İçeriğe geç

Sessizliğin Gürültüsü Kitap Alıntıları – Juli Zeh

Juli Zeh kitaplarından Sessizliğin Gürültüsü kitap alıntıları sizlerle…

Sessizliğin Gürültüsü Kitap Alıntıları

Hayatta öyle şeyler var ki, mümkün değil insanın onlara hazırlıklı olması.
İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik, en gürültülüsü.
İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik en gürültülüsü.
fuct to forget, but don’t forget to fuck
Bosna’da materyalizm ile inanç ve fikirler dünyası arasında o büyük savaş patlak verdi
Tarihin hurufat kutusunda duruyorum ve bozulmamış hiçbir şey yok
Sadece evi topçu mermileriyle kalbura çevirmekle kalmamışlar, daha sonra evi havaya uçurmuşlar. Elle. İşte bize karşı o kadar titizdiler
Parmak ucumda üç kirpik var, üflemek istiyorum onları, üç dilek tutmak için. Aklıma dileyecek bir şey gelmiyor. Mutlu olduğumdan değil, bu dünyada neyin önemli olduğunu unuttuğumdan.
Yine geldiler işte, iklimin tetiklediği o kötü düşünceler.
Biri köpeğiyle birlikte bir restorana girmek istediğinde, diyor Dario, onun Alman olduğu hemen anlaşılır.
Ya da biri Balkanlardaki savaşın halkların birbirlerinden nefrer etmesinden kaynaklandığını düşündüğünde.
Bazı dünyalarda savaş hiç bitmez.
Savaş, diyor tam o anda, insanın çocukluğunu çalıyor. Bugün koca bebeğin tekiyim ben. Her açıdan çocuk gibiyim.
Köpeklerin otobüse binmesi yasakmış. Tasmalı da binemezmiş. İster dünyanın en iyi köpeği, ister ağızlıklı, ister bağlı, ister uyuşturulmuş olsun. Belki de bagaj bölmesinde seyahat edebilirmiş, en iyisi bavul içinde. Şoför tamam derse. Dünyanın her ülkesinde anlaşılacak bir el hareketi yapmak istedi canım.
Köpek de Mile’nin ev kedilerinin neden kibirli olduklarını, bu kibrin nelere yol açtığını anlamaya çalışıyor.
Karanlığın ortasında, üzerinde Bu ülke turistik seyahatler için elverişsizdir yazan beyaz bir benek. Bu beneğin adı Bosna-Hersek.
İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik en gürültülüsü.
Kendimi sanki ülke beni katetmiş ve ben kollarım sarkık geride kalırken o evine dönüyormuş gibi hissediyorum. Ziyaret edilmiş gibi.
İnsan burada yaşamak için / yaşamaz sadece.
İnsan burada ölmek için / yaşamaz sadece.
İnsan burada yaşamak için / ölür de.
Öfkeleniyorum çünkü ne Latin ne Kiril harfli tek bir tabela bile Srebrenica’yı işaret etmiyor. Tıpkı Asteriks kitabındaki Galyalılarda olduğu gibi: ‘Alezya mı? Alezya diye bir şey bilmiyoruz.’
Srebrenica olayı değirmenimde öyle büyük bir su ki, sigortası atıyor. Bir güvenlik bölgesi kur, medyada bununla övün, bölgeden gelen mültecilere güvenli bir sığınak vadet. Sonra da şehrin birkaç gün içinde boşaltılmasına izin ver. BM askerlerinin gözleri önünde sekiz bin insan katledilsin, evlerde, sokaklarda, ormanlarda cesetler. Bir gerekçe öne sürmek bile anlamsız. Susabilir, utanabilir insan.
İnsan seyahat ederken her zaman büsbütün değiştiğini düşünür. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını. Evde eski kendin, koltuğa oturmuş seni bekliyor ve açgözlü bir karşılamaya hazırlanıyor.
Bir Alman Bosnalıları bayram ederken gördüğünde hüzünle başını sallar: Ancak her şey yitirildiğinde insan güzel şeylerin farkına varabiliyor. Ya da: Bayramlarla savaşın korkularını bastırıyorlar.
Kendinizi evinizde hissettiğiniz bir yeriniz yoksa en azından zamana tutunmalısınız.
Dehşete kapılıyorum. İnsanlar başka insanları öldürebilecek durumda oldukları için değil, bunu yapabilecekleri anlaşılamadığı için. Bir çocuğun doğumundan, bir evlilikten veya sevdiğin bir insanın ölümünden farklı olarak, öldürmek ne yüzde, ne jestlerde ne de elde hiç bir iz bırakmadığı için.
Gelecek ve bugün hiçlikten ibaretse ve geçmiş de bu hiçliğin üretildiği yerse, geriye ne kalıyor diye soruyorum kendi kendime.
Buralarda gelecek, burnunun beş santimetre önünde gördüğündür. Ondan sonra hiçlik başlar.
İnsanın birlikte bir şeyi gözetmek zorunda olduğu durumlarda uyku bile herkese ait ortak bir kaptan çalınır.
Saraybosna bir açık hava müzesine, savaş müzesine, Avrupa tarihi müzesine benziyor. Müslümanlar ile Hristiyanlar, katedraller ile sinagoglar, Batı ile Doğu, bakımsızlık ile zerafet bir denklemin iki yanında, karşı karşıya duruyor, birbirini iptal ediyor ve çizginin altında geriye sıfır kalıyor.
Kendimi kaybolmuş hissediyorum, bütün hatıralardan kopmuş. Tekrar bir çocuğum ve dünyanın haline şaşıra şaşıra birkaç saat içinde büyüyorum.
Kelebekler terlemez, onlar her daim taze, kaygısızdır.
‘Savaş,’ diyor tam o anda, ‘insanın çocukluğunu çalıyor. Bugün koca bebeğin tekiyim ben. Her açıdan çocuk gibiyim.’
Hayatta öyle şeyle var ki, mümkün değil insanın onlara hazırlıklı olması.
İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik en gürültülüsü. Cehennemden sağ çıkmak isteyen, onun sıcaklığını almalı.
Saraybosna bir açık hava müzesine, savaş müzesine, Avrupa tarihi müzesine benziyor. Müslümanlar ile Hıristiyanlar, katedraller ile sinagoglar, Batı ile Doğu, bakımsızlık ile zarafet bir denklemin iki yanında, karşı karşıya duruyor, birbirini iptal ediyor ve çizginin altında geriye sıfır kalıyor.
Diğer yandan: Her şey bir şeyi hatırlar.
İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik en gürültülüsü. Cehennemden sağ çıkmak isteyen, onun sıcaklığını almalı.
Üşüyorum.
Koskoca hayat, hayal edilmiş.
Burada ülkenin iskeleti açıkta yatıyor. Burada ölüm bereketli doğanın katları arasında yaşıyor.
Bazen kafa ile gözler birlikte bir kamera oluşturduğunda insan kaydettiği resimleri unutmayacağından emin olabilir.
Hatıralar geri vitese takmış, üzerime geliyor:
BM askerlerinin gözleri önünde sekiz bin insan katledilsin, ev-ler-de, sokaklarda, ormanlarda cesetler. Bir gerekçe öne sürmek bile anlamsız. Susabilir, utanabilir insan. Hatta dua da edebilir, inançlıysa.
İnsanları neyin mutlu ettiğini düşünerek. Bosna’da mutluluğun Almanya’dakinden farklı işleyip işlemediğini. Bir Alman Bosnalıları bayram ederken gördüğünde hüzünle başını sallar: Ancak her şey yitirildiğinde insan güzel şeylerin farkına varabiliyor. Ya da: Bayramlarla savaşın korkularını bastırıyorlar!
Burnunda bir nokta var, bu noktadan sola ve sağa dört siyah kıvrık çizgi çene kemiğine kadar uzanıyor. Savaş boyası.
Harika, deyip kanlı gözümü işaret ediyor.
Gerçek mi bu? diye sorup işaretparmağımı neredeyse yanağına değdiriyorum.
Tabii ki.
Dövmeciler arasında bir onur hukuku vardır. Müşteri ne teklif ederse etsin asla yüze dövme yapılmaz. Ama buna rağmen yapılmışsa, işte o zaman insan o kişiyle çok iyi dost olmalı.
Manzara geldiği hızla yok oluyor. Gacko çöplüğünde hava boğazıma çökmüş bir lokma gibi boğuyor beni. Eşelenmiş toprak ve zifire bulanmış bacalar karşısında sevinmeyi başaramıyorum, oysa birkaç kişinin artık işsiz olmadığını gösteriyorlar.
Elektrik yoksa radyo yok, televizyon yok, müzik yok, okumak için ışık yok, telefon yok, cep telefonu dahi yok. Matkap, çamaşır makinesi veya buzdolabı da yok. Bekliyorlar. Ne yapalım? diyor bakkal amca.
Bense hiçbir yerde kalamam, özellikle de bir insanın yanında. Dilsizlik için en iyi açıklama yalnızlıktır.
Huzur kısa sürüyor.
Mezarlar biraz önce başka bir yerde değil miydi?
İnsan kendi gözlerine güvenmemeye bile alışıyor.
If you have two people, you have war! * diye arkamdan bağırıyor.
*İng. Nerede iki insan varsa, orada savaş da vardır. -ç.n.
İnsan ölmekten sürekli korkabilir mi?
İnsanlar korkuyor, diyor hentbolcular ve gözlerini güneş geldiği için kısıyorlar. Bir Hırvat ailesini düşünün, artık sadece Sırpların yaşadığı bir köye dönüyorlar, kafaları bu köyde yaşananlara dair hatıralarla dolu. Tıpkı bir tavşan ailesine bundan sonra aslan kafesinde yaşayacaksın demek gibi.
Bu kadar mı birbirlerinden nefret ediyorlar? diye soruyorum.
Nefret söz konusu değildi, diyor bölük komutanı, sadece korkuydu.
Haklı bir korku mu? diye soruyorum.
Gülümsüyor, çok şey bilen birinin gülümsemesiyle.
Gök yerine gökler demeli, çünkü birden fazla var. Şehir gömlek değiştirir gibi havasını değiştiriyor, hazır çerçeveye yeni bir resim asılması yeterliymiş gibi göğün yerine yenisini koyuyor.
Savaş sadece insanları değil hikâyelerini de öldürdü.
Peki , diyor İngilizce, ülkemizi nasıl buldunuz?
Onu gücendiremeyecek kadar nazik, yalan söyleyemeyecek kadar da dürüstüm.
Çok iyi, diyorum. Merak ettim, acaba neden bir McDonald’s yok?
Gülüyor, bir elini baldırına vuruyor ve diğer eliyle de terini siliyor.
Size bir şey söyleyeyim. Bu ülke hiçbir şey. Eskiden her şeydi, şimdi hiçbir şey.
Böyle cümlelere cevap vermek zor, bu yüzden de başımı Haklısın, ama zavallı ülkeye de o kadar haksızlık etme anlamına gelecek biçimde sallıyorum. Oysa hiç de haklı değil.
Buralarda gelecek, diyor, burnunun beş santimetre önünde gördüğündür. Ondan sonra hiçlik başlar.
Şehrin ıslah edilen bölümü burada sona eriyor ve daha sonra evler, yarılmış, kömürleşmiş çatılarını suda boğulanlar gibi havaya uzatıyor. İyi ki evlerin sesleri yok. İniltilerine, bağırışlarına, yardım çığlıklarına dayanmak imkânsız olurdu.
Yürümeye devam ediyorum, bir uyurgezer gibi
Erkekler selâmlaşırken yanaklarından öpüşüyorlar; bir sağdan, bir soldan, arka arkaya dört kere hem de; yabancı dil ağızlarının önünde konuşma balonları gibi asılı duruyor. Konuşmak bedenlerin birbirine dokunması demek, birilerinin habire koluma dokunmasına alışmaya başlıyorum. Ömrü boyunca yabancıların dokunduğu köpek de kendini böyle hissediyor olmalı. Sokaklardaki canlılık zirvesine ulaşmak üzere, hava sıcaklığı güneşin son ışıklarıyla birlikte yükseliyor. Tabii ya, cuma akşamı. Cumartesi akşamüzerleri IKEA’da bile daralırım ben. Bu ülkede şehirler, tıpkı manzara ve hava gibi saniyeler içinde yüzlerini değiştiriyor. Sırf eğlence olsun diye, hayalimde bugünkü gibi bir akşamda, bir seyahat otobüsü dolusu Almanı gözleri bağlı halde buraya taşıyor, sonra da onlardan nerede bulunduklarını tahmin etmelerini istiyorum.
Anılar akustik bir şey, içsel bir müzik midir, yoksa karatahtaya sürülen tırnakların çıkardığı gibi dayanılmaz ama bastırılabilen bir ses mi? Radyo para ödemek zorunda olmadığınız bir gürültü, tıpkı sokakta bağırmak gibi. Keşke kulaklarımı tıkayabilsem. Görünüşe bakılırsa içimde bastırılması gereken bir ses yok.
Kalbime giden yol midemden geçmeyecek.
Böyle devam edemez. Bir düzen tutturmam gerek. Şu soruların cevaplanması gerek:
Karpuzlar nerede yetişiyor?
Neretva Nehri ne kadar yeşil?
Burada neden savaş çıktı?
Kim kimden ne kadar nefret ediyor?
Gökyüzündeki ağır bulutlara sipsivri kurşun kalemler misali nişan alan minareler Allah’ın mesajını veya I love Sarajevo” cümlesini yazmaya hazırlar. Minarelerin ilk dokunuşta kırılacaklarını ve Allah’ın mesajını öğrenemeyip Saraybosna’yı sevmeyeceğimizi hafif bir ürpertiyle öngörüyorum.
Meyve tezgâhından hani harıl yapışık ikiz mürdüm eriği ayıklayıp topluyorum. Yalnız olduğumdan mıdır acaba?
Her yerim ıslak. Görülecek o kadar çok şey var ki yine canım sıkılıyor. Küçük evlerin çatılarının pembe pembe beneklendirdiği, evlerin üstünde de Bosnalıların uzun kışı geçirmek için ağaç keserek Sırplara karşı siperlerini kendi elleriyle yok ettikleri yamaçları özlüyorum.
Pazarda bir Müslümanın ihtiyaç duyduğu her şey var: terlikler, kepler, halılar, çay aletleri, nargileler ve başörtüleri, mücevherler, kıyafetler ve çantalar, ayrıca adları akılda zor kalan baharatların kokuları. Yan yana bir labirent halinde bir arada duran karanlık ahşap kulübelerde satış yapılıyor. Sabahın altısı, bir Doğu ülkesindeyim.
Birkaç Saraybosna gülü gördüm bile: yerde, her biri üç kurbanın anısına kırmızı reçinelerle doldurulan havan mermisi delikleri. Sanki kaldırımların bu noktalarında kan dolu balonlar patlatılmış. Yine de ayaklarımın dokunduğu her karış toprağın, her duvarın, her pencerenin, her bir ağaçtaki her bir yaprağın onları gerçek bir şehir halinde birleştiren bu adın, yani Saraybosna nın bir parçasını taşıdıklarına inanamıyorum. Bu şehir benim için yıllarca demirperdenin arkasındaki kara kutudaydı, insanın dünya haritası üzerinde parmağıyla geçiverdiği bir yerdi. Ta ki şehir bir savaşla ilk kez uluslararası sahneye çıkana, karanlık toz bulutlarını ve havaya saçılan ev parçacıklarını gösteren kötü kaliteli televizyon kayıtlarıyla kendini tanıtana kadar. Saraybosna , insanın kimin tarafını tutacağını bilmediği akıl karıştırıcı bir kavga. Taşlardan, ahşaptan, metalden, hatta insanlardan oluşmuyor. Başardım, oraya vardım.
Adımlarımın ölçüsüne uygun olarak adını fısıldıyorum, Saray-bos-na, sanki bu şekilde adını ait olduğu kaldırıma işleyebilirmişim gibi. Olmuyor. Kalan anlamını da yitiriyor, do-re-mi-fa-sol gibi bir şeye dönüşüyor.
Kendimi kaybolmuş hissediyorum, bütün hatıralardan kopmuş.
Kelebekler terlemez, onlar her daim taze, kaygısızdır.
Savaş, diyor tam o anda, insanın çocukluğunu çalıyor. Bugün koca bebeğin tekiyim ben. Her açıdan çocuk gibiyim. Bu seni rahatsız etmesin.
Yüreğimden yumruklar çıkıyor ve içeriden göğsüme vuruyorlar. Birisi, Sabret, biraz sabret diye fısıldıyor kulağıma.
Demek insanlar her türlü otorite karşısında dayanışma sergiliyorlar.
Bosna-Hersek insanın arabayla gidebileceği bir yer mi, yoksa savaş haberleriyle birlikte yeryüzünden silinmiş bir yer mi öğrenmek istiyorum.
Karanlığın ortasında, üzerinde Bu ülke turistik seyahatler için elverişsizdir yazan beyaz bir benek. Bu beneğin adı Bosna-Hersek.
Seyahat, ömrümüz boyunca hatırlayacağımıza inandığımız, eve gelir gelmezse unutuverdiğimizşeyler yaşamaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir