İçeriğe geç

Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler Kitap Alıntıları – José Ortega y Gasset

José Ortega y Gasset kitaplarından Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler kitap alıntıları sizlerle…

Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler Kitap Alıntıları

Yazar, Latince auctor, yani “arttıran kimse” sözcüğünden türemiştir. Latinler yeni bir toprak fethederek onu yurduna katan komutanlara böyle derdi.
Piyango talihlisi de keyiflenir ama, onunki çok ayrı bir neşedir; belli bir “şeyden ötürü” neşelenmiştir. Sarhoşun neşesi gizemlidir, kendi içine kapalıdır, nereden geldiği bilinmez, hani derler ya, “temelsizdir”.
Sarhoşun keyfi kördür; her şey gibi onun da bir kaynağı vardır. Alkoldür o kaynak, ama gerçek nedenden yoksundur.
Kişisellik, insani şeylerin en insanisi olduğundan ötürü, yeni sanatın en çok kaçındığı şeydir.
Her şeyden önce, gücenmece, bağırmaca yok. “Bağrılan yerde gerçek bilim olmaz” diyordu Leonardo da Vinci; “Tasalanma, öfkelenme de, anla” diye öğütlüyordu Spinoza.
“Gerçek”, sanatçıyı aralıksız kollar, kaçmasını engellemek için. Ne büyük bir kurnazlık ister dahice bir kaçış! Sanatçının “tersine bir Odeysseus” olması gerekir; gündelik yaşamın arasından geçirerek Kirke’nin büyüsüne doğru ilerlemek durumundadır.
Halk kitleleri sanır ki, gerçeklerden kaçmak kolay şeydir, oysa dünyanın en güç işidir bu.
Bu demek oluyor ki, insanlarin çogunlugu için estetik zevk özde yasamının geri kalanında benimsediğinden ayrı bir ruhsal tutum değildir, ondan yalnızca niteleme sıfatlarıyla ayrılır. Herhalde daha az yararlı ve daha yoğundur, ayrıca acılı sonuçlar vermez. Ama, sonuçta, sanatın uğraştığı, dikkatini ve öteki güçlerini yoğunlaştırdığı nesne, gündelik yasamdakinin aynıdır: İnsan figürleri ve tutkuları. Ve insan o ilginç olaylarla ilişki kurmasını sağlayan araçlar toplamına sanat adını verecektir.
Bir sanat yapıtını kurtaran şey asla konusu değildir, tıpkı bir heykele değerini veren şeyin maddesindeki altın olmadığı gibi.
Kitleler anlamaz, yalnızca kovar.
.
Kendine çeken güzellik, aşık olan güzellikle nadiren örtüşür.

.
İnsan her zaman uçurumlarda yolculuk eder ve istese de istemese de en gerçek yükümlülüğü dengesini korumaktır.

İnsan gördüğüne dikkat etmez, tam tersine, ancak dikkat ettiği şeyi görür.
Sanat, bir tabloyu seyrettiğimizde ya da bir kitabı okuduğumuzda ruhumuzda olup biten bir olaydır.
Tiyatro türü in­sanların ruhunu ateşlemek içindir.
Eskiden sanat -bi­lim ya da politika gibi- kişi olarak bizi ayakta tutan coşku ekseni­nin çok yakınında yer alıyorken , artık kenar kesimlere doğru çe­kilmiş bulunuyor. Dış özelliklerinden hiçbirini yitirmiş değil ama uzaklaşmış, ikincilleşmiş ve eskisi gibi önemli olmaktan çıkmış.
çünkü, içinde insani olan hiçbir şey bulunmadığından, hiçbir dokunaklı şey de yoktu.
En büyük romanlar binler ve binlerce minimini hayvancıktan oluşan mercan resifleridir.
Romancı bizi gerçeğin karşısında
uyuşturmaya, okuru hayali bir
yaşantının hipnozuna hapsetmeye
çalışmalıdır.
Her okuru bir taşralı ya dönüştürmek, benim fikrimce romancının büyük sırrı budur işte. O nedenle az önce diyordum ki, okurun ufkunu genişletmeye çalışmak yerine daraltmaya, sınırlamaya yönelmelidir hangi roman ufku ya da alemi sahici ufukların en mütevazısından
daha geniş ve zengin olabilir ki?
Sanat bir tabloyu seyrettiğimizde ya da bir kitabı okuduğumuzda ruhumuzda olup biten bir olaydır.
Ağır anlatım, yavaşlık Proust’ta son haddine ulaşır ve handiyse hiç hareketsiz, gelişimsiz ve gerilimsiz bir dizi durağan düzlemlere dönüşür. Okurken, aslında uygun yavaşlık ölçüsünün aşılmış olduğu sonucuna varırız.
operari sequitur esse
eylemler özün sonucu ve türevidir
Bizi eğlendiren Don Quijote ile Sancho’nun kendileridir, başlarına gelen olaylar değil.
bilgi ya da tanım bir kavram dizisinden başka bir şey değildir, kavram ise nesneye bir zihinsel değinmeden öteye gitmez.
Bilimin görevi tanımlamalar oluşturmaktır.
Nesnelerin kendilerinin var oldukları yerde onları anlatmak fazlalıktır.
Dolayısıyla romancının düşebileceği en büyük hata kişilerini tanımlamasıdır.
Bir süre için kadınlar ve yaşlılar yaşamı delikanlıların yönlendirmesine boyun eğmek zorunda; bu arada dünyanın ciddiliğini yitirir gibi görünmesine şaşmamak gerek.
Benim kuşağımda yaşlılığın değerleri hala baş tacıydı.
Yeni yetişen delikanlı gençlikten elden geldiğince erken vazgeçme yolunu tutuyor, yaşlıların yıpranmış havalarına öykünüyordu.
Bugünün kızlarıyla oğlanları ise çocukluğu uzatmanın yolunu arıyor, gençler gençliklerini alabildiğine vurguluyorlar.
Sporun zaferi, gençlik değerlerinin vaşlılık değerleri karşısında zafer kazandığı anlamına gelir. Bedensel
sanatların başında gelen sinema için de aynı şey söylenebilir.
insan yalnız gençliğinde güzel ve çeviktir; ruha tapınma ise yaşlanma talebinin göstergesidir, çünkü ancak beden çökme yolunu tuttuğu zaman olgunluğa erişir.
Sanatın böyle kendi içine
kapanmasının ilk sonucu, her türlü dokunaklılıktan sıyrılmasıdır. İnsanilik yüklü sanata, yaşama verilen ağır anlam yansırdı. Sanat çok ciddi, neredeyse kutsal bir şeydi. Kimi zaman -Schopenhauer’da ve Wagner De- insan soyunun kurtarıcısı olduğunu bile iddia ederdi. Durup biraz üzerinde düşünen kişiyi şaşırtır bu, oysa yeni esin, her zaman ama her zaman, gülünçtür. Her şeyi tek perdeli, tek tonludur. O gülünçlüğün oranı değişebilir, düpedüz
palyaçoluk tan şöyle alaylı bir göz kırpmaya değin değişebilir.
müziği kişisel duygulardan
ayıklamayı, örnek bir
nesnelleştirmeyle arıtmayı gerektiriyordu. O işin üstesinden Debussy geldi. Ondan beri müziği dinginlik içinde, sarhoş olmaksızın ve ağıt yakmaksızın dinleyebiliyoruz.
Bağrılan yerde gerçek bilim olmaz diyordu Leonardo da Vinci, Tasalanma, öfkelenme de, anla diye öğütlüyordu Spinoza.
En köklü, en kuşku götürmez kanılarımız aslında en kuşkulu olanlardır.
Sanat yaşamın yansımasıdır, bir insan kişiliği açısından doğanın görünüşüdür, insani olan her şeyin sergilenmesidir, vb. Gel gör ki gençler de bir o kadar inançla bunun tersini ileri sürüyor.
İnsanların çoğunluğu için estetik zevk özde yaşamının geri kalanında
benimsediğinden ayrı bir ruhsal tutum değildir, ondan yalnızca niteleme sıfatlarıyla ayrılır: Herhalde daha az yararlı ve daha yoğundur, ayrıca acılı sonuçlar vermez. Ama, sonuçta, sanatın uğraştığı, dikkatini ve öteki güçlerini yoğunlaştırdığı nesne, gündelik yaşamdakinin aynıdır: İnsan figürleri ve tutkuları.
Halk bir tiyatro oyunundan, kendisine önerilen insan yazgılarına ilgi duyabildiği zaman hoşlanır.
yeni sanat herkesin
anlayabileceği gibi değil, bu demektir ki yararlandığı araçlar genelde insana ilişkin araçlar değil
Romantizm halkın tam anlamıyla benimsediği bir biçem oldu. Demokrasinin ilk çocuğuydu, kitleler de onu olabildiğine şımarttılar.
Yenilik getiren biçem halka
maloluncaya değin bir süre geçer; halka malolmuş değildir, ama beğenilmiyor da denemez.
Sanat bir zorunluk değildir, keyifli
bir kapristir.
Sanatlar, benliğini ifade edecek formüle başka yoldan ulaşamayan insanoğlunun kendisini anlatmasına yarayan soylu birer duyu organıdırlar
yaratı olmayan yerde doğum yoktur, doğum olmayınca da yaşam yoktur.
Mumyalar müzesindeki balmumu heykeller hepimizde kendine özgü bir tedirginlik uyandırır, o heykellerin içerdikleri ve bizim karşılarında belli, sürekli bir tutum benimsememizi engelleyen ani aldatmacadan kaynaklanan bir rahatsızlık. Onları canlıymışlar gibi algılayacak olursak, cesetsi gizlerini ortaya koyarak bizimle dalga geçen birer oyuncak olurlar; birer aldatıcı oyuncak gibi algılayacak olursak öfkeyle solurlar sanki. Salt cansız nesnelere indirgemenin yolu yoktur onları.
Yüzlerine baktığımızda, yoksa asıl onlar mı bizi seyrediyor diye kuşkulanarak tedirgin oluruz. Sonunda o kirayla tutulmuş cesetleri andıran şeylerden tiksiniriz. Balmumu heykel salt melodramdır.
sanatların her biri nesneleri uzaklaştıran ve biçimlerini değiştiren bir yansıtıcı
aygıt kullanır ustalıkla. Onun tılsımlı perdesinde nesneleri yaklaşılmaz bir yıldıza sürgün edilmiş olarak, mutlak bir uzaklıktan seyrederiz. Gerçeklikten o kopuş olmazsa uğursuz bir duraksamaya düşeriz: Nesneleri yaşayalım mı, yoksa seyir mi edelim
Tasalanma, öfkelenme de, anla diye öğütlüyordu Spinoza. En köklü, en kuşku götürmez kanılarımız aslında en kuşkulu olanlardır. Bizim kısıtlılığımız, sınırlarımız, tutsaklığımızdır onlar.
Ne var ki bu iş ender rastlanan seçkin ruhların harcıdır. ( )Yakın geleceğin, felsefe bir yana, bize sakladığı en güçlü zihinsel coşkuların tarihten ve romandan kaynaklanacağını ileri sürersek, pek de sakıncalı bir kehanette bulunmuş olmayız
Bir sanat yapıtını kurtaran şey asla konusu değildir, tıpkı bir heykele değerini veren şeyin maddesindeki altın olmadığı gibi.
O romanları okumuş olanlar, okuduktan sonra içlerinde beğeniyle karışık, acılı, tatsız, bulanık bir izlenim de kalmış olduğunu hatırlasınlar.
Dostoyevski romanlarının uyandırdığı ilgi, konularına veriliyor: Efendim eylemin gizemli dramatizmi, efendim kahramanların son haddinde sayrılıklı kişilikleri, efendim bizim tertemiz, açık seçik, çizgileri belirgin karakterlerimizden öylesine farklı olan o Slav ruhlarının keşmekeşli karmaşıklığı içindeki egzotizmi falan.
İnsanın yazgısı kendi insani yolunu yaşamaktır; şairin misyonu ise varolmayanı yaratmaktır.
Şair, insanın bittiği yerde başlar.
Nesneleri yaşayalım mı, yoksa seyir mi ede lim, bilemeyiz.
Görmek uzaktan yapılan bir eylemdir.
Piyango talihlisi de keyiflenir ama, onunki çok ayrı bir neşedir; belli bir şeyden ötürü neşelenmiştir. Sarhoşun neşesi gizemlidir, kendi içine kapalıdır, nereden geldiği bilinmez, hani derler ya, temelsizdir .
Estetik zevk, zekice bir zevk olmalı. Çünkü zevklerin arasında kör olanlar da vardır, keskin görüşlü olanlar da.
Romantik sanatçı kuşun aşk çağrısını taklit ederek çıkar ava; notaları sonra mermi yapıp bedenine saplamak için kuşun ilgisinden alçakça yararlanır.
Müzik te tutkular kendi kendilerinden zevk alırlar.
Daha fazla yaşama uğruna çırpındığı oranda yaşar insan.
En köklü, en kuşku götürmez kanılarımız aslında en kuşkulu olanlardır. Bizim kısıtlılığımız, sınırlarımız, tutsaklığımızdır onlar.
Peki ama, yarınlar ihtiyarlara karşı hep gençleri haklı çıkarıyorken, neden bugünlerde hep ihtiyarlar gençler karşısında haklı çıksın?
Sanat yaşamın yansımasıdır, bir insan kişiliği açısından doğanin görünüşüdür, insani olan her şeyin sergilenmesidir, vb. Gel gör ki gençler de bir o kadar inançla bunun tersini ileri sürüyor.
En büyük romanlar binler ve binlerce minimini organizma dan oluşan mercan resifleri dir, kırılgan görünümlerine karşın, denizin darbelerini dizginlerler.
Dostoyevski ile Proust’u karşılaştırır: Rus romancısının yapıtları ağır gelişimlidir, yine de bir o kadar yoğundur. Çünkü yoğunluk serüven üstüne serüven yığmakla değil, her bir serüvenin en ufacık bileşenlerinin bol miktarda sunulmasıyla sağlanır. Ancak ağır anlatım Proust’ta aşırılığa varır, handiyse hareketsiz, gelişimsiz ve gerilimsiz bir dizi durağan düzlemlere dönüşür.
Kimi dostlarımdan, özellikle de bazı genç yazarlardan bir roman yazmakta olduklarını işittiğimde, bunu nasıl olup da sakin bir ses tonuyla söylediklerine pek şaşıyor, onların yerinde olsam tir tir titrerdim diye düşünüyorum. O sükûnetin altında büyük çaplı bir bilinçsizliğin yattığından kuşkulanıyorum. (.) Sanat yaratısının yalnızca adına esin ya da yetenek denilen o öznel ve bireysel kabiliyete bağlı olduğunu varsaymak, boş hayallere kapılma ve sorunu rahatça ortadan kaldırma isteğinden başka bir şey değildir.
Sanat da aşk gibi, mahrem bir olaydır, dışarıdan gelme değil, içten doğma; o nedenle anlamını kendisinin dışındaki fiziksel gerçeklerde arayamaz, arasa bile bulamaz.
Sanat gündelik yaşamın gerçeğinden ve bizi kuşatan bayağılıtan özgürleşmek, yaşamımıza bir anlam verebilmek içindir. İnsanoğlu tekdüzelikten, adilikten, gevşeklikten kaçış yolu arar durur. O nedenle kendi ortamından yola çıkarak yeni şeyler yaratmaya yönelir, kendi kendini arayışına bir yanıt olsun diye eserinde kendini dışa vurarak benliğini dile getirir. Başka yoldan dışa vuramayacağı şeyleri eserinde şekillendirir: Öyle, çünkü yaratı olmayan yerde doğum yoktur, doğum olmayınca da yaşam yoktur. O nedenledir ki, eser veren sanatçılar her zaman için var olagelmiştir, çünkü eser yaratarak, benliklerinin kendilerinin bile bilmedikleri en mahrem yönlerine bir karşılık vermişlerdir.
Ruhumuzun ta derinine işleyen tablolar, ‘tablo seyretmeye’ gittiğimiz müzedekiler olmayabilir de, belki hayatın bizi çok daha farklı kaygılarla sürüklediği bir odadaki önemsiz bir resim olur. Konserdeki müziğe dikkat etmeyebiliriz de, sokakta, kendi düşüncelerimize dalmış giderken bir âmâ çalgıcıdan işittiğimiz notalar gelip ruhumuzun bam telini titretir.
Sanat da aşk gibi, mahrem bir olaydır dışarıdan gelme değil, içten doğma; o nedenle anlamını kendisinin dışındaki fiziksel gerçeklerde arayamaz, arasa bile bulamaz.
Öyle, çünkü yaratı olmayan yerde doğum yoktur, doğum olmayınca da yaşam yoktur.
Ağladığımı görürsen ilkin kendine acımalısın.

(Horatius)

Şair, insanın bittiği yerde başlar. İnsanın yazgısı kendi insani yolunu yaşamaktır; şairin misyonu ise varolmayanı yaratmaktır. Şairin yaptığı iş ancak böyle haklı görülür. Orada, kendi başına duran gerçeğe, gerçekdışı bir anakara ekleyerek, dünyayı genişletir şair. Yazar, (Latince) ‘auctor’, yani “arttıran kimse” sözcüğünden türemiştir. Latinler yeni bir toprak fethederek onu yurduna katan komutanlara böyle derdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir