İçeriğe geç

Selected Stories of Ömer Seyfeddin Kitap Alıntıları – Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin kitaplarından Selected Stories of Ömer Seyfeddin kitap alıntıları sizlerle…

Selected Stories of Ömer Seyfeddin Kitap Alıntıları

Memlekette çıldırmayan kimse kalmadı.
İlmin tanıdığı ahlakta kanun, hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlaklı olurdu.
– Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi göremiyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz.
Hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?
Kula kul olmak, fâni dünyada birisine minnettar kalmak azapların en ağırıydı.
Sanki durmak, dinlenmek Türk’ün nasibi değildi.
Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor,kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor,başka memleketlerin,başka şeylerini öğreniyorsunuz.Onlara benzemek istedikçe,kendi benliğinizden uzaklaşıyor,etrafınızdan nefret ediyor,hakikaten sevinçten,saadetten mahrum kalıyorsunuz.
İnsan bir bahar sabahı,kendi yaşını unuturda kalbini dinlerse,akla gelmedik budalalıklara kalkar.
Bilinç, başımıza yakmayan bir yıldırım gibi nasıl düşer?
İnsanlar ne tuhaftır. Fikrine, ümidine, arzusuna muhalif bir şeye rastgelince hemen bozulur.
Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?
-Bunlar Türk değil mi?
-Türk Ne olacak?
-Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser
Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti
Nâdân ile sohbet etmek güçtür bilene;
Çünkü nâdân ne gelirse, söyler diline.

*Nâdân: bilgisiz, cahil

Acaba hayale benzeyen bir gerçek yok mudur? Olsaydı, mutlaka mutluluk da olacaktı.
Memlekette çıldırmayan kimse kalmadı.
Nadan ile sohbet etmek güçtür bilene,
Çünkü nadan ne gelirse söyler diline!
Kula kul olmak, ölümlü dünyada birisine minnettar kalmak üzüntülerin en ağırıydı.
Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir semtte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyal vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükümetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir?
Tabii edebiyat dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve kadın Oysa Türkiye’de ikisi de yoktur. Türk semtinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine girer.
Türkiye’deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani sosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye’de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek Çünkü sevmek için önce görmek lazım.
„Yapılan iyiliği başa kalmak karaktersizliktir…“
itiraf edilen kusurlar hep affedilirler.
Felaket zamanında en çürük temeller üzerine ümit bina etmek ne hoş bir tesellidir.
İnsanın yirmi yaşındayken kalbi ne faaldir!
Alafrangalık, bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, ayakkabılarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, kıyafetlerimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Mutluluk uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya dönüştü. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve dertli bir nesil Her şeyden nefret eden, her şeyi kötü gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi olmayan bir nesil, ah şimdiki dertli ve veremli çevre
Bu parlak, taze doğa ona karamsar görünüyor, mermer havuz, genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları veremli kızların harap çiçekli kabirlerine benziyordu.
Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey sanıp kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz!
”Hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur? ”
Kadın, sanki dururken sönmüş bir lamba gibidir.
Güzelliği gülerken tutuşur.
Evet, bir kere deli olan artık akıllanamıyordu.
Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş!
Memlekette çıldırmayan kimse kalmadı.
Ama Allah kerimdi.
Hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş,
bunamış sanılıyordu.
İnsanın yirmi yaşındayken kalbi ne faaldir!
Sevenlerimiz de var ..
Siz sevenlerden misiniz?
Kadın, sanki dururken sönmüş bir lamba gibidir. Güzelliği gülerken tutuşur.
İnsanlar ne tuhaftır. Fikrine, ümidine, arzusuna muhalif bir şeye rastgelince hemen bozulur.
Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk’ün ateş bakışları altında erimişti.
Devletten hep alınmaz ya Biraz da verilir!
Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.
İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi.
– Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim’i tutsak etmişti.
Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu.
Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi.
– O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin
– Boş laflarınla şairane hayallerimi dağıtıyorsun!
– Mutlaka maddi bir hediye götürmek lazım mı? dedi. Manevi bir hediye
götürelim. Bedava, fakat çok kıymetli bir şey
– Ne gibi?
– Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.
– Böyle bir maskaralık olmaz.
– Vay, sen şiiri küçük görüyorsun ha
– Canım şey
– Ne?
– Böyle şey olur mu? Niçin?
– Sonra bize
– Ne diyecekler?
– Deli derler..
– Benim başkalarının aşklarıyla uğraşacak vaktim yok
Bir çocuk, haykırışıyla ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür büyür, göğsümü acıtır.
Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma!
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış.
Ansızın bozulan bir saat gibi, sanki kafası durdu.
Otağ, gözünde yeri değiştirilen bir Kâbe’ydi. Kâbe’si yıkılan bir inançlının aceleciliğiyle ağır ve keskin mahmuzlarını atının karnına vurdu.
Hem yürekli, hem erdemliydi!
– Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?
– Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
– Çok yaşlısın baba
– Ama yüreğim güçlüdür.
– Rahat et! Bizi seyret!
– Kırk yıldır dövüşü özledim.
Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil mi?
– Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz!
Akşamın hayırı, sabahın kötülüğünden beterdir.
Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik
Molla reddetti:
Hâşâ!.. Ben ömrümde bir damla ağzıma koymamışım, elhamdülillah
Peki, bu koku ne be?
Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım.
Ya!
Evet.
Öyleyse Allah rahatlık versin!
Sana da
Ramazanda mıyız yahu?
Hayır.
Üç aylarda mıyız?
Hayır.
Ee, bu ne orucu?
Ben bütün yıl bir gün yer, bir gün tutarım!
Sahi mi?
Vallahi.
Türkiye değil mi? Sınırı geçer geçmez Bağdat’a kadar hepsi aynı!
Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler
‘Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir