğu andan başlayarak iki eğilim arasında gidip gelir: Bu eğilimlerden biri aydınlığa çıkmak, öteki anne rahmine dönmektir; biri serüvene yönelmek, öteki kesinlik peşinde koşmaktır; biri bağımsızlık için tehlikeyi göze almak, öbürü korunma ve bağımlılık aramaktadır.
Gene de insan yitirilen cennetin geri gelmeyeceğini, belirsizlikler ve tehlikeler içinde yaşamak zorunda olduğunu, kendi çabalarının dışında güvenecek hiçbir şeyi bulunmadığını, kendisine yalnızca geliştirdiği güçlerin direnç ve korkusuzluk kazandırabileceğini az çok bilmektedir. Bu yüzden insan doğduğu andan başlayarak iki eğilim arasında gidip gelir: Bu eğilimlerden biri aydınlığa çıkmak, öteki anne rahmine dönmektir; biri serüvene yönelmek, öteki kesinlik peşinde koşmaktır; biri bağımsızlık için tehlikeyi göze almak, öbürü korunma ve bağımlılık aramaktadır.
Narsist hastalığın son bir öğesini daha eklemek istiyorum bunlara. Aşırı narsist bir topluluk kendisini özdeşleştirebileceği bir önder bulmak ister. Topluluk, kendi narsisizmini yansıttığı bu öndere hayranlık duyar. Aslında birlikte yaşama ve özdeşleşmeden başka bir şey olmayan bu öndere boyun eğme durumu içinde bireyin narsisizmi öndere aktarılır. Önder ne denli büyükse onun izleyicileri de o denli büyük olacaktır. Bireysel yapıları yüzünden, özellikle kendilerine hayran olan kişiler önderin peşine takılmaya en yatkın olan kişilerdir. Kendisinin büyüklüğüne inanmış bu konuda hiçbir kuşkusu olmayan önderin narsisizmi kendisine boyun eğenlerin narsisizmine son derece çekici gelir. Yarı deli önderler çoğu zaman en başarılı olanlardır; ama nesnel yargıdan yoksun olmaları, yenilgi karşısında gösterdikleri öfkeli tepkiler, her şeyi yapabilen bir insan imgesini koruma gereksinmeleri yüzünden bunlar yanlışlara düşerek kendi yıkımlarını hazırlarlar. Ne var ki narsist kitlenin isteklerini doyuracak, yetenekli ama yarı psikozlu kişiler her zaman bulunabilir.
Bilim hiç beklenmedik bir biçimde Narsisizme yepyeni bir nesne yaratmıştır — teknik. İnsanın daha önce akla bile gelmeyen şeyleri yaratmaktan, radyoyu, televizyonu, atom gücünü, uzay yolculuğunu bulmaktan, dünyayı tümüyle yok edebilecek bir güç geliştirmekten duyduğu narsist kıvanç ona kendi kendini büyük görmesine neden olacak yepyeni bir nesne kazandırmıştır.
Topluluk narsisizmini görebilmek bireysel narsisizmi görebilmekten daha zordur. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: Ben (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden zeki, bizden iyi, bizden dürüst insan yoktur, öteki insanların hepsi pis, aptal, ahlâksız ve sorumsuzdur. Pek çok kimse bu insanın kaba, dengesiz, giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin karşısına çıkıp da Ben ve benim ailem yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal parti vb.) koyarak bir konuşma yaparsa ülkesini, Tanrı’yı vb. seven bir insan olarak övülecek, değerli bulunacaktır. Öte yandan başka uluslardan ve başka dinlerden olanlar hor görüldükleri için böyle bir konuşmaya kızacaklardır. Yüceltilen topluluğun içinde her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacak, milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla uygunmuş gibi görünecektir. (Halkın çoğunluğunun akla uygun olarak kabul ettiği şey halkın tümünün değilse bile büyük bir kesiminin kabul ettiği bir şeydir; pek çok insanın gözünde akla uygunluk yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.) Bir bütün olarak topluluk, varlığını sürdürebilmek için narsisizme gereksinme duyduğu sürece topluluk narsist tutumlarını artıracak, bu tutumları özellikle gayet haklı ve erdemli tutumlar olarak gösterecektir.
Tarihte hastalıklarını dünyayı değiştirip narsisizmlerine göre çarpıtarak tedavi eden megalomanyak önderlere daha pek çok örnek vardır. Bunlar tüm eleştirmenleri ortadan kaldırmaya çalışırlar; çünkü kendileri için aklın sesinin yarattığı tehlikeye dayanamazlar.
Narsisizmde daha da tehlikeli, hastalıklı bir etken narsisizm durumunda oluşturulan tutuma yöneltilen eleştirilere karşı gösterilen duygusal tepkidir. Eleştiri yerindeyse, kötü bir niyetle yapılmamışsa insan normal olarak yaptıkları ya da söylediklerinin eleştirilmesine kızmaz. Oysa narsist kişi eleştirildiğinde büyük bir kızgınlıkla tepki gösterir. Eleştirinin yerinde olduğunu narsisizminden dolayı göremediği için, bunu düşmanca bir saldırı olarak görme eğilimindedir. Öfkesinin neden bu denli yoğun olduğunu ancak narsist insanın dış dünyayla ilişkisinin kopuk olduğunu, bunun sonucu olarak da onun çok yalnız ve korkak bir insan olduğunu düşünürsek anlayabiliriz. Bu kişi yalnızlık ve korkaklığını narsist bir biçimde kendini büyük görerek ödünlemektedir. Dünya kendisiyse, dışarda onu korkutabilecek başka bir dünya olamaz; kendisi her şeyse, yalnız değildir o zaman; bunun sonucu olarak narsisizmi zedelendiğinde tüm varlığının tehlikeye girdiği duygusuna kapılır. Korkusuna, kendini büyük görmesine karşın, tek savunma yolu tehlikeye girdiğinde korkusu ortaya dökülerek yoğun bir öfkeye dönüşür. Tehlikeyi uygun davranışlarla azaltmak için hiçbir şey yapamadığından öfkesi daha da çoğalır, narsist güvenliği tehlikeye sokan şeyden onu ancak eleştirmenin —ya da kendisinin— ortadan kalkması kurtarabilir.
Kim olduğunu sorduğumuzda verebileceği en doğru yanıt, onun kendi kafası, ünü, parası, penisi, vicdanı vb. olduğudur. Çeşitli dinlerdeki putlar insanın çeşitli yanlarını gösterir. Narsist kişiye göre narsisizminin nesnesi onun ben’ini belirleyen bu yan niteliklerinden biridir. Ben’ini sahip olduğu nesnelerle özdeşleştiren kişi, onuruna yöneltilen bir aşağılamaya aldırmazken sahibolduğu nesnelere yöneltilen saldırıyı yaşamına yapılmış bir saldırı olarak görür. Öte yandan ben’ini zekâsıyla özdeşleştiren insan için aptalca bir şey söylemiş olmak o denli acı vericidir ki bu acı derin bir ruhsal çöküntüye yol açabilir. Bununla birlikte bazen kendini beğenmiş, narsist bir insanla kendisini değersiz bulan kişiyi ayırt etmek kolay değildir, bunların ikincisi, başkalarına ilgi duymadığı için değil kendinden kuşkulandığı, kendini değersiz bulduğu için övülmek ve beğenilmek ister. Gözetilmesi her zaman kolay olmayan başka bir ayrım daha vardır: Narsisizm ve bencillik arasındaki ayrım. Aşırı narsisizm durumunda gerçekliği bütünüyle algılayabilme yeteneği kaybolmuştur, aşırı bencillikteyse başkalarına karşı hemen hemen hiç ilgi, sevgi ya da yakınlık duyulamaz; ama bu hiç de insanın kendi öznel süreçlerine aşırı önem verdiği anlamına gelmez. Başka deyişle aşırı bencil bir kişi her zaman aşırı narsist bir kişi değildir; bencillik ille de nesnel gerçekliği görmemek anlamına gelmez. Narsisizmi ne denli ağırlaşırsa insan, başarısızlığı ve başkalarından gelecek haklı eleştirileri o denli zor kabul edecektir. Karşıdaki insanın aşağılayıcı bir tutum içinde olduğuna inanarak öfkelenecek ya da o kişinin doğru bir yargıda bulunamayacak ölçüde duygusuz, eğitimsiz vb. olduğuna inanacaktır. (Bununla ilgili olarak çok zeki olmasına karşın büyük ölçüde narsist olan birisi aklıma geldi: Rorschach testinin sonuçlarını söylediğimde kendisinin hiç de kafasında yarattığı ideal kişi olmadığını görüp şöyle demiştir: Bu testi hazırlayan ruhbilimciye acıyorum; çok paranoid bir adam olmalı. )
Narsist kişi kadının kendisini sevmediğine inanmak istemeyecektir. Şöyle akıl yürütecektir: Ben onu bu denli severken onun beni sevmemesi olanaksız. Ya da O da beni sevmese ben onu bu denli çok sevemem. Sonra da kadının duygularına karşılık vermemesini şu varsayımlarla akla uydurmaya çalışacaktır: Beni sevdiğinin bilincinde değil; kendi sevgisinin yokluğundan korkuyor; beni denemek, bana işkence etmek istiyor —buna benzer daha bir sürü neden. Daha önceki örnekte de olduğu gibi burada önemli olan nokta narsist kişinin başka bir insanın içindeki gerçekliği kendisininkinden ayrı bir gerçeklik olarak kavrayamamasıdır.
( ) sanrılarda, duyumların dış olayları kaydetme işlevlerini yitirdiğini görürüz —duyumlar ancak dış dünyadaki nesnelere gösterilen duyumsal tepkiler gibi, öznel deneyleri kaydeder. Paranoya kuruntularında da aynı mekanizma işler. Örneğin öznel duygular olan korku ya da kuşku öylesine nesnelleştirilir ki paranoid kişi başkalarının kendisine karşı elbirliğiyle kötülük yapmaya çalıştıklarına inanır. Nevrozlu kişiyle paranoid kişi arasındaki ayrım buradadır; nevrozlu kişi de hep kendisinden nefret edildiğinden, kötülüğe uğrayacağından vb. korkar; gene de bütün bunların kendi kuruntuları olduğunu bilir. Paranoid kişideyse bu kuruntular gerçek olup çıkmıştır.
Örgütsel olarak düzenlenmiş ve merkezileştirilmiş bir sanayileşmede beğeniler öyle oluşturulur ki insanlar en üst düzeyde, önceden belirlenebilen, en çok kâr sağlayan yönlerde tüketim yaparlar, insanların zekâları ve kişilikleri gittikçe daha önemli sayılan testlerle standartlaştırılır
Öldürme olanağı ve gücü bulamayan ama ölüm sevgilerini başka yüzeysel ya da daha zararsız biçimlerde belli eden birçok birey vardır. Buna bir örnek hiç durmadan çocuğunun hastalıktan, başarısızlıktan, geleceği konusunda karamsar varsayımlarla uğraşan annedir; bu anne çocuğundaki olumlu değişikliklere sevinmez; çocuğun neşesine karşı bir tepki göstermez, onun içinde gelişen yeni bir şeyi fark etmez. Böyle bir annenin düşlerinin hastalık, ölüm, ceset ve kanla dolu olduğunu görürüz. Bu anne çocuğuna gözle görülür bir zarar vermez; ama onun yaşama sevincini, büyümeye duyduğu inancı yavaş yavaş öldürür; sonunda çocuğuna kendi ölümseverlik eğilimini aşılar.
Ölümseverlik eğilimi çoğu zaman karşıt eğilimlerle çatışır; öyle ki bu çatışmadan garip bir denge doğar. Bu tür ölümsever kişiliğe en belirgin örnek C. G. Jung’dur. Ölümünden sonra yayımlanan özyaşam öyküsünde Jung buna pek çok kanıt göstermiştir. Jung’un düşleri çoğunlukla cesetlerle, kanla, öldürmelerle doludur.
Ölümseverlik eğilimi çoğu zaman karşıt eğilimlerle çatışır; öyle ki bu çatışmadan garip bir denge doğar. Bu tür ölümsever kişiliğe en belirgin örnek C. G. Jung’dur. Ölümünden sonra yayımlanan özyaşam öyküsünde Jung buna pek çok kanıt göstermiştir. Jung’un düşleri çoğunlukla cesetlerle, kanla, öldürmelerle doludur.
Ölümseverler geçmişte yaşarlar; hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar, iç dünyaları da doğal olarak duygusaldır; başka deyişle dün sahip oldukları —ya da sahip olduklarını sandıkları— duygularının anısını özenle korurlar. Soğuk, herkesten uzak, yasaya ve düzene tutkun insanlardır. Benimsedikleri değerler bizim normal yaşamımızı oluşturan değerlerin tam tersidir: Onları heyecanlandıran ve doyuran şey yaşam değil, ölümdür.
Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır.
Kişi kendisini daha bağımsız kılacak bir tepki gösteremiyorsa, çoğu zaman sinikliğe, ya da yıkıcılığa sürüklenmekten kurtulamaz.
İnsan zayıflık, kaygı, yetersizlik vb. gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa güçsüzdür, acı çeker; güçsüzlüğün yarattığı bu acı insanca dengenin bozulmasından, insanın eyleme geçme yetisini onarmaya çalışmasından, bütünüyle güçsüz olmayı kabul edememesinden doğar.
Çocuğun anne-babasının sevgisine, doğru sözlülüğüne ve adaletine duyduğu ilk, özgün inanç pek çok kez yıkılır. Bazen dinsel eğitimle yetiştirilen çocuklarda bu inancın yitirilmesi doğrudan doğruya Tanrı’ya olan inancın yitirilmesine dönüşebilir. Çocuk sevdiği küçük bir kuşun, bir arkadaşının, kardeşinin ölümü karşısında iyiliğine ve adaletine güvendiği Tanrı’ya inancını yitirir. Ama burada yıkılan inancın, insana ya da Tanrı’ya duyulan inanç olması pek önemli değildir. Yıkılan her zaman yaşama, yaşamın güvenilir olmasına, onun verdiği güvenceye duyulan inançtır. Her çocuğun bir dizi düş kırıklığına uğradığı elbette doğrudur; ama önemli olan bu düş kırıklığının kesinliği ve yoğunluğudur.
Geçmişte açık ya da gizli birçok katili ya da sadisti kişisel olarak tanımış olabiliriz; ama bunlar kural değil, istisnadır. Sizin, benim ya da birçok normal insanın kuzu postuna sarınmış kurtlar olduğumuza, gerçek kişiliğimizin şimdiye dek bizi hayvanlar gibi davranmaktan alıkoyan yasaklardan kurtulduğumuz zaman ortaya çıkacağına mı inanmalıyız? Doğru olmadığını kanıtlamak kolay olmasa da bu görüş bütünüyle inandırıcı değildir. Günlük yaşamda insanların misilleme korkusu duymadan girişebileceği sayısız zulüm ve sadizm olanakları vardır, ama çoğu insan bu olanakları kullanmaz. Aslında insanların çoğu zulüm ve sadizmle karşılaştıklarında belli bir hoşnutsuzlukla tepki gösterirler.
Belirlenmezcilik diye bir şey yoktur hiçbir zaman; bazen gerekircilik vardır, bazen de yalnızca insana özgü farkında olma olgusundan doğan seçenekçilik vardır.
Kötülükten ayrıl, iyilik yap. kötülükten bütünüyle yüz çevir: o yolda düşünüp durma ve iyilik yap. Yanlış birşey mi yaptın? Öyleyse onu doğru birsey yaparak dengele.
İnsan ne iyidir, ne de kötüdür. İnsanın tek gücünün iyilik olduğuna inanırsak gerçeklere pembe bir gözlük arkasından bakarak onları çarpıtır ya da acı bir umutsuzluğa kapılırız. Öbür aşırı uca inanırsak o zaman da siniklikten kurtulamaz, kendimizde ve başkalarında bulunabilecek iyiliklere gözlerimizi kapamış oluruz. Gerçekçi bir görüş edinmek demek bunların ikisini de gerçekleşebilecek olasılıklar olarak görmek, her ikisinin de gelişmesine uygun koşulları inceleyip öğrenmek demektir.
Birey kendisini her şeyden önce bir dünya vatandaşı olarak görebilirse, insanlıktan ve insanlığın başarılarından övünç duymayı öğrenirse, o zaman narsisizminin nesnesi olarak birbiriyle çatışan ulusal toplulukları değil de tum insanlığı benimseyecektir.
insanın bütünüyle olgunlaşabilmesi için hem bireysel hem de toplumsal narsisizminden kurtulması gerekir. Burada ruhbilimsel terimlerle anlattığımız bu akılsal gelişme temelde insanlığın büyük ruhsal önderlerinin dinsel ruhsal terimlerle anlattıkları gelişmeyle aynıdır. Terimler değişik olsa da çeşitli kavramlarla anlatılan öz ve deneyler değişmez.
Hastalıklı olmayan sevgi iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz. Hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama genelde birbirleriyle açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir.
Buraya dek narsisizm olgusunu, bu olgunun hastalıklı biçimini, biyolojik ve toplumsal işlevini ele aldık. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Narsisizm tehlikesiz kaldığı, belli bir sınırı aşmadığı sürece gerekli ve değerli bir eğilimdir. Bununla birlikte tanımımız tamamlanmış değildir. İnsan yalnizca biyolojik ve toplumsal olarak varlığını sürdürmekle değil, kendisini insan yapan değerlerin geliştirilmesiyle de uğraşır.
Bu yaşama eğilimini çevremizdeki her canlı varlıkta görüyoruz: Işık alıp yaşamak için kayaların arasından fışkıran otlarda, ölmemek için sonuna dek dövüşen hayvanlarda, yaşamını korumak için her seyi göze alabilen insanlarda.
Herhangi bir istekleri ya da gereksinmeleri engellendiği zaman hayvanlarda, çocuklarda ve erginlerde saldırgan davranışlar görürüz. Bu türden saldırgan davranışlar engellenen amaca şiddet kullanarak ulaşma yolunda çoğu zaman boşa çıkan girişimlerdir. Bunun yok etmek amacıyla değil, yaşamak amacıyla girişilen bir saldırganlk olduğu açıktır. Gereksinmelerin, isteklerin engellenmesi birçok toplumda bugüne dek süregeldiğine göre şiddetin ve saldırganlığın sürekli yaratılmasında, sergilenmesinde şaşılacak birşey yoktur.
Toplumsal koşullar robotların doğmasına yol açarsa sonuç yaşam sevgisi değil, ölüm sevgisi olacaktır.
Kötülüğü yaratan koşulları değiştirin, insanın doğuştan gelen iyiliği hemen ortaya çıkacaktır..
Belki insan hem kurttur hem de koyun —ya da ne kurttur ne de koyun.
Gerçekten de yaşamda kesin olan tek şey ölümdür.
Günümüzde yaşama yaklaşım gittikçe mekanikleşmektedir. Başlıca amacımız nesne üretmektir; bu nesnelere tapma süreci içinde kendimizi de mala dönüştürürüz.
Yine de insan kayıp cennetin bulunamayacağını, belirsizlik ve riskle yaşamaya mahkûm olduğunu; kendi çabalarına güvenmek zorunda olduğunu ve sadece kendi güçlerinin tam gelişiminin kendisine bir güç ve korkusuzluk kırıntısı verebileceğini az-çok bilir. Bu nedenle doğduğu andan itibaren iki eğilimin arasında kalmıştır: birisi günışığına yönelmek, diğeri de ana karnına geri dönmek, birisi macera, öteki eminlik; birisi bağımsızlık riski ve diğeri korunma ve bağımlılık.
Anneye ve kabileye bağlı kişi kendisi olmakta, istediği şeylere inanmakta, kendini istediği şeylere adamakta özgür değildir.
İnsanlar – erkekler ya da kadınlar – yaşamlarının geri kalan süresinde kendilerine “Anne” lik edecek birini bulabilselerdi yaşamın tehlikelerinden ve acılarından kurtulurlardı. İnsanın hiç durmadan bu fata morgana’nın (masal perisinin) peşinden koşmasına şaşmamak gerekir.
Yoksa narsisizm insanın içine çok köklü bir biçimde yerleşmiştir de Freud’un düşündüğü gibi insan bu “narsisist özünden” hiçbir zaman kurtulamayacak mıdır? Narsisist çılgınlığı kendisini yıkıma götürmeden insanın tümüyle insan olabilme olanağını yakalama umudu var mıdır?
Farkında olmanın ve çabanın sonucu özgürleşmedir.
Hiçbir şey nedensiz değildir; ama her şey belirlenmiş değildir.
İçinde bulunduğumuz şu günler belki de insanlığın yaşamla yıkım arasında seçme özgürlüğünü kullanabileceği son olanaktır.
Özgürlük sahip olduğumuz ya da olmadığımız sürekli bir özellik değildir.
Adamı astık, şimdi sıra duruşmaya geldi.
İnsan ya geriye dönerek çok ilkel, acınası bir çözüme başvuracaktı; ya da insanlığa doğru ilerleyip onu geliştirecekti.
İnsanların çoğu için aklın ve gerçekliğin kamunun fikirlerinden öte bir şey olmadığı unutulmamalıdır.
Öz’ü oluşturan şey soru’nun kendisi, bu soruya bir yanıt bulma gereksinmesidir. İnsanın çeşitli varoluş biçimleri, özü oluşturan yanıtlar değil bu çatışmaya verilen yanıtlardır.
İnsan şu korkutucu çatışmayla karşı karşıyadır: Doğanın tutsağıdır, ama gene de düşüncelerinde özgürdür; doğanın bir parçasıdır ama gene de doğanın dışına taşmıştır; ne tam doğanın içinde ne de tam dışındadır.
İnsan kendisini her türlü kandaşla cinsel ilişki saplantısından kurtardığı ölçüde doğar; ileriye dönerek kendini ancak o zaman gerçekleştirebilir.
İnsanlar bağımlılıklarından ya da korkularından, çoğu kez ne kastettiklerini bilmeden söz ederler.
Bilincimiz büyük ölçüde kendi toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır; oysa bilinçaltımız her birimizin içindeki evrensel insanı yansıtır.
Tanrı’nın her şeyi bilme, her şeye gücü yetme niteliği insanın Tanrı karşısında alçakgönüllü olmasına yol açacağına, birey kendini Tanrı’yla özdeşleştirmiş, bu özdeşleşme süreci içinde olağanüstü bir narsisizm geliştirmiştir.
Pek çok insanın gözünde akla uygunluk yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.
Bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir kesimini yeterince besleyemiyorsa, toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için hastalıklı bir narsisizmle doyum sağlamak zorundadır onlara.
Kişi yalnızlık ve korkaklığını narsisist bir biçimde kendini büyük görerek ödünlemektedir.
Anne-babanın, özellikle de annenin bebeğe karşı duyduğu sevgi büyük ölçüde bebeğe kendilerinin bir uzantısı olduğu için duyduğu sevgidir.
Her insanda ulaşılamayacak, her türlü çözülme çabasına karşı direnen narsisist bir çekirdek kalır.
Kadınlara araba gözüyle bakar; hangi düğmelere basılacağını çok iyi bilir; kadınları heyecanlandırma, hızlandırma gücüne bakıp kendine hayranlık duyar, sonra da soğuk, ilgisiz bir gözlemci olarak kalır.
Ne var ki insan cansız bir nesne olarak yaratılmamıştır; nesneleşirse yok olur; nesneleşme süreci tamamlanmadan önce de insan umutsuzluğa düşerek yaşamı yok etmek ister.