İçeriğe geç

Sapma Kitap Alıntıları – Stephen Greenblatt

Stephen Greenblatt kitaplarından Sapma kitap alıntıları sizlerle…

Sapma Kitap Alıntıları

Ölüm beni lahana dikerken bulmalı; ne onun (yani ölümüm) için üzülmeliyim ne de bahçe yarım kaldığı için.
Poggio en fazla parşömen parçaları bulmayı umabilirdi, onlar da çok eski olmazlardı. Fakat onun için bunlar elyazmalarından çok insan sesleriydi.
Son sözleri, Ne ben dünyayı anladım, ne dünya beni olmuştu.
Ne ben dünyayı anladım, ne dünya beni.
İnsanların yapabilecekleri ve yapmaları gereken şey, diye yazıyordu, korkularını yenmek, kendilerinin ve karşılarına çıkan her şeyin geçici olduğu gerçeğini kabullenmek ve dünyanın güzelliği ve zevkini bağrına basmaktır.
Bir eserin, içindekiler bölümünün yazılabileceği ilk yaprağa Yunancada protokollon denirdi; ilk tutkallanan anlamında bu sözcük bizdeki protokol ün de kökenidir.
Yazarken kendi yaptıkları hatalarıysa mürekkebi bir usturayla dikkatlice kazıyarak ve o kısmı bir süt, peynir ve kireç karışımıyla -daksilin Ortaçağ türevi- onararak düzeltebiliyorlardı.
Batıl inançları olan bir adam, Poggio’ya bakarak onun bir tür büyücü, bir kitap falcısı olduğundan şüphelenebilirdi; biraz daha kültürlü biri ona psikolojik bir saplantı olarak bibliyomani, yani aşırı kitap düşkünlüğü teşhisi koyabilirdi

*Bibliyomani: Kitaplara aşırı ölçüde düşkünlük, hastalık ölçüsüne varan kitap sevgisi.

sonuçta sanat, ruhsal dünyadaki belli çatlaklardan içeri sızmasını bilir.
Ölümün ne önemi var bizim için? Varoluşu ölüm kaygısının pençesinde harcamak, diye yazıyordu, budalalıktan başka bir şey değildir. Hayatı eksik ve yaşanmamış olarak elimizden kaçırmanın bir yolu varsa o da budur.
Başka şeylere karşı emin olmak mümkündür, ama konu ölüm olunca biz insanlar hepimiz sursuz bir şehirde yaşıyoruz.
“Bu kitap, çalanın veya sahibinden ödünç alıp iade etmeyenin,” der:
elinde yılana dönsün ve onu parçalasın. O kişiye inme insin ve uzuvlarının hepsi körelsin. Merhamet için bağıra bağıra acı içinde sararıp solsun ve zeval bulmanın eşiğinde yalvarana kadar ıstırabı hiç dinmesin. Ölümsüz Solucan’ın bir tezahürü olarak kitap kurtları bağırsaklarını kemirsin ve sonunda nihai cezasını çekmeye gittiğinde, Cehennem ateşi onu ebediyen yakıp kül etsin.
İnsan mutluluğunun önündeki başlıca engeller doymak bilmez bir arzu ve ölüm korkusudur; fakat bunlar aklı kullanarak aşılabilen engellerdir.
Gel biz gönlümüzü bu sıkıntılardan uzaklaştıracak ve birçoklarının arzuladığı şeyleri önemsememeyi öğretecek olan kitaplarımızla boş vaktimizi geçirelim.
İnsanın ne istediğini bilmediğini görmüyor muyuz?
Hep bir şeyler arıyor; sanki sırtındaki yükten kurtulacakmış gibi, hep yer değiştiriyor.
Bitmek bilmeyen bir üreme, yıkım ve tekrar üreme sürecindeki evrenin özünde vardı cinsellik.
En heybetli şeylerin en küçük şeylerden meydana geldiği
Şimdi gülün kadınlar, o bilgili adamların sözlerine gülün.
İnsan mutluluğunun önündeki başlıca engeller, doymak bilmez bir arzu ve ölüm korkusudur.
Olayları ve şeyleri oldukları haliyle kavramak mutluluğun önünü açacak en can alıcı adımdır.
İnsanlık huzurlu ve bereketli bir Altın Çağ’la değil, hayatta kalmak için verilen ilkelce bir mücadeleyle başladı.
Sessizlik onları son derece tehlikeli bir hale getirmişti.
Ne ben dünyayı anladım, ne dünya beni
Mutsuz olma kaygısından bir an bile mutlu olamıyoruz.
Hayal, erteleme ve uzlaşma silsilesi hepimize tanıdık gelir: Başarısız bir hayatın yansımasıdır bu.
Yetenek veya dürüstlüğe imkan tanınmaz; her şey entrika veya şansla, ya da tabii ki dünyaya mutlak olarak hükmeden parayla elde edilir.
Merak denen şey nice zamandır büyük bir günah olarak mahkum edilmişti.
Çünkü insanın doğası bozuktu. Adem ve Havva’ya ait günahın mirasçısı olan insanlar, başlarına gelen her acıklı felaketi hak ediyordu.
Eğer acı küçükse onu önemsemezsiniz, eğer büyükse zaten uzun sürmez.
Bedenini terbiye etmeye ve ruhunu kurtarmaya azimlidir, ama aklın bağımlılık yapan zevklerinden vazgeçememiştir.
İnsanlar der Aristoteles, sosyal hayvanlardır, yani insan olarak doğamızı gerçekleştirmek demek toplu etkinliklere katılmak demektir.
Sonuçta seçkin sınıfın üyeleriydiler; dünyanın en büyük gücünün merkezinde yaşıyor, düşünce hayatını geliştirmek gibi bir ayrıcalığın sefasını sürüyorlardı.
Meraktan ne pahasına olursa olsun uzak durulmalıydı.
Kültür artık dar bir ahbap ve tanıdıklar çevresiyle sınırlı değildi.
Başka bir yerde bulunmanın daha iyi olacağını, hayatını boşa harcadığını, her şeyin durağan ve anlamsız olduğunu, boğulduğunu hisseder.
Okuryazarlığın sınırlı olduğu bir kültürde kitaplarla ilgilenmek zaten başlı başına bir acayiplikti.
Rönesans’ta bir şey oldu; meraka, arzuya, bireyselliğe, maddi dünyayı ve bedenin isteklerini dikkate almaya yüzyıllarca sınır çekilmişken bunlara karşı ayaklanan bir şey.
Başta sapkınca ve abes görülen o şeyler tam da âleme dair çağdaş akılcı anlayışın temelini oluşturacaktı.
İnsanların yapabilecekleri ve yapmaları gereken şey, korkularını yenmek, kendilerinin ve karşılarına çıkan her şeyin geçici olduğu gerçeğini kabullenmek ve dünyanın güzelliği ve zevkini bağrına basmaktır.
Dünya aşırı üremekten bitkin düşmüş menepozlu bir anne gibiydi.
Ölümün ne önemi var bizim için? Varoluşu ölüm kaygısının pençesinde harcamak, budalalıktan başka bir şey değildir. Hayatı eksik ve yaşanmamış olarak elimizden kaçırmanın bir yolu varsa o da budur.
Bana ıstırap veren şey, kendi ölümümden duyduğum korku değildi; bütün sağlıklı normal çocuklar gibi ben de hiç ölmeyeceğimi sanıyordum.
İnsanlar en yabancı arzular uğruna en fena kötülüklere maruz kalır, en gerekli istekleri de doğaya en yabancı şeylermiş gibi ihmal eder.
Asıl önemli olan neye, hatta kime ait olduğunuzdu.
“Hep esaretin karanlığında mı yaşayacaksınız ? Ey insanların en iyileri , özgürlüğün ne kadar güzel olduğunu bilmiyor musunuz ? “ (Salutati)
Altın , gümüş , mücevherat, erguvan rengi giysiler , mermer konutlar , bakımlı araziler , dindar resimler , koşum takımları süslü atlar ve buna benzer şeyler kararsız ve sığ bir zevk verir; kitaplarsa insanın iliklerine kadar işler . Onlar bizimle konuşur , bize danışır ve canlı , yoğun bir mahremiyetle birer parçamız olurlar . (Petrarca)
Hatta manastırlar bazen ellerindeki değerli el yazmalarına lanetler eklemiş , onları öyle korumaya çalışmıştır.O lanetlerden biri , “Bu kitap , çalanın veya sahibinden ödünç alıp iade etmeyenin ,” der :
elinde yılana dönsün ve onu parçalasın .O kişiye inme insin ve uzuvlarının hepsi körelsin . Merhamet için bağıra bağıra acı içinde sararıp solsun ve zeval bulmanın eşiğinde yalvarana kadar ıstırabı hiç dinmesin . Ölümsüz Solucan’ın bir tezahürü olarak kitap kurtları bağırsaklarını kemirsin ve sonunda nihai cezasını çekmeye gittiğinde , Cehennem ateşi onu ebediyen yakıp kül etsin .
Sanat eserlerinde daha belirgin olmakla birlikte, dünyayı algılayış ve yaşayış tarzındaki değişim yanlızca estetikle sınırlı değildi.
Kopernik ‘le Vesalius,Giardano Bruno’yla William Harvey ,Hobbes ‘la Spinoza’nin entelektüel cesaretleri de aynı değişimle açıklanabilir. Bu dönüşüm ani ve toptan olmadı; melekler ,iblisler ve soyut nedenlerle meşgul olmaktan uzaklaşıp dikkati bu dünyaya ait şeylere vermek ,insanların öbür şeylerle aynı maddeden meydana geldiğini ve doğal düzenin bir parçası olduğunu anlamak Tanrının kıskançlıkla korunan sırlarına tecavüz edildiği korkusunu yaşamadan deneyler yapmak , otoriteyi sorgulayıp aktarıla gelmiş öğretileri kafa tutmak ,hazzın peşine düşüp acıdan kaçınmayı meşrulaştırmak, içinde yaşadığımız başka dünyaların da olduğunu hayal etmek ,Güneşin sonsuz evrendeki yıldızlardan yalnızca biri olduğu fikrine sarılmak ,ölüm sonrası ödül ve cezalara gerek görmeden ahlaklı yaşamak ruhun yok oluşunu ürpertisizce düşünebilmek yavaş yavaş mümkün oldu.
Kısacası şair Auden’in Ölümlü âlemi yeterli bulmak dediği şey, asla kolay olmamakla birlikte ,mümkün hale geldi.
sonuçta sanat, ruhsal dünyadaki belli çatlaklardan içeri sızmasını bilir.
Aklı kullanmak yalnızca uzmanlara has bir
vasıf değildir.Yapılması gereken şey rahiplerin
ve öbür hayal tüccarlarının yalanlarını reddetmek ve eşyanın gerçek dünyasına doğrudan,sakince bakmaktır.
Hayal,erteleme ve uzlaşma silsilesi hepimize
tanıdık gelir.Başarısız bir hayatın yansımasıdır
bu.
Hypatia’nın katli,kayda değer birinin ortadan
kalkmasından daha büyük bir anlam taşıyordu;
bu,İskenderiye’de entellektüel hayatın fiilen
çöktüğünün işareti ve yüzyıllar sonra Poggio’nun bulduğu metnin temelini oluşturan
koca bi düşünce geleneğinin ölüm ilanıydı.
Filozofların tribon adı verilen geleneksel cübbesini kuşanarai iki tekerlekli at arabasıyla
dolaşan Hypatia,İskenderiye’nin en göze
çarpan simalarından biriydi.Antik dünyada
kadınlar çoğunlukla eve kapanırdı ama o değil.
İskenderiye’yi yöneten Ptolemaios hükümdarları daha MÖ 300’den itibaren bilginlere,bilim insanlarına ve şairlere cömert
maaşlar,vergi muafiyetleri,ücretsiz beslenme
konaklama imkanları ve kütüphanenin neredeyse sınırsız kaynaklarıyla Müze’de ömür
boyu görev alma fırsatı tanımış,onları böylece
cezbetmişti.
Yazarlar kitaplarının satışından hiçbir kazanç
sağlamazlardı;gelirleri tamamen eseri ithaf
ettikleri zengin hamilere bağlıydı.
Sağduyulu,haysiyetli ve adilce yaşamayı sürdürmeden;cesur,ölçülü ve yüce gönüllü bir
tarzda yaşamadan;dostluklar kurmadan ve
hayırsever olmadan haz dolu ve güzel bir
hayat sürülemez.
O,hurafelerden sıyrılan bir kişinin özgürce haz
ve güzelliklerin peşinden gidebileceğini öğretiyordu.
Kinizmin, hırsın, ikiyüzlülüğün, insanlığa ahlak dersi vermeye kalkan sapık despotlara yaranmanın, mutlak bir hükümdarın bürokrasisinde bitmek bilmeyen bir yer kapma yarışının alıp başını yürüdüğü bir yerde insan umut ve dürüstlüğünü ne kadar koruyabilir?
Lütfen söyleyin, siz kimin köpeğisiniz, efendim?
Altın, gümüş, mücevherat, erguvan rengi giysiler, mermer konutlar, bakımlı araziler, dindar resimler, koşum takımları süslü atlar ve buna benzer şeyler kararsız ve sığ bir zevk verir; kitaplarsa insanın iliklerine kadar işler. Onlar bizimle konuşur, bize danışır ve canlı, yoğun bir mahremiyetle birer parçamız olurlar.
Başka şeylere karşı emin olmak mümkündür, ama konu ölüm olunca biz insanlar hepimiz sursuz bir şehirde yaşıyoruz.
İnsanlar en yabancı arzular uğruna en fena kötülüklere maruz kalır, en gerekli istekleri de doğaya en yabancı şeylermiş gibi ihmal eder.
Fakat keşişlerden okumayı bilmeleri bekleniyordu. Dünya giderek cahil savaş lordlarının egemenliğine girerken manastır düzenin erken bir evresinde gelişen bu beklentinin önemi ne kadar vurgulansa azdır.
dünya aşırı üremekten bitkin düşmüş menopozlu bir anne gibiydi.
“Her şey görünmez parçacıklardan oluşur. Maddenin temel parçacıkları –‘şeylerin tohumları’– ebedidir. Temel parçacıklar sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Evrenin bir yaratıcısı veya tasarlayıcısı yoktur. Her şey, bir sapmanın sonucunda meydana gelir. Özgür iradenin kaynağı sapmadır. Doğa durmadan deney yapar. Ruh ölümlüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Tüm örgütlü dinler hurafelerle dolu yanılgılardır. Dinler şaşmaz biçimde zalimdir. Melekler, şeytanlar, hayaletler yoktur. İnsan hayatının en yüksek amacı, hazzı arttırmak ve acıyı azaltmaktır.
Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgılardır. ”
Lucretius
”Ne ben dünyayı anladım, ne dünya beni. ”
Hayat, mutluluk arayışına hizmet edecek şekilde yaşanmalıdır. İnsanın kendisi ve hem cinsleri için bu arayışı kolaylaştırmasından daha yüksek bir ahlaki amaç olamaz. Öbür iddialaran – devlete hizmet, tanrların veya bir yöneticinin yüceltilmesi, çile çekerek erdeme ulaşma- hepsi önemsiz, yanlış veya kandırmacadır. Kendi kültürüne damgasını vuran militarizm ve kanlı sporla
düşkünlük de Lucretius’un gözünde baştan aşağı sapıkça ve doğaya aykırıydı. İnsanın doğal ihtiyaçları basittir. Bu ihtiyaçların sınırlarını görememek insanları giderek bencil ve boş bir mücadeleye sürükler

Çoğu insan şiddetle arzu ettiği lükslerin çoğunun anlamsız olduğunu, sağlık ve mutluluğunu artırmaya yaramadığını veya çok az yaradığını aklıyla kavrar:
Kaba dokumalarda yatacağına, nakışlı yorganlar,
Atlaslar altında çırpınsan hummanın ateşiyle,
Sanma ki daha çabuk bırakır nöbet seni. (Evrenin yapısı, 2:34-36)

Gelgelelim, Tanrı ve öbür dünya korkusuna direnmek ne kadar zorsa insanın kendisi ve toplumu için saplantılı bir şekilde istediği güvenliğe, mülkiyet ve fetih yolunda kazanılacak tutkulu başarılarla bu güvenliğin her nasılsa perçinleneceği duygusuna direnmesi de zordur. Oysa
söz konusu başarılar ancak mutluluk ihtimalini azaltır ve ona bulaşanların hepsini talihsizlerin akıbetine yaklaştırır.
Lucretius’un çokça takdir edilen ünlü ve huzursuz edici bir pasajında söylediğine göre amaç, bu çılgın çabalamaların tamamından kurtulmak ve onları emniyetli bir mesafeden gözlemlemektir:

Ne güzeldir denizi döven fırtına dalgalarını,
Başkalarının acı çekişini gözlemek kumsaldan!
Sevinç kaynağı değildir başkalarının derdi, ama
Bambaşka bir sevinçtir kendinin dertten uzak
Olduğunu düşünmek. Ne güzel savaş alanında
Düşman orduları gözlemek, sen ölüme atılmıyorsan!
Ama uzak bir yere çekilmektir tatların
En güzeli. Sımsıkı donanıp bilgi kuramlarıyla,
Yücelerden, yaşama çıkış yolu arayanları süzmek:
Amaçsızca tartışanları, gece gündüz, akıl almaz
Bir çabayla öncelik kazanmaya çalışanları,
Servetin, zenginliğin doruğuna varmayı
Ve dünyaya söz geçirmeyi kuranları.
(Evrenin yapısı , 2: 1-13)

Dünyaya nasıl geldinizse öyle terk ediniz Acı çekmeden ya da korkmadan ölümden yaşama yaptığınız yolculuğu, bir kez de
yaşamdan ölüme yapınız. Sizin ölümünüz evrensel düzenin parçalarından birisidir. Dünya yaşamının bir parçası:

Ölümlüler yaşamlarını birinden ötekine aktarıyorlar
Ve bir bayrak koşusunda olduğu gibi, meşaleyi elden ele veriyorlar.

Biz gitmiyoruz; yüzen şeylere benziyoruz; suyun dalgalı ya da durgun olmasına göre bir rahat, bir sarsıntıyla sürükleniyoruz:

İnsanın ne istediğini bilmediğini görmüyor muyuz?
Hep birşeyler arıyor; sanki sırtındaki yükten
kurtulacakmış gibi, hep yer değiştiriyor.

İnsanlık huzurlu ve bereketli bir Altın Çağ’la değil, hayatta kalmak için verilen ilkelce bir mücadeleyle başladı.
İnsanlar kendilerini layık gördükleri gibi, varoluşta seçkin bir yer işgal etmez; çoğu zaman fark etmeseler bile en fazla yücelttikleri özeliklerin çoğunu başka hayvanlarla paylaşırlar.
Dinler daima umut ve sevgi vaat etse bile yapılarının özünde zulüm vardır. O yüzden kötülüklerin cezalandırılacağı hülyalarına yer verir, o yüzden bendeleri arasında ister istemez kuruntu ve kaygı uyandırırlar. Dinin en simgesel ifadesi -ve özündeki sapıklığın en açık tezahürü- anne
veya babanın çocuğunu kurban etmesidir.

Neredeyse tüm dini inançlar, böyle bir kurban öyküsüne sahiptir, hatta bazıları bunu hayata da geçirmiştir. Lucretius’un aklındaki olay İphigeneia,nın babası Agamemnon tarafindan kurban edilmesidir, ama İbrahim’le İshak hakkındaki Yahudi kıssasından ve benzeri Yakındoğu öykülerinden haberdar olması da mümkün; ne de olsa kendi devrindeki Romalıların doğuya ilgisi giderek artıyordu. MÖ 50 civarında yazdığı için Lucretius elbette Batı dünyasını egemenliğine alacak büyük fedakarlıkla ilgili mitin gelişini göremezdi. Öte yandan, ne böyle bir mit ne de kanlı bir şekilde katledilen oğul imgesinin durmadan yinelenmesi ve her
yerde gözler önüne serilmesi onu şaşırtırdı.

Ne ben dünyayı anladım, ne dünya beni.
Bizi bekleyen felaketlerden korkup devamlı bir mutsuzluk ve endişe içindeyiz. Mutsuz olma kaygısından bir an bile mutlu olamıyor, hep zenginliğe özlem duyuyor ve ne ruhlarımıza ne de bedenlerimize huzur veriyoruz. Halbuki aza kanaat edenler, günü yaşıyor ve her günü bayram gibi karşılıyorlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir