İçeriğe geç

Şehit Enver Paşa Kitap Alıntıları – Nevzat Kösoğlu

Nevzat Kösoğlu kitaplarından Şehit Enver Paşa kitap alıntıları sizlerle…

Şehit Enver Paşa Kitap Alıntıları

“…Vatanımı seviyorum ve yaralarını hissediyorum onun.”
Türk tarafının şehit,yaralı,kayıp ve çeşitli hastalıklardan ölen toplam 251.359 ve düşman tarafın 331.000 kayıpla kapadığı Çanakkale’de Osmanlı’nın son büyük destanı böylece yaşanmış olur.
Osmanlı ordularının otuz beş yaşlarındaki başkomutan vekili Enver,kamarasına çekilerek, henüz birkaç aylık evli olduğu eşini/sevgilisini düşünmeye başlar,Sizden ayrılış,ruhumun bedenimden ayrılmasından daha dehşetli oldu.Halbuki ben,güya metin olacaktım.Güzelim,şimdi ne söylediğimi ne yazdığımı bilmiyorum.Yalnız her yerim,vücudumun her noktası sizi duyuyor;sizinle yaşıyor Amiralin beklemesine bakmayarak bir köşede yığılıp kaldım Ah Naciyeciğim!O hıçkırıklarını hala işitiyorum Yavuz,yavaş yavaş Boğazdan çıktı.Zifiri karanlıkta koca bir kara gölge gibi Boğazın içinde döne döne çıkıyor Ara sıra,’Yavaş!Torpil mıntıkasinda,tehlike bölgesindeyiz ‘!seslerinden başka ses yok.Etrafımızda koca bir karanlık kitle,insanlar,tayfalar,amiral,subaylar hepsi suskun.Fakat onlar geminin ön tarafına doğru bakıyorlar;ben ise evimize..
Aynı gün nişanlısına şöyle yazar:Ruhum,sıkılma ;eğer beni seviyorsan sıkılma, Allah’a tevekkül et,O büyüktür.Elbet bizi unutmaz.
Kültür bütünlüğü zedelenmiş, kendine inancı sarsılmış, milli ilkelerini, doğruları ve yanlışları şaşırmış zayıf toplumlar bu küresel boyutlu mücadele içinde en kolay inanan ve yıkılanlardır.
Kavga bitti, lakin yine başlayacak. Yaşamak demek kavga denektir. Kavgasızlık ancak mezarda vardır; kavgasız ancak ölülerdir!.
Bolşevikler girdikleri yerlerde katliam yaparlar. Bu durum Paşa’yı çok etkiler. Teberkulak köyündeki katliamı görünce Bir millet ancak bu kadar alçak, bir rejim ancak bu kadar kafir ve şerefsiz olabilir, demekten kendini alamaz.
Ölüm mukadderdir, korku yahu cesaret onu değiştiremez; öyleyse hayat kahramanca va dosdoğru yaşanmalıdır
Dünyada her şey benim arzu ettiğimin tersine gidiyor. Doğru, kader benden daha güçlü şimdi.
Hayatı olduğu gibi kabullenmek gerek. Ama ben deliyim; her şeyi değiştirmek, hayata hatta tabiata başka bir yol çizmek istiyorum. Sonra bir ruhun çizgisini bile değiştiremeyeceğimi gördüğümde, tamamen çaresiz kalıyorum.
Bizim tarihimiz tek kişiye dayalı bir aşiret hikayesi değildir; adlı – adsız kahramanlar ordusunun oluşturduğu büyüklüktedir.
Ah, boş bir ümit bu. Artık dünyadan insanlık adına hiç bir şey beklemiyoruz; tek başımıza çalışacağız ve Allah’a inanıyoruz.
Türkler, her nerede olurlarsa olsunlar hür ve bağımsız olmalıdırlar.
Bizim tarihimiz tek kişiye dayalı bir aşiret hikayesi değildir; adlı – adsız kahramanlar ordusunun oluşturduğu büyüklüktedir.
Maksadımız tekâmüle bağlı olmak değil, onu silah ile, ölüm ile, kan ile çabuklaştırmaktır Vatanın yarasının ilacı silah ve baruttur.
Enver bir sanatkarın elinden çıkmış kahraman heykeliydi.
Onu (Enver Paşa), yirminci yüzyılın Kürşat’ı ve Böğü Alp’i olarak görmek, en gerçekçi değerlendirme olacaktır.
Rus Çarı 1915’te şöyle diyordu “ İstanbul şehri, Boğaziçi’nin sol kıyısı, Marmara Denizi ve Çanakkale ile Midye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya, Rus İmparatorluğuna ait olmadıkça, her türlü çözüm şekli yetersiz ve süreksizdir.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Türkler, her nerede olurlarsa olsunlar hür ve bağımsız olmalıdırlar.
“ O, Mutlaka Türkistan toprağında ölmek kararını vermişti! Enver Paşa, Türkistan toprağında ölmekle, bu ülkede ve Türk tarihindeki en büyük görevini yapmıştır Mustafa Kemâl Paşa yaşayarak, Cemal ve Enver Paşalar şehit olarak, Ön ve Orta Asya İslam ve Türklerinin tarihinde, on altıncı yüz yıldan itibaren başlayan ikinci devrenin (gerileme dönemi) artık kapandığını ve üçüncü devrin, İstiklal ve aktivite devrinin başlamış olduğunu gösterdiler. “
Eşref Kuşçubaşı, Arapların Enver Bey’i çok sevdiklerini ve Türkler arasında sadece ona “ paşa “ dediklerini söyler.
Yaşasın hürriyet kahramanı Enver bey
Vardar kapısından çıkarken nişanlarımı söktüm. Biraz üzgündüm bütün hayalim iyi ve büyük bir asker olmaktı. Halbuki şu andan itibaren bir hiçtim. Kim bilir nerde, hangi kurşunla vurularak, kim bilir nerelerde kalacak ve asi diye bir köşeye atılacaktım
Kalbim kanıyor. Her yerde son haçlı seferinin yarattığı bu sefaletin izleri görülüyor. Düşmanın yaptığı, hem de İstanbul’un burnunun dibinde yaptığı bütün vahşeti size anlatabilseydim, uzaktaki zavallı Müslümanların başına neler geldiğini anlardınız. Ama kinimiz kuvvetleniyor. İntikam, intikam, intikam; başka kelime yok.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bugün soğukkanlılıkla baktığımızda görüyoruz ki, Enver Paşa ve o nesilden gelecek nesillere kalan, onların ülkücülükleri, bağlanışlarındaki derinlik ve bir de Cumhuriyetimizdir.
90000 kişinin Allahuekber Dağları’nda tek kurşun atmadan donduğu safsataları nın Enver Paşa’yı değil Sarıkamış savaşlarının büyük kahramanlarını ve Aziz Şehitlerini aşağıladığı ruhlarını muazzep ettiği fark edilememiştir Savaş kazanıldığı zaman ölenleri şehit bilip yüceltmek kaybedildiği zaman boşu boşuna öldüklerini söylemekten daha çirkin ve düşmanca bir değerlendirme olabilir mi
İnönü ve Kütahya savaşlarındaki başarısızlıklar ve Yunan ordusunun Sakarya boylarını dayanması asker ve halk arasında Hatta Büyük Millet Meclisi’nde Enver Paşa’nın Anadolu’ya gireceği milli mücadelenin başına geçeceği beklenti ve söylentilerini yoğunlaştırmıştır Enver Paşa Savaş yenilgisine rağmen gözü pek bir kahraman olarak bilinmekte ve sevilmektedir daha sonra göreceğiz ki Enver Paşa’nın Fikri Anadolu’ya dönmek değil Milli Mücadele’ye dışarıdan yardım etmektir ancak Yunan ordusunun Ankara yaklaşması onunda düşüncelerini değiştirmiştir Eğer Türk ordusu Sakarya önünde yenilirse Milli Mücadele yürütülemiyor demektir ve ne pahasına olursa olsun müdahale etmek gerekecektir Paşa Sakarya Savaşı öncesinde Batum’a gelir ve Savaşı’nın sonucunu bekler yenilgi halinde Anadoluya gireceğini açıkça beyan eder Savaş Türk askerinin Zaferi ile sonuçlanınca Enver Paşa da türkistan’a doğru girmiş olduğu hedefe yürür
Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir Bunlar çöküşün kahramanları dılar yürekleri dağ gibiydi hayalleri de öyle asla küçük düşünmüyorlar ve Yüce Devleti kurtarmak için her biri imparatorluğun bir uzak köşesinde can teslim ederken hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil bütün İslam alemini batı’ya karşı ayağa kaldırmaktır yani ülkesi ve Devleti ile kendisini kurtarabilmek için ateşe atılırken Bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşüyor Ve bunun heyecanı içinde sarsılıyorlardı büyük düşünmek büyük rüyalar görmek büyük yürekli olmak büyük zamanların tezahürleri dir Halbuki Bunlar çekiyorlardı ve çekerken bile yüreklerinde kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı
Devleti Ali Osman’ı Kur’an’da yaşatanda Türk milleti idi o hic değilse 1856 Islahat Fermanı na kadar bir Milli devletti Hakimiyet Türk’ün siyasi haklar Müslümanların elinde İdi Türk Devleti kuruluş dönemlerinde olduğu gibi yıkılış döneminde de büyük ölçüde yalnız idiler ve Anlaşılan odur ki Türk milletinin bu İmparatorluğu taşıyacak kültürel gücü iman sıcaklığı artık kalmamıştı yükselişin olduğu gibi çöküşünde kahramanları vardır Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir çöküşün kahramanları en büyük fedakarlıklarla ve sarsmaz ilanlarıyla nice yıkılmalar ve acılar bahasına sonunda hayatlarını öne sürerek görevleri yapanlardır
Enver Paşa Osmanlı neslinin simgesi idi onlar Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar başarılı olamadılar Hatta koca devlet-i Aliye onların Kollarında Can verdi ama Cumhuriyet de onların kollarında doğdu ülkücü idiler her zaman uğrunda Can verecekleri bir iddiaları oldu Coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır
benim çalışmamın Şevket Süreyya beyin çalışmasına göre konumuna kısaca Dokunmak isterim Aydemir Enver paşa çevresinde son dönem Osmanlı tarihini yazmaya çalıştığını söyler kitabın çatısı Buna göre kurulmuştur bu ele alış şeklinde doğal olarak Enver Paşa yer yer kaybolur ve Osmanlı siyasi toplumsal hayata dair uzun olaylar bilgiler ve yorumlar işin içine girer benim yapmaya çalıştığım ise doğrudan doğruya Enver Paşa’nın hayatı ve kişiliğini anlatmak olmuştur Aş
Gerek Makedonya’da, gerek Osmanlı ülkesinin diğer kısımlarında cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin bütün Osmanlılar, kurulacak Meşrûtiyet idaresi altında, kardeş olarak yaşamaya devam edebileceklerdir. İşte cemiyetin programı budur. Mevcut istibdat idaresini devirip, kendi ülkelerinin nizamını hürriyet ve eşitlik esasında kurmaktır. Ne Müslüman vardır, ne de Hristiyan! Yalnız Osmanlı vardır!
Ya rabbi bana, vatanıma, milletime, ve dinime iyi hizmetler etmeyi nasip eyle ..
.
Atatürk döneminin ünlü Adalet Bakanı, hep şöyle dermiş:
“Mustafa Kemal, Talat, Enver; bu üçüne uzanan dilleri kudretim olsa kökünden keserdim.“
.
Yine Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Anafartalar Savaşından sonra Enver Paşa Liman von Sanders ile cepheyi teftiş ederken Mustafa Kemal Beyin Karargâhına uğrar. “O, Enver’in göğsünde altın imtiyaz madalyasını görünce, ‘Sen bunu nerede kazandın?’ diyerek madalyayı Onun göğsünden alıp, kendi göğsüne takar. Enver, işi gülümseyerek karşılar.” (Bayur, Atatürk, s.99) Bunu anlattıktan sonra Bayur şöyle bir not düşer: “Aradaki anlayış ve görüş ayrılıklarına rağmen Enver’le Mustafa Kemal öteden beri teklifsiz idiler.”
Sovyetler de, Paşa aleyhindeki propagandalarını, O’nun şehadetine rağmen devam ettirmişlerdir. 1920-30 arasında, “Enver Paşa Türk Halkının Düşmanı’’ adıyla, Viladimir Kordinin’in rejisörlüğünü yaptığı bir de film yaptırmışlardır. Bugün, soğukkanlılıkla baktığımızda görüyoruz ki, Enver Paşa ve o nesilden gelecek nesillere kalan, onların ülkücülükleri, bağlanışlarındaki derinlik ve bir de Cumhuriyetimizdir.
Enver Paşa’nın komünist olduğu, Kızılordu ile Anadolu’yu işgal edeceği söylentileri bu dönemde çıkar. Kaderin bir cilvesi olarak, bu propagandaların en ateşli üreticisi ve savunucusu da, “Enver benim hayatımı kurtarmıştır.” diyen Kâzım Karabekir Paşa’dır. Gerçekten de, Balkan Savaşı sırasında, İttihatçılık gayreti ile asker içinde bozgunculuk yaptığı gerekçesi ile Divan-ı Harbe verilen Kara Kâzım Bey, cezalandırılarak ordudan atılmıştır. Savaş Bakanı olan Enver Paşa, “Kâzım iyi insandır; bu hatasını telafi eder.” diyerek Divan-ı Harp kararını yırtıp atmış ve bu genç subay arkadaşının önünü açmıştır. Bu durumu orduda herkes bilmektedir.
Öyle ki, Kanal Harekâtında Osmanlı askerlerinin fedakârlıklarını gören IV. Ordu’nun Alman kurmay başkanı, “Yarabbi, bu insanları emellerine ulaştırmazsan, adaletinden şüphe ederim.” diye konuşur. Ne var ki, onlar görevlerini kahramanca yapmışlardır ama, çöküşün mekanizması başkadır.
Kavga bitti, lâkin yine başlayacak. Yaşamak demek kavga demektir. Kavgasızlık ancak mezarda vardır; kavgasız ancak ölülerdir Filibeli Ahmet Hilmi Bey
“Bizi Trablus’tan ayıracak bir barış olursa, durum çok zorlaşacak .. Ama zorluklarda, çok daha enerjiyle çalışmamızı sağlayacak bir şey vardır ve her zaman mantığı aşan sinirleri biraz yatıştırmak böylece mümkün olur.” (Hanioğlu, a.g.e., m.114, 12 Eylül 1912)
Talat hâlâ hapse atılmadı; bir gün atıldığını duyarsanız hatta beni bile hapse atmaya kalkıştıklarını duyarsanız, hiç şaşırmayın. Bu hep böyle olmuştur; neredeyse genel kuraldır. Tam bir vatanperver olanların sonu ya hapiste biter ya da boyunları vurulur
Ruhum, Sultanım, Biz buralarda düşmanlarımızla savaşırken, içerde birbirlerini yiyenlere karşı doğrusu ne diyeceğimi şaşırdım.
İtalyanlara kendi elimizle kendi kendimizi mağlup ettiriyoruz. Bugün İstanbul vs. yerlerde olan durumlar ile İtalyanlara buralarda yirmi savaşta kazanacaklarını kazandırdılar.” (A.İnan, a.g.e., s.471)
Görüyor musunuz, benim kaderim böyle. Vatanımı tehdit eden tehlike beni bir pusula ibresi gibi çekiyor. Ama şundan emin olun ki, nerede olursam olayım, etrafım benim istediğim gibi olacaktır; yani davama ve imanıma yakışır şekilde.
“Bilirsiniz, çok ciddi şeyler düşündüğümde resim yaparım.” Enver Bey 3 Ağustos 1912’de bu mektubu yazarken, yedi sekiz yıl sonra yabancı bir ülkenin hapishanesinde resim yaparak geçineceğini aklından geçirmiş midir? Tabii ki hayır.
“İstikbali delip geçme arzumla tek başınayım.”
diyor. (Hanioğlu, a.g.e., m.100, 3 Ağustos 1912)
Enver Beyin büyük bir ruhî gerilime sahip olduğunu sıkça söylemekteyiz. Bu yapının mektuplarına yansıması da doğaldır; hayatı, hatta doğayı değiştirmek isteği duyar. Bir yanda da kadere inanmış bir mümindir; “Bir ruhun çizgisini bile” değiştiremeyeceğine inanır. Bazen onu da zorlayacağını söyler. “Ölüm isteği” ile “kaderi zorlamak” uçları arasındaki gidiş gelişler, zaman zaman mektuplarına da yansır.
“Hayatı olduğu gibi kabullenmek gerek. Ama ben deliyim; her şeyi değiştirmek, hayata hatta tabiata başka bir yol çizmek istiyorum. Sonra bir rûhun çizgisini bile değiştiremeyeceğimi gördüğümde, tamamen çaresiz kalıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.82, 17 Haziran 1912)
“Biliyor musunuz, benim için hayatın hiçbir önemi yok; ama komik bir şey var; ben tehlikeye doğru koştukça, ölüm benden kaçıyor. Bu da benim vatanımın şerefi ve çıkarlarını korumak için yaşayacağıma olan inancımı artırıyor. Bu olmasa, kendimi aşağılanmış ve yaşamayı hak etmemiş addederim. Yüce bir kuvvet şu sıra beni yaşatıyor ve çalışmamı sağlıyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 80, 12 Haziran 1912)
“Eğer yüce Allah bize yardım etmek için melek gönderirse, biz göremeyiz onları ama düşmanlar görürler; biliyorsunuz bizde bu fikre inanılır. Madem böyle, benim de ilk savaşta bu şekilde kullanacağım binlerce askerim niçin olmasın! İtalyanların adaları işgali bizim tutum ve kararlılığımızı değiştirmeyecektir Geçen gün mutat üzre, Cuma ziyareti için aşiret reisleri çadırıma geldiler. ‘İtalyanlar vatanımızdan çıkmadan, barış hariç her şeye boyun eğeriz.’ dediler. .. Sadece Derne kampındaki fakir bedevilerin, uçak satın almak için yirmi bin mark yardım parası verdiklerini söylersem size, vahşi denilen bu insanların sadakatlerini en son noktaya vardırdıklarını anlarsınız.
İtalyanlar Soussa’ya çıkmışlar; şehirde bazı Müslümanları asmışlar. Enver Bey, “Belalarını bulacaklar.” diye yazıyor. İtalyan askerî birliğine girmeyi reddeden bir zenciyi hapsediyorlar. “Yirmi beş gün boyunca çok kötü davranıyorlar. Sürekli reddetmesi üzerine onu büronun önüne çıkarmışlar.
Sadece şunları söylemiş: ‘Sizin üniformalarınızı giymek istemiyorum, size hizmet etmek istemiyorum, sizin hayatınızı paylaşmak istemiyorum. Sizin ayaklarınızın kirlettiği bu aziz toprağa gömülmeyi istiyorum.’ Böylece vurdurtmuş kendini. Çok kahramanca değil mi?”
Halil Bey, İtalyanların haftalardır inşa etmekte oldukları gözetleme kulesini işaret ederek, onu bu gece havaya uçuracağını söyler. Ahmet Annak’ı çağırır.
“… ‘Ahmet, bu kule bu gece havaya uçabilir mi?’ ‘Siz emredersiniz efendim!’ O kulenin yapılması bizi zor durumda bırakabilirdi, bir an önce yıkılması gerekirdi. Kısmet o geceymiş. Bizim eski şaki Ahmet, patlayıcı madde çuvalını sırtladı ve karanlıklarda kayboldu gitti. Çocuklarına yiyecek götürür gibi bir hali vardı. Öyle sevinçli ve gururlu gidiyordu ki
Misafirimle yemeğe oturduk Karanlıklar içinden kulakları sağır eden bir patlama sesi yükseldi; yankılarla silindi gitti
Çadırıma dokuz yaşlarında bir çocuk geldi. Gözlerinde bir gurur vardı, başı dikti; ama, bir iki damla yaşın da yanaklarına aktığını görüyordum. ‘Babam vazifesini yapmış. O’nu Abdülkerim sırtında taşıyıp eve getirdi. Evde yatar ve sizi bekler ’ dedi.
Eski şakinin evine koştum. Kerpiç kulübesinin içinde, sedirde yatıyordu. Ahmet beni görünce ağlamaya başladı. ‘Paşam
Ben . on altı senedir bir şaki eşkıya olarak yaşadım Ama sayende şehit olarak ölüyorum ailemin varisi sensin ’ Sonra sesi ve soluğu kesildi. Önünde saygı ile eğildim. Halkı düşünmeyen saltanatın, dağlara eşkıya diye saldığı, aslında temiz yürekli ve toprağını seven bu insanın önünde şimdi ben ağlıyordum ” (Halil Paşa, a.g.e., s.86-87)
Trablusgarp’ta mücahitlerin ikmal işleri için on bin deve temin edilmiştir. Enver Bey, yollar tamamlandığında motorlu araçların da devreye gireceğini ümit etmektedir. “Mücadele etmem gereken akıl almaz zorluklar var. Ama, her buhranda Allah’ın yardımıyla yine de başaracağımı düşünüyorum
Subaylarımınkine çok yakın bir çadırda bir bebek dünyaya geldi. Her sabah, beni, hürriyet içinde büyüdüklerini görmek istediğim yeni nesli düşündüren küçük çığlıklarıyla uyandırıyor. Annesi ona Enver Mansur ismini verdi; yani muzaffer Enver ”
Enver Bey 22 Ekim 1911 Pazar günü, trenle yola çıkar.
“Küçük trenimiz bir kum denizinde ağır ağır yol alıyor. Allahım; ne tren! Sanki vücudumun her organı ayrı oynuyor gibi.
Öğlen yemeğini yedim, sadece kırmızı hurma. Şimdi alışmam gereken bir yiyecek bu. Tanınmamak için üçüncü mevkide yolculuk ediyorum. Etrafımda beyaz maşlahlı bedeviler var. İki çocuklu bir Arap kadını, sağda bir Alman ve bir Fransız; işte seyahat arkadaşlarım. Çöl rüzgârı hepimizi ince bir kum tabakası ile örtüyor. Pencereler kapalı olduğu halde, bu kum her yerden giriyor. Yüzlerimiz kum içinde; saçlarımız pudralı; ama en kötüsü, bu kum insanın ağzına da giriyor ve onu da yutmak gerekiyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.44, 22 Ekim 1911)
Enver Bey güvendiği arkadaşlarına durumu açıklar; hepsi heyecanla sahip çıkarlar. Mustafa Kemal’e sorar:
“Mustafa Kemal, sen daha önce Trablusgarp’ta bulunmuştun; fikrin ne?”

Mustafa Kemal önlerindeki haritada Trablus sahillerini işaret eder:
“Ben İtalyanların istila hareketinin kolaylıkla donanmalarının ateş sahasını aşacağına kani değilim. Eğer bizler zaman kaybetmeden yerli halkı vatanlarını savunma hususunda maddeten ve manen teçhiz edersek, düşmanın bilhassa çöl içlerine nüfuzu hiç de kolay olmaz. Hatta diyebilirim ki mümkün de olmaz. Fakat bunun için vakit kaybetmemek, aynı zamanda bu sonucu alacak kadar güvenilecek diğer arkadaş kadrosuyla olayların gelişmesini istediğimiz yöne çevirecek çapta bir müdahaleyi mümkün kılmak şart.” (C. Kutay, Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman, s.26 )

O günlerde Enver Bey de şunları yazıyordu:
“Şu İtalyanlar bizi iğrenç, utanç verici bir duruma düşürdüler. Ben, bu çok zayıf insan, şerefimize ve kendimize duyduğumuz saygıya sürülen bu lekeyi kendim silmek istiyorum Size yazmış olduğum her şeyi yapacağım. Hükûmetimiz bu işten vazgeçse bile ben, kanım bu utanç verici lekeyi yıkayana kadar kararımdan dönmeyeceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 35, 8 Ekim 1911)
Avrupa’da İmparatorluğumuzu parçalamak için her gün yeni planlar yapılıp düzenler kurulurken, İtalya da Trablus ve Bingazi’ye gözünü dikmiş, uzun vadeli diplomatik girişimler yürütmüştür. İngiltere ve Fransa ile anlaşan İtalya, aynı zamanda Osmanlı ile dost kalmak isteyen müttefiki Almanya’nın da olurunu almıştı. Avusturya Devleti İtalyanların Trablus’a saldırmasını kendi Balkan siyaseti açısından uygun bulmuyor ama çıkacak savaşı açıktan durdurmaya da giremiyordu. Rusya ise kendi hesaplarına zarar vermeyecek olan bu gelişme karşısında ilgisiz gibi duruyordu.
Giritli şunları söyler:
“Bir tek Almanya’nın desteğinden emin olabiliriz; çünkü, onun bizimle ilgili bir yığın iktisadî menfaati var. Ve çünkü bu menfaatler toprak emellerine dayanmıyor.” Enver Bey şöyle devam eder: “Almanya’nın menfaatlerini bir tek güçlü Türkiye garanti edebilir. Avrupa’da çıkacak genel savaşta Almanya’ya bir tek Türkiye yardım edebilir. Görüyor musunuz sevgili dostum, Türkler nasıl düşünüyorlar! Ama tekrar ediyorum, Almanları sevmemin sebebi duygusallık değil; sevgili vatanım için tehlikeli olmadıklarından dolayı, tam aksine bizim için faydalılar ve her iki memleketin menfaatleri beraber yürüyor ve daha uzun süre bir arada yürüyebilir. Hans ile tartışmalarıma değinmek istiyorum. Milletleri birleştiren duygu değil çıkarlardır. Benim şahsî fikirlerimin millî menfaatlerle bir alakası yoktur. Eğer Almanya tesadüfen Türklerin azılı bir düşmanı haline gelirse, sizin en sadık ve en fedakâr dostunuz olarak kalmaya devam edeceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.27 Temmuz 1911)
Enver Bey, 12 Ekim 1910’da, 1. ve 2. Orduların manevralarında hakem olarak görev yapmak üzere İstanbul’a gelir. Enver Bey’in, bu tarihlerden itibaren bir Alman hanım arkadaşına yazdığı mektuplar vardır. Bu mektuplarında zaman zaman ölüm isteğini dile getirdiği görülür. Bunun, yüksek bir ruhî gerilimin ifadesi mi, yoksa henüz yolunu bulamamış bir gerilim mi olduğu tartışılabilir. 21 Mart 1911 tarihinde İstanbul’dan yazmış olduğu mektupta şöyle demektedir:

“Bu güzel şehir ve onun güzel manzaraları, beni seven insanları, bana tapan ailem, bütün bunlar şu sıra sıkıyor beni. Ne istediğimi bilmiyor, en uç mutluluk ve en uç mutsuzluk anlarımda duyduğum bir arzuyu düşünüyorum. Ah, bir ölebilseydim!” (Hanioğlu, a.g.e., 21 Mart 1911, Mektup: 2)
Yavuz Sultan Selim’in “Selim, her iki cihandan da sıkılmaktadır.” dizesini hatırlatan bu deyiş, belki de bir cihangirlik ruhiyatı olarak yorumlanabilir.

Yakın çalışma arkadaşlarından olan Halil Menteş, onun evliliğinin de bir çeşit Cemiyet işi gibi ele alındığını yazar:

“Cemiyet, hürriyet mücahitlerinden bazılarını Sultanlarla evlendirmeyi düşünmüş, bundan maksat da, inkılabın yeni esaslarını Hanedan aileleri arasında yaymak ve hürriyeti onlara sevdirmekti. Bunun için Enver ve (Hafız) İsmail Hakkı Beyleri seçmişti. Zira bu iki zât, özel ahlakları itibariyle saf ve temiz, alkol kullanmazlar, kumar bilmezler, zendostluk yapmazlar, halkın dediği gibi, uçkurları ve ağızları pek insanlardı.” (Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteş’in Anıları, İstanbul 1986, s.252)

Enver Bey yeniden, 3 Mart 1909’da gönderilmiş olduğu Berlin ataşemiliterliği görevine dönmüştür. 25 Ağustos 1909’da Almanya’da yapılan manevralarda bulunur. Oradayken, aynı yıl içinde, Saray’dan Naciye Sultan’la nişanlanır. Naciye Sultan henüz pek küçüktür ve Enver onu ölünceye kadar tertemiz bir aşkla sevecektir. Enver Bey’in evlilik işiyle İttihat Terakki Merkez-i Umumîsi ve Sultan Reşat dahil herkes ilgilenmiş, işin bir yanından tutmaya çalışmıştır. Son derece mazbut bir insandır. Sonradan İsmet Paşa’nın anlattıklarına bakılırsa, ömrü boyunca namahreme göz kaldırmadığını düşünmek mümkündür.
27 Nisan 1909 günü, Ayasofya Meydanındaki binasında toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Sultan Hamit’i tahttan indirmeye karar verir. Fetva almakta biraz zorlanırlarsa da sonunda hallederler: Verilen fetvada Sultan Hamit’in bazı dinî kitapları yaktırdığı, bir kısım önemli şer’î meseleleri kitaplardan çıkarttığı gibi gerekçeler yer almıştır. Bir Ermeni, bir Yahudi ve bir Arnavut’un aralarında bulunduğu dört kişilik heyet, Sultan II. Abdülhamit Han’a, Osmanlı tahtından indirildiğini tebliğ eder. Heyetin teşkil tarzı çok ağırına gider; ama, sesini çıkarmaz. Selanik’te oturmaya memur edilir.
13 Nisan 1909 günü, eski hesapla 31 Mart’ta Avcı taburları, subaylarının din-diyanet tanımadıkları, kendilerini aldattıkları gerekçesiyle ayaklanırlar. Olayın gerçek sebepleri hâlâ tartışılmakla beraber, alaylı subayların da içine karıştığı, rütbesiz askerlerin mektepli subaylara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun bir patlamasıdır. Düzenli, belirli hedeflere yönelik planlı bir hareket olduğu söylenemez. Ancak, Hareket hakkında sonradan yazan İttihatçılar, (Celal Bayar gibi) böyle göstermeye gayret etmişlerdir.
Bu arada eski seçim usulüne uygun olarak iki dereceli seçimler yapılır ve İttihat Terakki Meclis-i Mebusan’a egemen olur; her şeye rağmen örgütlü tek güç odur. Ancak birçok önemli asker İttihatçı Meclise giremez. Meclisin aritmetiği şöyledir: 288 milletvekilinin 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Sırp ve Bulgar, 4’ü de Yahudi’dir. Bu durumu önceden gören Sultan II. Abdülhamit Han, Meşrutiyetin ilanına karar verirken, şunları söylüyordu:
“Bir hükümdar için lazım olan şey memleketin menfaatidir; eğer bu menfaat Kanun-ı Esasî’nin ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat, iyi tatbik olunur mu Türk’ün menfaati korunur mu burasını kestiremiyorum. Çeşitli emel ve fikirler besleyen unsurların toplandıkları yerlerde, parti anlaşmazlıklarından memlekete daima zarar gelir; bizim ilk Meclis’te bunun acı tecrübeleri olmuştur.” (Tahsin Paşa’dan nakleden Z. Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.120)
Osmanlının kayıpları da artmaya başlamıştır. Meşrutiyetin gayrimüslimler için bir adım olmaktan öte anlam taşımadığı belki henüz anlaşılamamıştı; ama, Avusturya İmparatorluğu Bosna-Hersek’i 5 Eylül’de ilhak etmiş, Bulgaristan Prensliği ise 13 Eylül 1908’de bağımsızlığını ilan ederek Bulgar Krallığı olmuştur. Başbakan olan Kâmil Paşa, asker yokluğundan şikâyet eder:
“Eğer Ağustos ayında Rumeli’de hazır kuvvetli bir ordumuz olsaydı, ne Bulgaristan istiklalini ilan edebilir, ne Avusturya Bosna-Hersek’i kendi memleketine katabilirdi.” (Z. Nur Aksun, a.g.e, c.5, s.117)
Çok geçmeden, 5-6 Ekim 1908’de, Osmanlı’ya bağlı bir eyalet-i mümtaze olan Girit adası, Osmanlıların aylarca süren, “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!..” haykırışlarından sonra, Yunanistan’a katıldığını ilan etmiştir.
Sultan Hamit’i Meşrutiyet’in ilanına zorlayan sebepleri Hikmet Bayur şöyle sıralar: Sultan Hamit yönetiminden doğan hoşnutsuzluklar, Bulgar, Sırp ve Yunan çetelerinin faaliyetleri ve Makedonya’da Türk ve Müslüman halka yapılan zulümler. Yemen ve sair yerlerdeki ayaklanmalar ve Türk gençlerinin sürekli bir seferberlik halinde olması. Büyük devletlerin müdahaleleri ve Makedonya’nın elden çıkacağı inancının Türk ve Müslümanlarda yerleşmeye başlaması. İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilatları ve propagandaları. Orduda özellikle de 3. Orduda genç subayların tamamının Abdülhamit aleyhine çevrilmesi. Orduda maaş ve tayinatların zamanında ödenememesi.
(H.Bayur, a.g.e., c.1, Kıs.1, s.429-30)
Enver Paşa, Savaş Bakanı olduktan sonra orduda gerçekleştireceği büyük ıslahat içinde, siyasetten arındırmayı da önemli ölçüde başarır; orduya yeni bir hava kazandırılır. Ancak, çok önceye dayanan asker-siyaset ilişkisi şüphesiz ki bütünüyle yok edilemeyecektir. O kadar ki Millî Mücadele’nin sonunda Mustafa Kemal Paşa da aynı sorunla karşılaşacaktır.
Sultan Abdülhamit Han, tahttan indirilip Selanik’te Alatini köşkünde oturmaya mecbur edildiğinde, İttihat Terakki lideri olan Talat Paşa aklına gelen ve karşılaştığı bir çok soruyu yazılı hale getirerek bunların Sultan Hamit’e sorulması için Fethi Bey’i gönderir. Fethi Bey kendisini ziyaret eder; Sultan Hamit bütün sorulara tek tek cevaplar verir; bunlar devletin yönetimiyle ilgili meselelerdir. Ordu-siyaset ilişkilerinde şöyle söyler:
“Beyefendi oğlum, dün fikirlerimi sorduğunuz konular arasında, muhtemelen yazmaya gerek görülmediği için yer verilmemiş bir mesele var ki, başa almanızı öğütleyeceğim. Orduyu siyasetin dışında tutunuz. Sizin, bugünün ileri gelenleri arasında olduğunuz gerçeğini göz önünde tutarak diyeceğim ki, bu hususu temin için icap ederse, her türlü fedakârlığı, icap ederse menfi sonuçları da göze alınız. İfade edilmek istenmeyen hangi durumlar ve şartlar içinde olursa olsun, beni buraya getirmeye vesile olan son askerî olayda, eğer ben size tavsiye ettiğim askerin siyaset dışı tutulmasının aksini düşünseydim, oluk gibi kan akardı. Ordu siyasete itilmiş olursa, bu hata sadece iç gaileler doğurmakla kalmaz, vatanın müdafaasını zorunlu kılan sebepler önünde, maazallah memleketin savunmasını yetersiz kılmak gibi, telafisi imkânsız felaketlere yol açar.” (F. Okyar, a.g.e., s.116)
Sultan Hamit Balkan Savaşını haber veriyor gibidir.
Aradan yüz yıldan çok zaman geçmesine rağmen, hâlâ sorunların ve çözümlerin anayasa metinlerinde aranmakta olduğunu ve anayasa değişikliklerinin güncel mesele olmaktan çıkamadığını gördüğümüze göre, o insanları kınayamıyoruz.
İttihat Terakki’yi kuranlar, hayatı, dünyayı, siyaseti bilmeyen deneyimsiz gençlerdi. Bunlarda yalnız yüksek bir ateş vardı: Vatan sevgisi. Saray istibdadının ülkeyi batırdığını görüyorlar, yurdu kurtarmak istiyorlardı. Bunun için de Meşrutiyetin gerekliliğine inanmışlardı… Meşrutiyet olunca, iç yönetim makinesi bir tılsım etkisiyle hemen düzeleceği gibi, Türkiye’den ayrılmak istediğini gösteren azınlıklar da dileklerinden vazgeçecekler, katıksız bir Türk vatanperveri olacaklardı.” Meşrutiyetin ilanıyla Osmanlı aynı zamanda Batılı devletler ve Rusya’nın baskısından kurtulacaklardı.
(Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İstanbul-2000, s. 49)
Tanzimat yıllarından sonra, Osmanlı Devleti’nin çökeceği korkusu, hemen bütün Osmanlı okumuşlarını düşündüren ve çareler aramaya iten yaygın bir psikoloji idi. Bu arada, özellikle Harp Okulunda yabancı dil öğrenilmesiyle, yabancı yayınlara ilgi artar ve rahat bir propaganda ortamı oluşur. Çünkü, bu gençler, tesadüfen ellerine geçen yahut özel olarak ulaştırılan bu yayınları çok yönlü değerlendirebilecek düzeyde değillerdir.

Kuleli Vakası’nı saymazsak, Yeniçerilerin ortadan kaldırılışının ellinci yılında, 1876’da iki asker Hüseyin Avni ve Mütercim Rüştü Paşa ile iki sivil Hayrullah Efendi ve Midhat Paşa, Sultan Abdülaziz Han’a darbe yaparlar. Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa da darbeye katılır. Bu darbe için de fetva alınmıştır.

Sultan Hamit yorgundur ve çok zor durumdadır. Rumeli’deki hemen bütün ordu birliklerinde
aynı havanın estiğini ve artık geri dönülemeyeceğini görmektedir. Kendisine sadık görünen askerlere
ne kadar güvendiği de belli değildir. Daha sonraki 31 Mart Hareketi’nde de göreceğiz ki o, Osmanlı
askerini birbiriyle dövüştürmeye asla razı değildir. Peki ne yapacaktır? 23 Temmuz 1908’de Osmanlı
Hakanı ikinci meşrutiyeti ilan eder ve tatil edilmiş olan Meclis-i Mebusan’ı toplantıya çağırır.

Zafer kazanılmıştı; yani, zafer olduğu sanılmıştı. Bütün Osmanlı ülkesinde İttihat ve Terakki’nin
önderliğinde kutlamalar yapılıyor, “Hürriyet!..” uranları vuruluyordu.
Enver Bey haberi Tikveş’te
alır.

“Artık hep memnun idik. Kan dökülmeye hacet kalmadan maksat istihsal edilmişti. Şekerler dağıtıldı. Milislere yemek
verildi. Sonra, dere kenarındaki mektep meydanlığında asker ve ahali toplanarak meşrutiyetin faydalarına ve bundan
sonra kardeş gibi yaşamak hususunda çeşitli dillerde nutuklar çekildi. Dua edildi.”

Enver Bey, 22 Temmuz 1908’de arkadaşlarıyla birlikte Köprülü’ye gider. Emin Ağa’nın evine
iner. Asker-sivil şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Cemiyetin Köprülü idare heyetine, ertesi gün
Hükûmet konağından Meşrutiyeti ilan edeceğini bildirir ve hazırlık yapmalarını ister.

Ertesi gün hükûmet konağının önünde toplanan halk, yaşasın millet, meşrutiyet, hürriyet diye
bağırmaktadır. Bir hoca dua eder, bir Bulgar papazı Bulgarca nutuk çeker, Enver Bey de Türkçe bir
nutuk çeker ve meşrutiyeti ilan ederler. “Yaşasın vatan, hürriyet sözlerini hep beraber tekrar ettik. Bu
sırada üç top atıldı. Asker de selam vaziyetinde duaya katıldı; sonra kışlalarına çekildiler.”
Köprülü’de Meşrutiyet ilan edilmiştir!

Biliyorsunuz ki şimdiye kadar bir çok yerler elimizden gitti. Tuna vilayeti, Bosna ne oldu? Oradaki ahalinin canlarını
kurtarmak için mallarını bırakarak kaçtıklarını bilirsiniz. Bunlar ne oldu? Geldiler, bu yerlere sığındılar. Fakat ekserisi aç
ve çıplak. İşte, şimdi bizim de başımıza bu belalar gelecek gibi görünüyor.
Hükûmetin yolsuzluğundan, görüyorsunuz
ecnebi zabitler geldi. Yarın, öbür gün buralarını, biz işimizi göremiyoruz diye parçalamaya kalkışacaklar. O vakit biz ne
olacağız?
Artık bizim için gidecek yer yok. Denize döküleceğiz yahut düşmanların ayakları altında çiğneneceğiz. Böyle zamanda
karı gibi ölmektense işlerimizi düzeltmek için erkekçe şimdi ölmeyi göze almak yeğdir, değil mi? Eğer biz böyle
çalışırsak, hem muvaffak ölürüz, hem de kalanlarımız rahat eder; evladımız bize rahmet okur.
Neyi düzelteceğiz bilir misiniz? İstanbul’daki idareyi. Pekala bilirsiniz ki, İstanbul’da bir çok memurlar, hiç iş
görmedikleri halde binlerce liralar alıyorlar. Hafiyelere binlerce liralar boşuna veriliyor. Bu yüzden bir çok evler
kapanıyor. Sizin yalın ayak, başı kabak çalışarak ektiğiniz ekinlerden alınan paralar hep böyle gidiyor. İstanbul’a
gidenleriniz bilirler ki orada on yaşında çocuklara miralaylık veriliyor. Ne lazım, sizin Tikveşli Hoca yüz elli lira maaş
alıyor; kardaşı okuma yazma bilmezken Meclis-i Maarif’te elli lira alıyor.
Halbuki bu paralar ne olacak? Hani yollarınız? Hani mektepleriniz? Askere gönderdiğiniz çocuklarınız, kardaşlarınız
çırıl çıplak dağ başlarında koşuyor, ölüyor. İstanbul’dakiler ise zevk ü safalarında. Mahkemeye giderseniz müşkilinize
bakan olmaz. Bakınız Bulgarlara, bu kadar ölüyorlar, yine çalışıyorlar. Hükûmette memurlar onların işlerini görüyor fakat size bakan bile yok. O halde onlara bakarak biz de çalışalım. İstanbul’dan bu keyfi idareyi kaldıralım.
Padişah, Hazret-i Peygamber’den akıllı değil ya! Öyle iken, Peygamberimiz Efendimiz müşavere etmeden bir şey
yapmazdı. Hep sahabe-i güzîn ile konuşurdu. Biz bundan ayrıldık. Otuz sene evvel toplanan Meclisi İstanbul’da
dağıttılar. Biz işte, yine bu Millet Meclisi’nin toplanmasını isteyelim. Böylece, verdiğimiz paraların nerelere gittiğini
soracak vekillerimiz olsun. Bunlara sorulmadan Padişah kendiliğinden öyle her istediğini yapmasın. Böyle olursa adalet
olur. Adalet olan yerde de, din, vatan, millet selamet bulur. Bir de Hıristiyanlar toprak kardaşlarımızdır. Dinimizce onların
hakkını gözetmek borcumuzdur. Bunu bilelim. Onlarla el birliğiyle çalışalım. Hepimiz selamet bulalım. Münafıkların
sözlerine kapılmayalım. Anladınız mı?
Arkadaşlar !
İşte beni görüyorsunuz. Binbaşı idim. Anam, babam, kardaşlarım var. Hepsini bıraktım. Ben bu iş için çalışacağım. Siz de
benimle beraber ölünceye kadar canınızla, malınızla çalışacağınıza söz veriyor musunuz?
Köylüler bir ağızdan:
– Veririz
– Eğer içinizde sözünü tutmayan veyahut hainlik eden bulunursa, bu gördüğünüz bıçak ve rovelverle öldürülürseniz
kanınızı helal eder misiniz?
– Ederiz.
– Yemin eder misiniz?
– Ederiz.
Bunun üzerine köylüler sağ ellerini Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a ve sol ellerini rovelver ve kasatura üzerine koyarak İsm-i
Celal’i tekrar ederek geçiyorlardı.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir