İçeriğe geç

Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks Kitap Alıntıları – Senail Özkan

Senail Özkan kitaplarından Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks kitap alıntıları sizlerle…

Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks Kitap Alıntıları

İmdi insanın dünyadaki pozisyonu bu.Azgın bir deniz ortasında ve etrafı sonsuzlukla kuşatılmış Metafizik,faniliğin adım adım kısılan gölgeleri ve nihayet ölüm Bir kaplan gibi dünya denen kafese kıstırılan insanın bir tek hürriyeti var: bir parça leşle (dünya ile)oyalanmak ve ölmek! Bu nasıl bir dünya?..
İstediğini yapabilirsin, fakat hayatının her farklı anında yalnız belirli bir şey isteyebilirsin;daha doğrusu yalnız bu bir şeyden başkasını isteyemezsin.
Schopenhauer buyurur ki :
Benim tüm felsefem bir tek cümlede özetlenebilir:Dünya iradenin kendi kendini bilmesidir.
Nasıl ki bir geminin üzerinde balans görevi yapan ağır bir yük olmadan derinlik takdir edilmezse,tıpkı bunun gibi insanın bu mehabetli yüceliğini muhafaza etmesi daha üstün bir şuurla canlı ve uyanık kalması için acı, ihtiras ve başarısızlıklar zorunludur .
Dinler bilgisizliğin çocuklarıdır ki annelerinden daha fazla ömürleri yoktur..Tıpkı bir çocuk elbisesi gibi din insanlığa dar gelir ;bu durdurulamaz ,aksi halde patlar .İnanç ve ilim aynı kafada birbirine tahammül etmezler;bunlar bir kafesteki kurt ve kuzu gibidirler .Burda ilim komşusunu yeme tehdidi eden kurttur.
Schopenhauer en ulvi hayat düsturu olarak şunu benimsemiştir: ”Akıllı adam zevkin peşinden gitmez, bi­lakis ıstıraptan uzak durmaya bakar. Onun nazarında sağlık ve sıhhat tüm servetlerden kıymetlidir; sağlıklı bir dilenci hasta bir kraldan daha mutludur.
Hayatın tüm ihtiyaçları karşılandığı zaman kendisi yük olmaya başlar.
Schopenhauer diyor ki, Büyük acılar, daha önemsiz­lerin hissedilmesini engeller ve tersine, büyük acıların yokluğunda en küçük dertler ve sıkıntılar bile bize büyük acı.
Schopenhauer’a kulak verecek olursak kendi varoluş sınırlarımızı genişlet­mekle, aslında mutluluk sınırlarımızı daraltmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Mutluların aslında en mutsuzlar ol­duğunu idrak ettiğin zaman , diyor Seneca, bizatihi ken­di mutluluğunu hissedeceksin.
İmdi hayvanların yaratışlarına bir göz attığımızda iradenin şekil verici mutlak hakimiyetini rahatlıkla göre­biliriz. İlk bakışta, kanatları olduğu için kuşun uçtuğunu, boynuzları olduğu için boğanın karın deştiğini zannede­riz. Fakat dikkatle bakınca görürüz ki koçlar ve keçiler da­ha boynuzları çıkmadan tos vurmaya başlarlar; yaban do­muzları, burun kısımlarıyla hücum ederler; sonradan bu burunlarının üzerinde kendilerini müdafaa edecekleri si­lahları çıkar.
İnsan kendisini bütün hissiyatıyla başkasının yerine koyduğu, başkasıyla bir ve aynı olduğu­nu kavradığı zaman bütün kötülükleri ve olumsuzlukları kendi nefsinde yok etmiş olur.
Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni
(Seyyit Nesimi)
Dünyayı anlayabilmemiz için evvela kendimizi anlamalıyız, çünkü dışarıda bir tane dünya var­dır, oysa kendi içimizde iki; birisi dışardan akseden dün­ya, diğeri mikro dünya, Ben’in dünyası.
Surette nazar eyler isen sen ile ben vardır
Amma ki hakikatte ne sen var ne ben var
(Anonim)
Dünyaya güvenini tümden kaybedip, alemle ilişkisini kesince rahatlamıyor insan. Tam aksine daha da bunalıyor, küçülüyor, daralıyor ve varlığı tahammülü zor bir zindana dönüyor. Çünkü yok edilen harici alemin yerini hiçlik, korku ve karanlık doldu­ruyor.
İnsanlar, içe doğ­ru faal olmadıklarından dolayı faaliyetlerini dışarıya yö­neltme ihtiyacı duyarlar. (Arthur Schopenhauer)
Schopenhauer’ı önemli bir filozof yapan üç özellik var­dır: gerçekçi, cesur ve gururlu olmak. O gerçekçi idi, çün­kü bir düşünceyi sonuna kadar kovalıyordu; cesurdu, çün­kü doğruluğuna inandığı fikre başkalarının ne diyeceğine, nasıl reaksiyon göstereceklerine hiç aldırış etmezdi; yal­nızlık pahasına da olsa tefekkürünün rotasını başkalarına göre ayarlamazdı. Gururluydu; yalnızlığın ayazına karşı dişini sıkarak sonuna kadar dayandı, akademik çevrelerin kendisini görmemezlikten gelişini hiç önemsemedi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Dindar olan hiç kimse felsefeye ulaşamaz, gerçek­ten felsefe yapan hiç kimse de dindar olamaz. (Arthur Schopenhauer)
Başkalarının düşüncelerinin sürekli olarak seller gibi bize akması kendi düşüncelerimizi sınırlar, onları yok eder; sonun­da da düşünme gücümüzü felce uğratır. (Arthur Schopenhauer)
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir felsefede, sayfalar ara­sında gözyaşı dökülmüyorsa, iç çekip ağlanmıyorsa, dişlerini sıkma, öfkelenme yoksa ve genel olarak karşılıklı öldürücü vuruşmanın korkunç gümbürtüsü duyulmuyorsa o felsefe, felsefe değildir. (Arthur Schopenhauer)
Mevlana, Düşünüş; geçmişe, ge­leceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hallolur der. Ay­nı biçimde müzikte harmoni tiz ve bas tonlar arasındaki ahenkten, daha doğrusu tonlar arasındaki sükuttan ve yüksek gerilimden do­ğar. Ve yine aynı tarzda iman da inkar ile teslimiyet arasındaki uya­nıklık halinden ve teyakkuz durumundan tecelli etmez mi?
Felsefe ne sadece akademik çevrelerin mülküdür ne de bir sos­yete lüksüdür. Felsefe, her şeyden önce kendi varlığını sorgulayan, varoluşu anlamaya çalışan; Tanrı, metafizik, etik ve estetik gibi ko­nularda düşünen, sonsuzluğu düşleyen insanın zihni faaliyetidir.
Beni okuyan, münhasıran süfilerin tasavvufunu da okumalıdır. (Arthur Schopenhauer)
SCHOPENHAUER ve Nietzsche felsefe ufkunda ebemkuşağının renkleri kadar birbirleriyle iç içe ve yan yana iki renkli filozoftur. Birbirleriyle bu kadar iç içe olan bu iki tefekkür aynı zamanda evet ve hayır kadar da birbirlerine terstirler. Birinin, kaşını kaldırıp bakmaya değmeyecek kadar değersiz bulduğu ve tümden reddettiği dünyayı diğeri, acıdan haz duyan gözyaşları içindeki.mistik bir azizin daha çok acı, daha bol ıstırap ve daha büyük belâ talep etmesi gibi her şeyiyle kabullenir. Nietzsche, bir vecd psikolojisiyle bu dünyanın önünde diz çöküp acıdan kıvranırken daha çok acı ister gibi daha çok dünya, daha çok hayat ister.
Estetik alanda dâhinin entelektüel yoldan ulaştığı merhaleye azket (zâhit, uzletteki ermiş) etik yoldan erişir:

Bizzat kendi tabiatına karşı nice şiddetli mücadeleler vermiş ve nihayet kendini tümden aşmış insan, artık yalnız saf bilen bir varlıktır; tabiatın lekesiz bir aynasıdır ondan geri kalan Bundan böyle şimdi o, bir zamanlar duygularını harekete geçiren ve ona acılar çektiren ve fakat şimdi ise son bulmuş bir oyundan sonra şah figürleri gibi pek önemsiz bir şekilde öylece önünde duran; yahut faşing gecesi görüntüleriyle bizleri huzursuz edip, korkuturken şimdi sabahleyin işte şurada atılmış maskeler misali duran dünyanın hayalet görüntülerine dönüp sakince ve gülümseyerek bakar.

dehâ ile normal insan arasındaki fark :

İradeden tecrit edilen zekâ eşyayı olduğu gibi görür. Dâhi önümüze her şeyi barizleştiren bir ayna koyar. Düşünce, güneşin bulutları aydınlattığı gibi, ihtirasları aydınlatır. Ve eşyanın hakikatini ortaya koyar.

Dehâ uzağı gördüğü için yakındakinin farkında olmaz. Dehâ ihtiyatsızdır. Ve acayiptir. Gözleri yıldızlara bakarken ayakları taşlara çarpar. Dehânın beceriksizliği bundan ileri gelir. O umumi, ebedi ve temel hakikatleri arar. Hâlbuki orta adamlar kendi zamanlarını ve şahsiyatı düşünürler. Buna göre bir insan fikirce züğürt ve adi olduğu nispette sosyaldir. Dâhi adam ise topluluktan başka yerlerde de tatmin bulur. Toplantılara ihtiyacı yoktur. Bütün güzelliklerin verdiği zevk, sanatın verdiği teselli, sanatkârın heyecanı onun karma karışık bir kalabalık içinde yalnız kalabilmesinin mükâfatıdır. Ama bunun neticesi inzivaya düşmek ve bazen da cinnete duçar olmaktır. Çok gelişmiş bir hassasiyet tasavvur kabiliyeti ve intüisyon kadar ıstıraplar da doğurur. Arsito diyor ki : «Felsefede, siyasette, şiirde, güzel sanatlarda temayüz etmiş bütün insanlar melânkolik bir mizaca sahiptirler».

irâde, aklı biler, zekâyı keskinleştirir ve bilincin onünü açar. Eğer aklın ve bilincin arkasında irâde yoksa bunların kendilerini geliştirmelerine de imkân yoktur. Arkalarında irâde olmaksızın akıl ve bilinç gelişmemiş iki tembelden başka bir şey değillerdir. Tembel ve ahmak adamların kavrama kabiliyetleri de o nispette zayıftır. Schopenhauer, ıstırap çekmenin ve acı duymanın doğrudan doğruya bilinç durumuyla alâkalı olduğunu, hatta düz
orantılı olduğunu iddia eder. Bu konudaki yorumu pek enteresandır; diyor ki filozof:

Zira irâde fenomeni ne kadar çok gelişmişse, acı çekme de o kadar çok belirir. Bitkide henüz duyarlılık yoktur, dolayısıyla acı da yoktur. Hayvan dünyasının en aşağı türlerinde belli belirsiz bir acı çekme vardır; böceklerde bile duyma ve acı çekme yeteneği sınırlıdır. İlk olarak omurgalı hayvanların gelişmiş sinir sistemiyle acı büyük çapta belirmektedir; akıl
geliştikçe de gittikçe yükselmektedir. Bilinç yükseldikçe, bilginin kesinleştiği oranda acı da artmaktadır ve insanda en yüksek seviyeye ulaşmaktadır. Bir insan, ne kadar iyi bilirse, ne kadar akıllıysa o kadar çok acısı vardır; dâhi olan adamsa en çok acı çeken adamdır.

Schopenhauer aklı ve bilinci geliştiren, irâdenin tehlikelere atılımıdır diyor. Bunda şaşılacak bir yan yok; zira akıl, tilkilerdeki gibi ya tehlikeler karşısında yahut da suçlularda olduğu gibi çaresizlik karşısında gelişir. Ama her halükârda irâdenin iktidarına boyun eğmek ve onun inisiyatifi çerçevesinde hareket etmek mecburiyetinde kalır. Ancak akıl, irâdenin inisiyatifinden çıkmağa yeltendiği zaman işler karışır. İnsan başarılarının temelinde irâde vardır; irâde, istek ve ısrar Bu noktada Schopenhauer haklı görünüyor; zirâ insanları harekete geçiren, ikna eden ve inandıran derin felsefi fikirler değil, daha çok samimiyet, içtenlik ve irâdedir. Tarihteki bütün büyük fetihlerin ve hareketlerin arkasında güçlü bir irâde yatmaktadır. Ayrıca insanlar genellikle derinlikten değil, bilakis ve maalesef basit, sathi ve anlaşılır olana itibar ederler. Halk her zaman “yüreği” “kafaya” tercih etmiştir. Halkın nazarında “kurnaz”, “bilgiç”, “uyanık”, “açıkgöz” gibi kavramlar , kuşku, nefret ve hor görü ifâde ederler. O yüzden Schopenhauer diyor ki:

Zihnin parlak nitelikleri hayranlık uyandırır; ama hiç bir zaman sevgi uyandırmaz ve bütün dinler, irâde ya da yüreğin üstünlükleri için öte dünyada bir mükâfat vaat etmektedirler, kafa ya da zekânın üstünlükleri içinse hiç bir şey.

Hayatta mutlu olmak, huzur ve sükün bulmak her fâninin biricik beklentisi ve metafizik ihtiyacıdır. Ne var ki bu uğurda yapılan her teşebbüs bizi mutlu edecek yerde ıstırabımızı daha da derinleştirir. Zira mutluluk yolundaki her atılım kategorik olarak beraberinde bir yarışmayı, atışmayı, kavgayı ve çatışmayı getirir. İrâde; hayatın hazlarının, mutluluklarının ve neşesinin peşinde koşar – Bundan daha güzel ne olabilir ki – dersin ve kollarını açıp mutluluğun ılık rüzgârına bırakırsın kendini İşte o anda tuzağa düşersin: Mutluluğu kabul edişinle birlikte hayatın tüm ıstıraplarını yüklenmiş olursun Hayatı hedonist bir çılgınlık olarak yaşamak isteyenler de aldanmaktadırlar, zira hazzın elinde her zaman alevden bir kamçı vardır.
Saat akşamın altısı, günlük çalışma sona ermiştir. Şimdi bir gezinti yapabilirim yahut bir kulübe gidebilirim; bir kuleye çıkıp güneşin batışını seyredebilirim. Aynı şekilde bir tiyatroya da gidebilirim; ya da bu veya şu arkadaşımı ziyaret edebilirim. Evet, yahut ana kapıdan çıkıp, uzak diyarlara gidebilir ve bir daha da gelmeyebilirim. Bunların hepsini yapma imkânım var; bunları yapıp yapmamakta büsbütün hürüm. Fakat bunların hiçbirini yapmıyor ve evin yolunu tutuyor, karımın yanına gidiyorum.”

Schopenhauer, şöyle devam ediyor:

Bütün bunlar, tıpkı suyun şöyle konuşmasına benzer: “Dev dalgalar gibi yükselebilirim (yani denizde ve fırtınada); öfkeyle aşağılara akıp dökülebilirim (yani bir nehir yatağından); coşarak ve köpürerek aşağıya dökülebilirim (yani bir şelalede olduğu gibi); fışkıran bir dalga olarak havaya yükselebilirim (yani bir fıskiyede olduğu gibi); ve nihayet kıvrılıp akabilir veya havada buharlaşabilirim (evet, yüz derece sıcaklıkta!). Fakat ben bunlardan hiçbirisini yapmıyor ve şimdi kendi isteğimle, şu sakin ve berrak gölde kalıyorum.” Nasıl ki su bunlardan birini veya hepsini ancak belli bir sebep ortaya çıkınca yapabilirse, aynı şekilde her insan, yapabileceği her şeyi yalnız aynı şartlar altında yapabilir. Bu şartlar meydana çıkıncaya kadar yapması imkânsızdır. Ancak koşullar ortaya çıkınca, sadece bunu yapma imkânına kavuşmakla kalmaz, aynı zamanda zorunlu olarak sebepler de harekete geçer.

Schopenhauer intihara İtiraz ediyor;

“İntihar anlamsızdır”, diyor, “çünkü nasıl olsa irâde kendisine yenisini yaratacaktır.” “İntihar eden kişi aslında hayatı ister, ancak el’an mevcut hayat şartlarından memun değildir.” “Hatta intihar eyleminde insan, irâdenin ebedi müessir olduğunu tasdik etmektedir. Hâlihazırdaki hayat şartları altında hayata son verme kararı, gerçi hayata son verir, ancak intihara sürükleyen irâdeyi yok etmez. Aynı şekilde intiharda beşeri hürriyetin temsili ispatını görmek de tümden yanlıştır, zira bu fiilde yok edilmek istenen beden zaman, mekân ve kozalite kayıtlarının dışındadır. Bu itibarla intihar eden kişi zorunluluğun zaruretinden dolayı intihar etmektedir, yoksa kendi hür irâdesiyle değil. Hürriyet elde etmenin yegâne imkânı insanın kendi kendini reddiyle mümkündür, çünkü ancak bu şekilde o, mutlak hürriyet demek olan irâdeyi reddetmiş olur. İşte bu şekilde hürriyet asıl kendi temelinde kurulmuş olur.”

“Mutlu bir hayat imkânsızdır; olsa olsa insanın ulaşabileceği en yüksek şey, kahramanca bir hayat sürdürmektir.”
Hayatın içerisinden dinin, sanatın ve saf aşkın nadir anlarını çıkardığımız zaman, geriye bir dizi önemsiz düşünceden başka bir şey kalmaz.
Benim felsefemdeki umutsuzluk ve melankoliden dolayı feryat ediyorlar; bunun sebep-i hikmeti şurada yatmaktadır: zira ben, onların günahlarının bedeli olarak müstakbel bir cehennem efsâneleştirmek yerine, dünyada nerede bir günah varsa orada cehennemi bir şeylerin muhakkak olduğunu gösterdim.
Üslüp dildeki vahdettir, ruhun pozisyonudur, bir yaşama tarzıdır, bir serencamdır. Dil dağ doruklarından, kayalıklardan süzülüp gelen hür ve gür akan tertemiz bir su gibidir; küçük müdahalelere ses çıkarmasa da, ona dağa yukarı akmasını emredemezsiniz
Hiçlik, yokluk, fânilik her zaman bir son değildir. Ölüm, siyah veya beyaz renklere bürünebilir; Heidegger’in dediği gibi ölüm bazen bir kırılma, bir yıkılış, yok oluş olduğu gibi bazen de ”varlık’ın aşikâr olması’nı (Gebirg des Seins), açığa çıkarmasını, kurtuluşu müjdeleyebilir. İyi bakılırsa hayatın köklerinin ölümün derinliklerinde olduğu kolayca görülecektir.
Kant’a göre bir hareketin ödev (Pflicht) olabilmesi için evvela kanuna uygun olması lazımdır. Ancak nasıl hareket etmeli ki hareketin formülü bir kanun haline gelebilsin ve aynı zamanda da ahlâki bir değer taşısın? Bunun için irâdeyi tüm temayüllerden, tecrübelerden, motivasyonlardan ve duyulara dayalı sezgilerden arındırmalıyız. Böylece geriye aklın a priori olan genel pratik kanunu kalır. Öyle hareket et ki , diye başlar pratik aklın vaz’ettiği bu düstûr. Evet, öyle hareket etmeliyim ki hareketimin formülü genel bir kanun olabilsin. Öyle hareket etmeliyim ki her durumda başkalarının da benim gibi hareket etmelerini isteyebilmeliyim. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba herhangi bir zorunluluk halinde, sırf bazı insanlara iyilik etmek niyetiyle yalan söyleyemez miyim? Hayır, diyor Kant, bu ahlâki olmaz, çünkü yalanın genel bir kanun halinde ifâde edilme imkânı yoktur. Zira Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde buyuruyor ki: Kategorik imperatif sadece bir tanedir ve o da şudur: Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir düstûra (Maxime, ilke) göre hareket et. Bundan anlaşılan şudur: Kendin için istediğini başkaları için de istemelisin, isteyebilmelisin
Adalet, insan sevgisi, aşk, şefkat ve duygudaşlık olmadan ahlâktan bahsetmek pek kolay olmasa gerek. Kolay değildir, çünkü insanlığı sürükleyen, coşturan ve yüce idealler etrafında birleştiren temel motiflerdir bunlar. Adalete ve hakkaniyete istinat etmeyen, insan sevgisine ve merhamete dayanmayan, kaynağını bu güdülerden almayan beşerî faaliyetlerin ve davranışların hiçbiri ahlâki olamazlar. O itibarla Schopenhauer, acıma güdüsünü tüm ahlâki eylemlerin kaynağı ve etiğin temeli olarak kabul eder. Ahlâkın asıl kaynağı merhamettir. Adalet (hak) ve insan sevgisi dâhil olmak üzere diğer bütün erdemler merhametten doğarlar. Merhamet (acıma) insan şuurunun en temel gerçeğidir. Acıma öylesine metafizik bir motiftir ki onu ne teolojiye, ne efsanelere ve ne de şu veya bu eğitim sistemine mal etmek imkânsızdır. Merhametsiz insanların ahlâklı olabilecekleri yaratılışımıza ters gelir
felsefeyi özen ve sabırla okumak Goethe’nin tar­zı değildi. Onun yerine, kendi dehasını canlandıracak fikirlerin tadını çıkaracak metinleri deniyordu. Hatta Schopenhauer’a, Kant’tan bir sayfa okuduğunda çok aydınlatılmış bir odaya girmiş gibi hissettiğini söylemişti.
Yıllar sonra yaşlı bir filozofken, Carl Georg Bähr’e kadın­lardan hoşlanırdım, bir de onlar beni isteseydi diye itirafta buluna­caktı. Böylece, altmış sekiz yaşındaki Schopenhauer’ın kadınlarla olan ilişkisi hakkındaki düşüncelerinin bu özeti, kadınlara olan düşman­lığının önemli bir dayanağını su yüzüne çıkarıyordu.
Karanlık ancak görüşü engeller, düşünceyi engellemez!
1831’de günlüğüne korkunç yalnızlığını ve bir insan la karşılaşamadı­ğını yazdıktan sonra şöyle der: Yalnızlık içinde kaldım; ancak dürüstçe ve içtenlikle söyleyebilirim ki bu benim suçum değildi, çünkü ben kalbi ve aklı insan olan kimseye sırtımı dönmedim, kimseden uzak durmadım. Sadece aklıevvel, kötü kalpli ve yeteneksiz zavallı sefillerle karşılaştım. Her biri benden yirmi beş ile kırk yaş daha büyük olan Goethe, Fernow ve muhtemelen F. A. Wolf ile birkaç kişi daha bunun istisnasıydılar.
Sözgelimi, herhangi birisi Hırsızlık yapmamalısın! yahut Haram yememelisin! emrini Tanrının emri olduğu için yerine getiriyorsa, Kant’a göre, bunun ahlâki hiçbir değeri yoktur. Velev ki bu yaptığı doğru olduğu gibi kendi irâdesi ve vicdanıyla da çelişmesin. Burada aslolan irâdenin, yasayı bizzat kendinin muhtar olarak koyması ve emri yerine getirmesidir. Aksi takdirde ahlâki emir velayeten yerine getirilmiş olur ve bu itibarla da ahlâkiliği düşer.
Bir eylemin, bir davranışın yahut bir faaliyetin etik olabilmesi için onun beşerî zaaflardan uzak olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Bu şu demektir: Ahlâkın konusu olan bir faaliyet ceza korkusu veya mükâfat beklentisiyle icra ediliyorsa, bu faaliyetin ahlâki bir yanı yoktur. Korku ve beklenti saikiyle gerçekleştirilen eylemler, koşullu (hipotetik) eylemlerdir ve dolaysıyla etik değildirler. Koşullu bir zorunluluk/mecburiyet (Sollen), Etik’in temel kavramı olamaz, çünkü bir mükâfat veya ceza beklentisiyle gerçekleştirilen tüm eylemler zorunlu olarak bencil/egoist eylemlerdir ve ahlâki bir değere sahip değillerdir. Bu konuda Kant ve Schopenhauer hemfikirdir. Dinlerin sevap ve günah, iyi ve kötü anlayışları, sonunda bir ceza ve mükâfatı gerektirdiği için her iki filozof için de etik değildir. Zira bütün ilâhi dinler, insanın amellerini, faaliyet ve davranışlarını cennet mükâfatı veya cehennem cezasıyla koşullu hale sokmuşlardır. İlahi dinlerin emir ve yasakları koşullu (hipotetik) bir zorunluluk taşırlar. Bu dinlerin emir ve yasakları yerine getirilmediği takdirde mutlaka bir ecir söz konusudur. Yani duruma göre öte dünyada mükâfat veya mücazat kesindir. Bir pinti bile herhangi bir yoksula sadaka verirken öbür dünyada zengin olacağını umuyorsa, bu davranış koşullu bir davranıştır ve verdiği sadakanın etik bir yanı yoktur.
Schopenhauer’a göre, melodinin keşfi dehânın eseridir. Zira melodi, dilin aciz kaldığı noktada irâdenin hikâyesini anlatmaya devam etmiş; aklın pek geniş ve negatif duygu kavramı altında özetlediği ve daha ileri giderek soyutlamalar olarak kavrayamadığı irâdenin en gizli hikâyesini anlatır; irâdenin her hareketini, her gayretini, her temayül ve heyecanını tasvir eder. İşte bu yüzden, nasıl ki kelimeler aklın dili ise, müzik de her zaman duygunun ve ihtirasın lisanı olarak kabul edilmiştir.
Schopenhauer’a göre, Ahlâk, insanın gerçek faaliyetleriyle ilgilenir, yoksa kâğıt binalar gibi inşa edilmiş a priori teorilerle değil.
Genel olarak müzik , diyor Schopenhauer, az ya da çok huzursuz edici, endişe verici, istek uyandırıcı, az veya çok teskin ve tatmin edici akortların sürekli değişmesinden mütevellittir; tıpkı kalbin (irâdenin) hayatının sürekli küçük veya büyük endişe ve huzursuzlukların, istek veya korkuların ve aynı şekilde birçok farklı tesellilerin sürekli değişiminde olduğu gibi.
Igor Stravinsky, Altı Derste Müziğin Poetikası adlı eserinde: Reklam uzmanının çok büyük harflerin göze çarpmayacağını bilmesi gibi, çok yüksek sesler de kulağın dikkatini çekmez der.
Schopenhauer’a göre müzik irâdenin vasıtasız dilidir. Dil bilincin bir organıdır; müzik ise varlığın kendisidir, kendi sesidir.
Kant’a göre bir hareketin ödev (Pflicht) olabilmesi için evvela kanuna uygun olması lazımdır. Ancak nasıl hareket etmeli ki hareketin formülü bir kanun haline gelebilsin ve aynı zamanda da ahlâki bir değer taşısın? Bunun için irâdeyi tüm temayüllerden, tecrübelerden, motivasyonlardan ve duyulara dayalı sezgilerden arındırmalıyız. Böylece geriye aklın a priori olan genel pratik kanunu kalır. Öyle hareket et ki , diye başlar pratik aklın vaz’ettiği bu düstûr. Evet, öyle hareket etmeliyim ki hareketimin formülü genel bir kanun olabilsin. Öyle hareket etmeliyim ki her durumda başkalarının da benim gibi hareket etmelerini isteyebilmeliyim. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba herhangi bir zorunluluk halinde, sırf bazı insanlara iyilik etmek niyetiyle yalan söyleyemez miyim? Hayır, diyor Kant, bu ahlâki olmaz, çünkü yalanın genel bir kanun halinde ifâde edilme imkânı yoktur. Zira Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde buyuruyor ki: Kategorik imperatif sadece bir tanedir ve o da şudur: Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir düstûra (Maxime, ilke) göre hareket et. Bundan anlaşılan şudur: Kendin için istediğini başkaları için de istemelisin, isteyebilmelisin
Beethoven, Mûsikî, hikmet ve felsefeden daha üstün bir manifestodur der. Mesele bu manifestoyu anlamaktır. Karakteri düzgün olan her insan mûsikî dinlediğinde ruhunda bir kıpırdamanın olduğunu fark eder. Çünkü mûsikî insanı derinden saran, ruhundan kavrayan evrensel bir dildir
Anlatıldığına göre Sinan, Süleymaniye Camiinin yapımında kubbedeki akustik duyumu denetlemek için merkezde nargile fokurdatmış ve kubbenin her bir köşesinden işçilerinin ellerindeki borularından nargilenin sesini duyup duymamasına göre, düzenlemeler yapmıştır.
Adalet, insan sevgisi, aşk, şefkat ve duygudaşlık olmadan ahlâktan bahsetmek pek kolay olmasa gerek. Kolay değildir, çünkü insanlığı sürükleyen, coşturan ve yüce idealler etrafında birleştiren temel motiflerdir bunlar. Adalete ve hakkaniyete istinat etmeyen, insan sevgisine ve merhamete dayanmayan, kaynağını bu güdülerden almayan beşerî faaliyetlerin ve davranışların hiçbiri ahlâki olamazlar. O itibarla Schopenhauer, acıma güdüsünü tüm ahlâki eylemlerin kaynağı ve etiğin temeli olarak kabul eder. Ahlâkın asıl kaynağı merhamettir. Adalet (hak) ve insan sevgisi dâhil olmak üzere diğer bütün erdemler merhametten doğarlar. Merhamet (acıma) insan şuurunun en temel gerçeğidir. Acıma öylesine metafizik bir motiftir ki onu ne teolojiye, ne efsanelere ve ne de şu veya bu eğitim sistemine mal etmek imkânsızdır. Merhametsiz insanların ahlâklı olabilecekleri yaratılışımıza ters gelir.
Bir eylemin, bir davranışın yahut bir faaliyetin etik olabilmesi için onun beşerî zaaflardan uzak olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Bu şu demektir: Ahlâkın konusu olan bir faaliyet ceza korkusu veya mükâfat beklentisiyle icra ediliyorsa, bu faaliyetin ahlâki bir yanı yoktur. Korku ve beklenti saikiyle gerçekleştirilen eylemler, koşullu (hipotetik) eylemlerdir ve dolaysıyla etik değildirler. Koşullu bir zorunluluk/mecburiyet (Sollen), Etik’in temel kavramı olamaz, çünkü bir mükâfat veya ceza beklentisiyle gerçekleştirilen tüm eylemler zorunlu olarak bencil/egoist eylemlerdir ve ahlâki bir değere sahip değillerdir. Bu konuda Kant ve Schopenhauer hemfikirdir. Dinlerin sevap ve günah, iyi ve kötü anlayışları, sonunda bir ceza ve mükâfatı gerektirdiği için her iki filozof için de etik değildir. Zira bütün ilâhi dinler, insanın amellerini, faaliyet ve davranışlarını cennet mükâfatı veya cehennem cezasıyla koşullu hale sokmuşlardır. İlahi dinlerin emir ve yasakları koşullu (hipotetik) bir zorunluluk taşırlar. Bu dinlerin emir ve yasakları yerine getirilmediği takdirde mutlaka bir ecir söz konusudur. Yani duruma göre öte dünyada mükâfat veya mücazat kesindir. Bir pinti bile herhangi bir yoksula sadaka verirken öbür dünyada zengin olacağını umuyorsa, bu davranış koşullu bir davranıştır ve verdiği sadakanın etik bir yanı yoktur.
Schopenhauer’a göre, Ahlâk, insanın gerçek faaliyetleriyle ilgilenir, yoksa kâğıt binalar gibi inşa edilmiş a priori teorilerle değil.
Sözgelimi, herhangi birisi Hırsızlık yapmamalısın! yahut Haram yememelisin! emrini Tanrının emri olduğu için yerine getiriyorsa, Kant’a göre, bunun ahlâki hiçbir değeri yoktur. Velev ki bu yaptığı doğru olduğu gibi kendi irâdesi ve vicdanıyla da çelişmesin. Burada aslolan irâdenin, yasayı bizzat kendinin muhtar olarak koyması ve emri yerine getirmesidir. Aksi takdirde ahlâki emir velayeten yerine getirilmiş olur ve bu itibarla da ahlâkiliği düşer.
Kant’a göre bir hareketin ödev (Pflicht) olabilmesi için evvela kanuna uygun olması lazımdır. Ancak nasıl hareket etmeli ki hareketin formülü bir kanun haline gelebilsin ve aynı zamanda da ahlâki bir değer taşısın? Bunun için irâdeyi tüm temayüllerden, tecrübelerden, motivasyonlardan ve duyulara dayalı sezgilerden arındırmalıyız. Böylece geriye aklın a priori olan genel pratik kanunu kalır. Öyle hareket et ki , diye başlar pratik aklın vaz’ettiği bu düstûr. Evet, öyle hareket etmeliyim ki hareketimin formülü genel bir kanun olabilsin. Öyle hareket etmeliyim ki her durumda başkalarının da benim gibi hareket etmelerini isteyebilmeliyim. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba herhangi bir zorunluluk halinde, sırf bazı insanlara iyilik etmek niyetiyle yalan söyleyemez miyim? Hayır, diyor Kant, bu ahlâki olmaz, çünkü yalanın genel bir kanun halinde ifâde edilme imkânı yoktur. Zira Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde buyuruyor ki: Kategorik imperatif sadece bir tanedir ve o da şudur: Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir düstûra (Maxime, ilke) göre hareket et. Bundan anlaşılan şudur: Kendin için istediğini başkaları için de istemelisin, isteyebilmelisin
Kant’ın nazarında iyi niyet’in fevkinde bir değer yoktur ve hiçbir şey iyi niyet’in yerini dolduramaz. İyi niyet, tüm değerini kendinde taşıyan ve kendiliğinden parıldayan bir mücevher gibidir. Yararlılık veya verimsizlik bu değere ne bir şey ekleyebilir ne de ondan bir şey eksiltebilir. İyi niyet kendiliğindendir ve kendi başına saygıyı hak eder. Gayet tabii iyi niyet’ten başka yüksek değerler de mevcuttur, ancak bunlar iyi niyet gibi mutlak anlamda iyi değillerdir. Hatta iyi olmaları bir tarafa, yerine göre bazen kötü olarak dahi nitelendirilebilirler. Burada aslolan niyettir. Eğer bir zengin, zenginliğini başkalarını ezmek, küçültmek ve onların haklarını gasp etmek için kullanıyorsa, o takdirde bu zenginin zenginliği, gücü ve itibarı katiyetle kötü niyetinin bir aracı olmuş olur. Dolaysıyla bir eylemin ahlâki değeri başarısında veya elde edilen sonuçta değil, bilakis eylemin ardındaki niyette saklıdır. Fena düşünçelerle iyi bir ahlâk temellendirmek işin tabiatına aykırıdır. Ahlâk metafiziği art niyetler üzerine kurulamaz.
Schopenhauer’a göre, melodinin keşfi dehânın eseridir. Zira melodi, dilin aciz kaldığı noktada irâdenin hikâyesini anlatmaya devam etmiş; aklın pek geniş ve negatif duygu kavramı altında özetlediği ve daha ileri giderek soyutlamalar olarak kavrayamadığı irâdenin en gizli hikâyesini anlatır; irâdenin her hareketini, her gayretini, her temayül ve heyecanını tasvir eder. İşte bu yüzden, nasıl ki kelimeler aklın dili ise, müzik de her zaman duygunun ve ihtirasın lisanı olarak kabul edilmiştir.
Schopenhauer’a göre müzik irâdenin vasıtasız dilidir. Dil bilincin bir organıdır; müzik ise varlığın kendisidir, kendi sesidir.
Beethoven, Mûsikî, hikmet ve felsefeden daha üstün bir manifestodur der. Mesele bu manifestoyu anlamaktır. Karakteri düzgün olan her insan mûsikî dinlediğinde ruhunda bir kıpırdamanın olduğunu fark eder. Çünkü mûsikî insanı derinden saran, ruhundan kavrayan evrensel bir dildir
Mimarlık Üzerine On Kitap adlı eserinde mimarlığın kanunlarını toplayan Romalı mimar Marcus Vitruvius Pollio (M.Ö. 90-20), bu kitabında bir mimarın teoloji, tarih, felsefe, tıp, hukuk, geometri, astronomi gibi ilimlerin yanı sıra mûsikî de bilmesini istemiştir.
Anlatıldığına göre Sinan, Süleymaniye Camiinin yapımında kubbedeki akustik duyumu denetlemek için merkezde nargile fokurdatmış ve kubbenin her bir köşesinden işçilerinin ellerindeki borularından nargilenin sesini duyup duymamasına göre, düzenlemeler yapmıştır.
Trajik felâket esnasında hayatın ağır bir rüya olduğuna ve uyanmamız gerektiğine her zamankinden daha çok kanaat getiririz.
Schopenhauer’in kanaatince irâde en saf ve kâmil haliyle sanatta vücut bulur. Sanat eseri, -bu ister resim, ister mimarî, ister heykeltıraş olsun- tabiatı, sanatkârı ve seyirciyi aynı anda kendinde birleştirir. Sanat eserinde böylesine estetik bir güç, bir sihir ve nihayet büyüleme kudreti vardır. Sanattaki bu güç, bu büyüleme ve narkotize etme özelliği, Schopenhauer’in itikadınca, onun yegâne faydasıdır. Sanat, irâdeyi yok ettiği müddetçe faydalıdır, işe yarar; aksi takdirde beyhude bir meşguliyettir. Resim sanatının irâdeyi nasıl silikleştirdiği ve yok ettiğine dair en canlı örnek, öyle diyor Schopenhauer, Raphael ve Correggio’nun ilk dönemler yaptıkları resimlerdir. Bu resimlerdeki yüzlerde mistik bir huzur ve sükûn hâkimdir; âdeta irâde silinip gitmiş geriye saf idrak kalmıştır.
-Bu mükemmel heykelleri nasıl yapıyorsunuz?

-Mermerin fazlalıklarını atıyorum; hepsi bu kadar.

Bir milletin mimarîye atfettiği önem onun mekâna bakışını ele verir; mekâna ve mimarîye yüklediği değer ise onun hayat ve sanat kalitesinin bariz bir belgesidir. İnsanların yaşadıkları mekânlar onların tabiata, hayata, hürriyete ve medeniyete nasıl baktıklarını gösterir. Sözgelimi faniliğin bir sembolü gibi inşa edilmiş küçük ve daracık ahşap evlerde oturan, yahut hiçbir mimarî değeri bulunmayan eciş bücüş betonarme binalarda hayatını geçiren toplum fertleriyle; mekâna, çevreye, yeşile, denize ve ışığa değer veren, insanın estetik mekân yaratma kabiliyetine sahip bir varlık olduğu esprisini göz ardı etmeyen ve gerçekten estetik endişelerle inşa edilmiş geniş ve ferah mekânlardan oluşan, sağlam, yüksek ve havadar binalarda hayatlarını geçiren insanların hayata ve hürriyete bakışı pek tabii aynı değildir. Unutmamak gerekir ki mimarîde estetik endişe ile fayda birbirini dengelemek durumundadır. Aksi halde hedefi yeni estetik mekânlar yaratmak olan mimarî sonunda bir mekân ve çevre tahribatına dönüşüverir. Bu bağlamda şunu da söylemekte sabırsızlanıyorum: güzel mimari eserler, gayelerine uygun fonksiyonlarını icra etmekle kalmazlar, aynı zamanda estetik zevklerimize de yön verirler. O yüzden Winston Churchill, Önce biz yapılarımızı şekillendiriyoruz, daha sonra da onlar bizi şekillendiriyor derken ne kadar haklıdır.
Çok şey öğrenen kişi âlimdir; ancak dâhi o kimsedir ki insanlık, o zamana kadar bilmediği birçok şeyi ondan öğrenmek zorundadır.
Sıradan insan için onun bilme kudreti (aklı) bir sokak feneri gibidir, sadece kendi yolunu aydınlatır; dâhilerinki ise dünyayı aydınlatan güneş gibidir.
Trajik felâket esnasında hayatın ağır bir rüya olduğuna ve uyanmamız gerektiğine her zamankinden daha çok kanaat getiririz.
Schopenhauer’in kanaatince irâde en saf ve kâmil haliyle sanatta vücut bulur. Sanat eseri, -bu ister resim, ister mimarî, ister heykeltıraş olsun- tabiatı, sanatkârı ve seyirciyi aynı anda kendinde birleştirir. Sanat eserinde böylesine estetik bir güç, bir sihir ve nihayet büyüleme kudreti vardır. Sanattaki bu güç, bu büyüleme ve narkotize etme özelliği, Schopenhauer’in itikadınca, onun yegâne faydasıdır. Sanat, irâdeyi yok ettiği müddetçe faydalıdır, işe yarar; aksi takdirde beyhude bir meşguliyettir. Resim sanatının irâdeyi nasıl silikleştirdiği ve yok ettiğine dair en canlı örnek, öyle diyor Schopenhauer, Raphael ve Correggio’nun ilk dönemler yaptıkları resimlerdir. Bu resimlerdeki yüzlerde mistik bir huzur ve sükûn hâkimdir; âdeta irâde silinip gitmiş geriye saf idrak kalmıştır.
gerçek deha, tabiatın ne demek istediğini anında anlayandır.Evet, gerçek deha, hakiki ressam, gerçek mimar, hakiki heykeltıraş ve de gerçek şair, tabiatı aynen taklit eden değil, bilakis tabiatın söylemek isteyip de söyleyemediğini anlayandır.
-Bu mükemmel heykelleri nasıl yapıyorsunuz?

-Mermerin fazlalıklarını atıyorum; hepsi bu kadar.

bir milletin mimarîye atfettiği önem onun mekâna bakışını ele verir; mekâna ve mimarîye yüklediği değer ise onun hayat ve sanat kalitesinin bariz bir belgesidir. İnsanların yaşadıkları mekânlar onların tabiata, hayata, hürriyete ve medeniyete nasıl baktıklarını gösterir. Sözgelimi faniliğin bir sembolü gibi inşa edilmiş küçük ve daracık ahşap evlerde oturan, yahut hiçbir mimarî değeri bulunmayan eciş bücüş betonarme binalarda hayatını geçiren toplum fertleriyle; mekâna, çevreye, yeşile, denize ve ışığa değer veren, insanın estetik mekân yaratma kabiliyetine sahip bir varlık olduğu esprisini göz ardı etmeyen ve gerçekten estetik endişelerle inşa edilmiş geniş ve ferah mekânlardan oluşan, sağlam, yüksek ve havadar binalarda hayatlarını geçiren insanların hayata ve hürriyete bakışı pek tabii aynı değildir. Unutmamak gerekir ki mimarîde estetik endişe ile fayda birbirini dengelemek durumundadır. Aksi halde hedefi yeni estetik mekânlar yaratmak olan mimarî sonunda bir mekân ve çevre tahribatına dönüşüverir. Bu bağlamda şunu da söylemekte sabırsızlanıyorum: güzel mimari eserler, gayelerine uygun fonksiyonlarını icra etmekle kalmazlar, aynı zamanda estetik zevklerimize de yön verirler. O yüzden Winston Churchill, Önce biz yapılarımızı şekillendiriyoruz, daha sonra da onlar bizi şekillendiriyor derken ne kadar haklıdır.
Schopenhauer’in itikadınca sanat ve felsefe aynı kaynaktan beslenir ve aynı gayeyi takip ederler. Sanatın da felsefenin de biricik mucidi akıldır. Aynı şekilde her ikisinin de bir tek gayesi vardır ki bu gaye şudur: Sonsuz atılımlarla hayatı kuşatmak ve varoluş muammasına çözüm aramak. Her felsefe varlığın özüne bir yöneliş ve hayata dair bir arayıştır. Tıpkı bunun gibi her gerçek sanat eseri de hayata ve varlığa dair bir cevap ve bir izah tarzıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir