İçeriğe geç

Selçuklu’nun Şifreleri Kitap Alıntıları – Talha Uğurluel

Talha Uğurluel kitaplarından Selçuklu’nun Şifreleri kitap alıntıları sizlerle…

Selçuklu’nun Şifreleri Kitap Alıntıları

Yıllar önce duyduğum bir söz hala kulaklarımda çınlar: Türkler İslamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Bizde, ya insanlık için anlamlı bir yerde yatmak vardık ya da insanlık için anlamlı işler yapmış insanların gölgesinde yatmak vardır.
Birileri son bir asırdır bizlere, Ortadoğu Arap’ın, Balkanlar Yunan’ın, Bulgar’ın diyerek bin yıla yakın bir mirası fevkalade bir şekilde unutturmayı başarmışlardır!
Türkler İslamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Başladık

Adaletin Kartalı! Büyük Selçuklu.

Yıllar önce duyduğum bir söz hâlâ kulaklarımda çınlar:
“Türkler, İslamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.”
Ebu Zerr Gıfari’nin(r.a) bir defasında Şam’a kadar gidip Hz. Muaviye’yi ziyareti sırasında yaşadıkları, aslında sahabenin yönetime olan tepkisini çok açık bir şekilde göstermektedir. Emevilerin yönetim merkezine gittiğinde saraya alınırken uygulanan teşrifat kuralları Ebu Zerr’i rahatsız etmişti. Kapıcılar korumalar derken Hz. Muaviye’nin yanına alınmış, ortamın şatafatı debdebesi onu bir hayli rahatsız etmişti. Bu son derece düzgün ve Allah’tan başkasına eğilmeyen fıtrata sahip adam dayanamayarak Emevi hükümdarı ve İslam halifesi unvanını taşıyan Hz. Muaviye’ye bir tokat vurarak onu ikaz edecek, “Biz Hz. Peygamber (ص) döneminde böyle şeyler görmedik. Onun yanına rahatlıkla girip çıkabiliyorduk. Sen neler yapıyorsun, hem bu şatafat da nedir?” diyecektir. Adamlarının müdahalesi üzerine Ebu Zer’e(r.a) dokundurmayan Hz. Muaviye(r.a)onu güzellikle gönderecektir. Hz. Muaviye’nin bu denge politikası ne yazık ki oğlu ve devamında gelen Emevi halifeleri döneminde gözetilmeyecektir.
İskenderiye Üniversitesi profesörlerinden
f. Huleyf, yayına hazırladığı İmam Maturidi’nin Kitâbüt Tevhid eserinin önsözünde şu cümleleri sarf eder;

“Mâtüridi, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e yardımcı olma hususunda Eş’ari’ye karşı bir üstünlüğe sahiptir.”

Hz. Muhammed’in(ص) vefatından 3 asır sonra yaşayan bu alim, İslam itikadı konusunda bütün Arap dünyasını okutacak bir ilme nasıl sahip olmuştur. Hem de doğduğu yer ne Mekke ne Medine ne de Hicaz Yarımadası’na ait bir yer değilken.

Hadis denilince akla gelen en kapsamlı en sahih eser Buhari. Kimdir İmam Buhari?

Buhara’lı bir Türk alimi. Bu eseri nerede kaleme almıştır? İslam dünyasını karış karış gezerek Orta Asya’da. Hiç düşündük mü, Peygamber efendimiz’in (ص) sözlerinin toplandığı bir eserin nerede ve kimler tarafından yazılması gerektiğini. Aslında böyle bir eser Mekke ve Medine’de yazılmalıydı. Yazan kişi de o topraklardan olmalıydı. Peki neden Orta Asya ve bir Türk alimi? Bitmedi devam edelim.

İmam Buhari’nin Sahih-i Buhari’sinden sonra aklımıza gelen İslamiyet’in diğer asli kaynakları. Tirmizi! İmam Tirmizi kimdir? Anne babası Mervli olup kendisi bugün Özbekistan’ın Tirmiz şehrinin Buğ köyünde doğmuş bir Türk alimidir. Devam edelim;

Sahih-i Müslim’in yazarı İmam Müslim Horasanlı bir İslam alimidir. Bu büyük muhaddis İmam Buhari ile birlikte İmameyn (İki İmam) olarak anılacak kadar hadislere vâkıf bir zattır. Vefatında Nişabur’a defnedilmiş olup vefat tarihi Hicri 261’dir. Yani Peygamberimizin (ص) vefatından 251 sene sonra 57 yaşında vefat etmiştir. Hz. Muhammed’in(ص) vefatından sadece iki asır sonra O’nun (ص) sözlerini herkesten, O’nun (ص) hemşerilerinden daha iyi bilen bu Orta Asya kökenli insanlar nereden çıkmıştır? Onları kim yetiştirmiştir? Bu iş neden ve nasıl Türklere nasip olmuştur? Bu soruların cevaplarını hiç düşündük mü?

Liste uzun, peki ya Ebu Davud, ünlü Sönen adlı eserin müellifi. Horasan doğumlu bu büyük alim 500 bin hadis-i şerif içinde 4800 hadisi yirmi sene içinde büyük bir titizlikle seçerek bütün mezheplerin önünde saygı ile hazırola geçtiği eserini verecek kadar hassas bir alimdir.

İşte onları bu kadar büyük yapan şey buydu. Güçlü ordulara sahip olmaları, çok iyi silah kullanmaları, nice toplumları emirleri altında barındırmaları değildi işin sırrı. Onların asıl gücü herkesin maddeye taptığı, gönlünü geçici şeyleri kaptırdığı demlerde onlar kalıcı olana Dilbeste olabiliyorlardı.
Esas itibariyla İran coğrafyasındaki eski İslam-dışı fikirlerin bir şekilde İslam toplumuna sızması olarak değerlendirilebilecek olan bu durumda başka hadiselerin de etkisi vardır. Mesela Hz.Ali’nin oğlu ve Peygamber Efendimiz’in biricik torunu Hz.Hüseyin’in son Sasani hükümdarının kızı Şehr-i Banu ile evlenmesi ve Zeynel Abidin Hz.’nin bu izdivaçtan doğması, bu sapkın yaklaşımlar tarafından kullanılmak istenmiştir. Irklarını yeni dinlerinden üstün tutan birçok İranlı, 12 İmamı, Hz.Muhammed’in soyu değil eski devlet başkanları Sasanilerin soyu olarak görüp sahiplenecek ve Şiilik bu şekilde İran topraklarında ırkçı bir zemin de kazanacaktır.
Büyük Selçukluların kendisinden önceki diğer Türk devletleri gibi Orta Asya’da kalmayışı da manidar. Ön Asya ve İran topraklarına yerleşip bambaşka topraklarda hakimiyet kuruyor. Oradan da Anadolu ile ilgileniyor.
Aksine son derece büyük bir devlete yöneticiler birbirleriyle uyum içinde değillerse, birinin başarısı diğerini rahatsız ediyorsa ve amaç bütüncül başarılar değil de şahsi hedeflerse o devlet gücün zirvesinde de olsa tepetaklak olmaya mahkumdur. İşte size Gazneliler ve Selçukluların özeti.
Bir tarafta o günlerden dünyanın bir numarası Gazneliler bulunmaktaydı. Gazneli Mahmud’un şahsında yıldızı alabildiğine parlamış, bütün düşmanlarını bertaraf etmiş, Hindistan’ın en zengin şehirlerini alarak hazinesini alabildiğine doldurmuş, güçlü orduları ile yıllardır yenilgi nedir bilmeyen bir sistemin sahibi olmuş bir devlet vücuda getirilmişti. Öbür tarafta liderleri Selçuk Bey vefat etmiş, yerine geçen lideri bir kaleye hapsedilmiş, ana birlikleri dağıtılmış, yurtlarından sürülmüş, dağınık ve başsız ve bir o kadar da mecalsiz bir Oğuz birliği vardı. Şu manzaraya bakarak filmin sonunu tahmin edebilirsiniz. Ancak kader ve tarih insanı yanıltma noktasında eşi benzeri olmayan iki unsurdur. Burada da kader kalemi işlemeye başlayacak, tarihten ibret dersi çıkarmayanlar güçlü iken zayıf, zayıflar düzgün işleri neticesinde sürünürken hakim olacaklardır.
Yıllardır duyduğum şeylerin gerçek olduğunu görmek beni üzmüştü. Pehleviler dönemindeki Perslik akımları ve Selçuklu düşmanlığı! Pehlevilerin emriyle İran kütüphanelerindeki yüzlerce Selçuklu elyazmasının yakılıp yok edilişi. Selçukluların başkenti Rey’in, kazı yapıyoruz bahanesiyle şer ellere teslimi ve dinamitlerle patlatılarak yapılan kazılarda koca bir Selçuklu kültürünün yok edilişi. Bugün Rey’e gittiğiniz zaman toprak yığınlarından başka pek bir şey göremeyeceğiniz gerçeği!
Sultan Melikşah’a Nizamiye medreselerini kötülerler, okulların masraflı olduğundan, yılda 300 bin dinar civarı masrafları bulunduğundan, bu parayla nice savaşların kazanılabileceğinden dem vururlar. Sultan, Nizamiyelerin masraflı olup olmadığını öğrenmek amacıyla Nizamülmülk’ü çağırır ve durumu sorar. Aldığı cevap kulaklara küpe niteliğindedir:
Sultanım, ordunuza bu meblağın çok daha fazlasını harcıyorsunuz. Ancak bu askerlerin okları bir milden öteye gitmez. Oysa ben size öyle bir manevi ordu hazırladım ki onların duaları ok gibi arşa ve Allah’a kadar uzanır.
Sultan Melikşah normal kaidelere göre hilalin görülmesini delil sayarak Ramazan’ın başladığını ilan etmişti. Fakat İmam Cüveyni sarayın bu ilanının geçersiz olduğunu, Ramazan’ın başlangıç gününün bir sonraki gün olduğunu ilan edecektir. Bu hadiseyi öğrenen Sultan Melikşah İmam Cüveyni’yi yanına çağırtacak ve bu durumun hikmetini soracaktır. İmam Cüveyni’nin cevabı manidardır:
Yönetime ait konularda emirlerinize itaat görevimizdir. Ancak fetvaya ilişkin meselelerde de sultanımızın bize sorması gerekir.
Bu sözler karşısında nice yönetici hiddetlenecekken Sultan Melikşah teşekkür edecek, bu âlim ve cesur zatı saygıyla uğurlayacaktır.
Yeryüzünde gerçekten müstesna olan sadece dört yer vardır:Rey, Şam, Rakka ve Semerkand.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hz. Hüseyin’in son Sasani hükümdarının kızı Şehr-i Banu ile evlenmesi ve Zeynel Abidin Hz.’nin bu izdivaçtan doğması, bu sapkın yaklaşımlar tarafından kullanılmak istenmiştir. Irklarını yeni dinlerinden üstün tutan birçok İranlı, 12 İmamı, Hz. Muhammed’in(sav) soyu değil eski devlet başkanları Sasanilerin soyu olarak görüp sahiplenecek ve Şiilik bu şekilde İran topraklarında ırkçı bir zemin de kazanacaktır.
Şimdi daha iyi anlıyordum Hz. Osman’ın oğlu Hz. Süleyman’ın Madagaskar Adası’nda ne aradığını, Sad bin Ebu Vakkas Hz.’nin Çin’de, Halid bin Velid Hz.’nin oğlu Hz. Süleyman’ın Diyarbakır’da niye bulunduğunu.
Adanmış bir nesildi onlar, yaşatmak için yaşama arzusundaydılar ve İslam’ı bütün dünyaya duyurmak gibi yüce bir gayeleri vardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
kapıcılar korumalar derken Hz. Muaviye’nin yanına alınmış, ortamın şatafatı ve debdebesi onu bir hayli rahatsız etmişti. Bu son derece düzgün ve başkasına eğilmeyen fıtrata sahip adam dayanamayarak Emevi hükümdarı ve İslam halifesi ünvanını taşıyan Hz. Muaviye’ye bir tokat vurarak onu ikaz edecek, Biz Hz. Peygamber döneminde böyle şeyler görmedik. Onun yanına rahatlıkla girip çıkabiliyorduk. Sen neler yapıyorsun, hem bu şatafat da nedir? diyecektir. Adamlarının müdahalesi üzerine Ebu Zer’e(ra) dokundurmayan Hz. Muaviye onu güzellikle gönderecektir.
Birilerinin empoze ettiği gibi Orta Asya’dan gelen baldırı çıplak göçebe çobanlar mıydılar, yoksa İslamî hassasiyetlere sahip, ilme ve alime değer veren, çevrelerine huzur ve sükûn saçan adanmış kişiler miydiler?
Selçuklu ordularının bir kısmı Semerkand, Buhara civarında at oynatırken diğer kısmı Bahreyn, Yemen taraflarındaydı.
İlme verdikleri önem, harcamalarından belliydi. Ordularına ve askerlerine yaptıkları yatırımdan çok daha fazlasını, okula, öğrenciye ve kitaba yapıyorlardı.
İmam Gazaliler, Ömer Hayyamlar onların döneminin büyükleriydi. Alparslan ve Melikşahlar Sultanları, Nizamülmülkler vezirleri, Artuk, Eksük, Karatekin, Süleyman Şah, Saltuk, Çubuk Bey ve daha nicesi, kendilerini bu kutsal davalarına adamış Alperenleriydi.
Çevgan, at üzerinde sopa ile hedefe vurarak gerçekleştirilen Türklerin milli sporlarından biridir. Ancak ne yazık ki bu oyunumuzu İngilizlere kaptırmışız. Bugün İngilizlerin dünyaya polo adı ile kendi milli sporlarıymış gibi tanıttıkları bu geleneksel spor aslında bize aittir
Diyarbakır’ın ne kadar kadim bir şehir olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Evliya Çelebi’nin bile Seyahatnamesi’nde en uzun anlattığı şehir Diyarbakır’dır. Eski medeniyetlere ve dinlere merkezlik yapmıştır. Evliyamız, ‘Diyarbakır’da iki peygamber kabri ziyaret ettim’ demekte ve isimlerini de vermektedir. Bunlardan biri Yunus Peygamber’dir
Diyarbakır Ulu Camii bir Büyük Selçuklu eseridir. Evet, yapı içinde devşirme malzemeler kullanılmıştır, Antik dönemden, Roma’dan, zamanında burada bulunan yapılardan eser parçaları yer almıştır. Ancak ayaktaki yapı özgün bir medreseli camidir ve Melikşah tarafından yaptırılmıştır
Aslında Nizamiyelerin temeli Tuğrul Bey döneminde atılmış, en ciddi emeği Alparslan ve Melikşah vermiştir. Ancak bu okulların bir nevi hamiliğini Vezir Nizamülmülk yaptığı için bu kurumlar onun adıyla anılır olmuştur.
Kendisi de bir âlim olan ve Siyasetname adlı bir eseri bulunan Nizamülmülk bu okulları her platformda savunmaktan çekinmemiştir
Beni en çok üzen şeylerden biri, ne zaman Kudüs’e gitsem ve oradan sosyal medya paylaşımı yapsam mesajıma karşılık yazılan her on mesajdan ikisi ‘bırakın bu Arap topraklarını, yeter bu Arap seviciliği’ türünden mesajlar okumaktır. Birileri son bir asırdır bizlere, Ortadoğu Arap’ın Balkanlar Yunan’ın, Bulgar’ın diyerek bin yıla yakın bir mirası fevkalade bir şekilde unutturmayı başarmışlardır!..
Sultan Alparslan, ulemanın tavsiyesi üzerine savaşı Cuma gününe denk getirmişti. Tarihler 26 Ağustos 1071’i göstermekteydi. İki tarafta hazırlıklarını bitirmiş birbirlerini kolluyorlardı. Sultan Alparslan o gün kefene benzeyen beyaz bir kıyafet giymiş, atının kuyruğunu kendi eliyle bağlamıştı. Bu davranışı ile askerlerine, savaş meydanından ya galip ayrılacağını ya da burada öleceğini ima ediyordu. Hatta konuşmasında, savaşta ölürse düştüğü yere gömülmesini vasiyet edecekti
Kümbetin kuzey ve güney kapıları saatin 6 ve 12 rakamlarını, doğu ve batı yivler ise 3 ve 9’u göstermekte. Tuğrul Bey’in Kümbeti inşa edilirken ciddi bir astronomi bilgisi ile öyle bir kondurulmuş ki yapı itibariyle doğal güneş saati formu verilmiş
Bugün İran’ın iki büyük şehri Isfahan ve Rey (Tahran) Büyük Selçuklu’nun büyük şehir yaptığı yerleşim merkezleriydi. Onun için lütfen kafanızdaki İran başlığını birkaç parça halinde değerlendirin.
Perslerin İran’ı, Sasanilerin İran’ı, Hz. Ömer ile başlayan süreçte Emevi, Abbasi döneminin İran’ı, Büyük Selçuklu’nun İran’ı, Safeviler ve Kaçarlar döneminin İran’ı ve Pehleviler ile başlayan ve Humeyni ile devam eden bugünün İran’ı
O günlerde Orta Asya’da ilmi ve kültürel bir İslami hava hâkimken Hindistan coğrafyasında katı bir putperestlik yaşanmaktadır. Özellikle kendi oluşturdukları kast sistemi ile insanları kalıplar halinde rahatlıkla yöneten ve kullanan racalar, binlerce puttan oluşan dinleriyle de insanları rahatlıkla sömürmekteydiler.
Sistem o kadar iyi kurgulanmıştı ki köle köleliğinden memnun ve kendisini ezenlere ses çıkaramıyor, zengin alabildiğine zenginleşmeye ve zulmetmeye devam edebiliyordu. Hind melikler ve racalar bu nedenle Müslümanlara kapılarını kapatmışlardı. İşte bu zorlu kapıları kırıp dünyanın o günlerde en çetin coğrafyalarından biri olan Hindistan’a girecek kahraman Gazneli Mahmud olacaktır
Tarihteki hemen bütün Türk topluluklarında görülen cenaze törenlerindeki âdetler Oğuzlarda da mevcuttu. Bir cenaze evinde muhakkak ölü aşı (yuğ aşı) denilen yemek yapılır ve yedirilirdi. Ayrıca Oğuzların milli yemekleri ‘tutmaç’ idi. MS. 800’lere ait kaynaklarda adını okuduğumuz bu çorbaya benzer, içinde hamur parçaları olan yemeğin aynı isim ve özelliklerle Anadolu’muzun en batısında memleketim olan Manisa’nın Demirci ilçesinde hâlâ yaygın olarak yapıldığını ifade etmek isterim
İslamiyet öncesinde Oğuzların özellikle bir dine aşırı mensubiyetleri yoktu. İbni Fadlân, Oğuz ülkesinde hiç mabet görmediğini anlatır. Ancak bu toplum içinde bilge kişiler her zaman bulunmakta, önemli konularda kendilerine danışılmaktaydı
Emeviler dönemi zulüm hareketlerinde sahabe küstürülmüş ve göç ettikleri bu yeni coğrafyada (Orta Asya) yaşayan Türkleri, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) yaşadığı İslamiyet ile tanıştırmışlardır
“Ne acıdır ki 1073 yılı ve Kudüs’ü fethedişimiz ders kitaplarımızda yer almadığı gibi insanlarımız tarafından da bilinmemektedir.”
Bugün okula giden çocuğa kaça gidiyorsun? diye soruyoruz. Eskiden kaça gidiyorsun? diye sorulmaz, Hangi eserleri bitirdin? diye sorulurdu. Yani önemli olan o okulda kaç yıl tükettiğin değildi, hangi eserleri okuduğun, hıfzettiğin ve aklına yerleştirdiğindi.
Türkler İslamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Bugün okula giden çocuğa kaça gidiyorsun? diye soruyoruz. Eskiden kaça gidiyorsun? diye sorulmaz, Hangi eserleri bitirdin? diye sorulurdu. Yani önemli olan o okulda kaç yıl tükettiğin değildi, hangi eserleri okuduğun, hifzettiğin ve aklına yerleştirdiğindi.
Bir defasında Sultan Melikşah’a Nizamiye medreselerini kötülerler, okulların masraflı olduğunu söylerler. Melikşah ise durumu öğrenmek için Nizamülmülk’ü çağırır ve durumu sorar. Aldiği cevap kulaklara küpe niteliğindedir.
Sultanım ordunuza bu meblağın çok daha fazlasını harcıyorsunuz. Ancak bu askerlerin okları bir milden öteye gitmez. Oysa ben size öyle manevi bir ordu hazırladım ki onların duaları ok gibi arşa ve Allah’a kadar ulaşır.
Bu sözler karşısında son derece hislenen Melikşah kıymetli vezirine, hazinelerin okulların emrinde olduğunu beyan edecektir.
İlhanlılar döneminin ünlü tarihçisi Reşideddin, Câmiu-t-Tevârih adlı eserinde Türkmen adının Türk-iman yani ‘iman etmiş, tek bir Allah’a inanmış Türk’ anlamından geldiğini söylemiştir.
Birileri son bir asırdır bizlere, Ortadoğu Arap’ın Balkanlar Yunan’ın, Bulgar’ın diyerek bin yıla yakın bir mirası fevkalede bir şekilde unutturmayı başarmışlardır!
”Nizamiye medreselerinde yıl geçme esası yoktur. Esasında Selçuklu ve Osmanlı medreselerinin çoğunda bu kural uzun yüzyıllar boyunca geçerli olmuştur. Bugün okula giden çocuğa “kaça gidiyorsun? ” diye soruyoruz. Eskiden “kaça gidiyorsun?” diye sorulmaz, “Hangi eserleri bitirdin?” diye sorulurdu. Yani önemli olan o okulda kaç yıl tükettiğin değildi, hangi eserleri okuduğun, hıfzettiğin ve aklına yerleştirdiğindi. ”
Ancak kader ve tarih insanı yanıltma noktasında eşi benzeri olmayan iki unsurdur.
Türkler İslamiyet’i bir annenin göğüsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Zaten akl-ı selim bir kişi Orta Asya İslam hareketlerine, Orta Asya kökenli tarikatlara baktığında bu toprakların normal bir yer olmadığı, orada islamiyet adına ciddi ve esaslı çalışmaların gerçekleştiğini görür. Yesevilik, Kadirilik, Nakşidilik olmak üzere nice önemli hareket bu topraklardan çıkmış ve dünyaya hitap eder hale gelmiştir. Ayrıca Anadolu’ya aşılayacak olan Abldülhakim Gücdivani ve Şah-ı Nakşıbendiler, Abdülkadir Geylani ve Ahmet Yeseviler hep bu topraklarda neşet etmiştir.
Türkler İslamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Kâinatın Efendisi’nden öğrendiklerini buradaki insanlara aktaracak ve bu topraklarda vefat edip buraya düşüp buraya sırlanıp bir tapu gibi buralarda kalacaklardı. İşte sahabe olmak buydu.
Selçukluların bir gözleri Orta Asya’dayken diğeri hep Diyâr’ı Rum’da (Anadolu) olmuştu. Aynı anda Ortadoğu’yu da kolluyor, Kafkas topraklarını da himaye ediyorlardı. Selçuklu ordularının bir kısmı Semerkand, Buhara civarında at oynatırken diğer kısmı Bahreyn, Yemen taraflarındaydı. İlme verdikleri önem, harcamalarından belliydi. Ordularına ve askerlerine yaptıkları yatırımdan çok daha fazlasını, okula, öğrenciye ve kitaba yapıyorlardı. İmam Gazaliler, Ömer Hayyamlar onların döneminin büyükleriydi. Alparslan ve Melihşahlar Sultanları, Nizamülmülkler vezirleri, Artuk, Eksük, Karatekin, Süleyman Şah, Saltuk, Çubuk Bey ve daha nicesi, kendilerini bu kutsak davalarına adamış Alperenleriydi.
Güçlü olmak demek, İskender ve Moğollar gibi güçlü ordularla dünyayı talan etmek değildir, güç ve kudretin zirvesinde, o gücü sana bahşedenin farkında olabilmekten geçmektedir. Ve eline geçirdiğin gücü ilme, inanca ve insana layığıyla aktarabilmekten ibarettir!
Türkler İslamiyet’i bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katıksız olarak öğrenmiş bir toplumdur
Selçuklularla barışı Rey’de yapacağım, ordumu Isfahan’da kışlatıp, atlarımı da Hemedan’da sulayacağım..
Yıllar önce duyduğum bir söz hâlâ kulaklarımda çınlar: Türkler İlamiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplumdur.
Sahabeler İla-yı Kelimetullah için hayatlarında hiç bilmedikleri görmedikleri uzak coğrafyalara para kazanmaya, mal mülk edinmeye, gülüp eğlenmeye gelmemişlerdi. Buradan bir gün memleketlerine dönmeyi planlayarak da gelmemişlerdi. Kâinatın Efendisi’nden) öğrendiklerini buradaki insanlara aktaracak ve bu topraklarda vefat edip buraya düşüp buraya sırlanıp bir tapu gibi buralarda kalacaklardı. İşte sahabe olmak buydu. Bu manzara karşısında şimdi daha iyi anlıyordum Hz. Osman’ın oğlu Hz. Süleyman’ın Madagaskar Adası’nda ne aradığını, Sad bin Ebu Vakkas Hz.’nin Çin’de, Halid bin Velid Hz.’nin oğlu Hz. Süleyman’ın Diyarbakır’da niye bulunduğunu.
Adanmış bir nesildi onlar, yaşatmak için yaşama arzusundaydılar ve İslam’ı bütün dünyaya duyurmak gibi yüce bir gayeleri vardı.
Karahanlı ve Gazneli medreseleri günümüze ulaşamamış olsa da bu medreselerde yetişmiş ya da eğitim vermiş nice alimin ismi ve eserleri Divan-ı Lügatit Türk, Yusuf Has Hacip ve eseti Kutadgu Bilig, Ahmet Yesevi ve eseri Divan-ı Hikmet bunlardan birkaçıdır.
Güçlü olmak demek, İskender ve Moğollar gibi güçlü ordularla dünyayı talan etmek demek değildir, güç ve kudretin zirvesinde, o gücü sana bahşedenin farkında olabilmekten geçmektedir. Ve eline geçirdiğin gücü ilme, inanca ve insana layığı ile aktarabilmekten ibarettir.
Eğer biraz genişçe dünyayı dolaşırsanız, dünya mimarlık sanatının en güzel kubbelerini Türklerin yaptığını göreceksiniz.
Büyük Selçuklu çağında kitap her şeydi. Nizamiye Medreseleri’nin kütüphaneleri ise dillere destandı. Binlerce cilt kitapları olan bu kütüphaneler öğrencilere başka yerlere gitme ihtiyacı bırakmıyordu.
Devir ilim ve sanatta zirveleri kovalamaktaydı. İmam Gazali’den, Ömer Hayyam’a, Beyhaki’den, Zemahşeri’ye, Cücani’den, Nizami’ye nice ilim ve sanat adamı başta Nizamiye Medreseleri olmak üzere nice ilim ortamında cirit atmaktaydılar.
Avrupa cenahında Paris, Salema ve Oxford şehirleri başta olmak üzere birçok üniversite de Nizamiyelerden etkilenmiştir.
Alparslan çok büyük bir devlet başkanıydı. Devletleri neyin büyüttüğünü, hangi sebeplerin zayıflatıp parçaladıklarını çok iyi bir biliyordu. Ayrıca kendi devletini ve toplum yapısını da çok iyi tanıyordu.
Anadolu’nun kapısı, Türklüğün tapusu unvanına sahip bu tarihi şehir Ahlat.
Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihat ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.

Sultan Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’ndaki Duası

Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkartınız ve ona itaat ediniz. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.

Sultan Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’ndaki Hutbesi

Büyük umutlarla başa getirilen Roma imparatoru Malazgirt öncesi Türklere karşı sonuçsuz üç askerî harekâtta bulunacaktır.
Halife Sultan Alparslan’a Burhanü Emir’ül Müminin (Müminlerin Emirinin Delili) unvanını verecektir.
Karşılarında ilk kez Türkleri gören bölgeye ait kaynakları onları şöyle tarif etmekteydi: Mızrak, ok ve yaydan oluşan silahlı çekili, beli kemerli, kadınlarınkine benzeyen uzun örgülü saçları rüzgar gibi uçan Türk atlıları. (Urfalı Mateos)
Rey şehri Büyük Selçukluların başkenti haline gelecek. İmam Gazalilerin, Nizamülmülklerin insanlığa ilim ve adalet dağıttığı bir merkeze dönüşecektir.
Ancak Gazneli ve Karahanlı devletleri misyonlarını eda edip iç kavgalarla kısa sürede kilitleneceklerdir. O günlerde onların arasından çıkmasına rağmen kendini çok başka bir coğrafyaya atan ve hedeflerini Karahanlı ve Gazneli hedeflerinden başka mecraya çeviren Büyük Selçuklular hızla büyüyecek ve adlarını Türk İslam tarihine altın harflerle yazdıracaklardır.
Gazneliler, Hindistan ‘a düzenledikleri onlarca seferle bu uzak coğrafyaları İslamiyetle tanıştırmışlar, Karahanlılar ise ortaya koydukları zengin kültür ve sanat eserleriyle o günlerde bir Türk-İslam Medeniyeti’ nin doğuşuna zemin hazırlamışlardır.
Selçuk Bey Oğuzların Kınık boyuna mensuptur.
Camiu-t Tevarih adlı eserde Türkmen adının Türk – iman yani iman etmiş tek bir Allah’a inanmış Türk anlamından geldiği söylenir.
Oğuzların milli yemeği tutmaç idi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir