İçeriğe geç

Sanat ve Sanatçılar Üzerine Notlar Kitap Alıntıları – Sigmund Freud

Sigmund Freud kitaplarından Sanat ve Sanatçılar Üzerine Notlar kitap alıntıları sizlerle…

Sanat ve Sanatçılar Üzerine Notlar Kitap Alıntıları

”..İlk üç ya da dört yaşındaki izlenimler ruhta yerleşerek sonradan hiçbir olayın silip atamayacağı davranış biçimlerinin doğmasına yol açar. ”
”..İlk üç ya da dört yaşındaki izlenimler ruhta yerleşerek sonradan hiçbir olayın silip atamayacağı davranış biçimlerinin doğmasına yol açar. ”
Günlük yaşamlarına ilişkin gözlemlerimiz, insanlardan pek çoğunun, cinsel içgüdülerindeki enerji yükünden azımsanmayacak kadar büyük miktarları mesleki çalışmalarına aktardığını ortaya koymaktadır. Yüceltilebilme yeteneğiyle donatıldıkları, yani kendilerine en yakın amaçlarından saptırılıp değer bakımından bazen daha üstün cinsellik dışı amaçlara yöneltilebilen
cinsel içgüdüler, mesleki çalışmalara olumlu katkılarda bulunmaya özellikle yatkın nitelik taşır.
Öbür olasılığa gelince, söz konusu içgüdü, başlangıçta gelişip serpilmek için cinsel içgüdülerin yardımına başvurmakta, bu yüzden ileride cinsel yaşamın bir parçasını kapsar nitelik kazanmaktadır. Dolayısıyla, seven bazı kimselerde rastladığımız gibi, birey tutkulu bir teslimiyet göstererek kendini bilimsel çalışmalara adamakta, sevmeyi bir yana bırakıp araştırma eylemine yönelebilmektedir.Yalnız araştırma içgüdüsünün değil, hayli güçlü içgüdülerden
pek çoğunun cinsel içgüdülerden yararlanarak enikonu semirip
palazlandığını hiç çekinmeden ileri sürebiliriz.
Bir vakit Leonardo, bilim adamı kişiliğini sanatçı kişiliğinin
hizmetinde kullanmış, ama zamanla uşak efendisinden daha
güçlenerek onu sultası altına almıştı.
”Leonardo da Vinci tutkusuz bir kişi değildi, insanlara özgü tüm etkinliğin dolaylı ya da dolaysız itici gücü -il primo motore- rolünü oynayan tanrısal kıvılcımdan o da payını almış bulunuyordu. Ne var ki, içindeki tutkuyu bilme
tutkusuna dönüştürmüş, ancak tutkulardan kaynaklanabilecek
bir direniş, kararlılık ve yoğunlukla kendini inceleme ve araştırmalara vermiştir. ”
Ressamlığa ilişkin yazısının dinsizlikle suçlanmasına karşı kendini
savunma gözüyle bakılacak bir yerinde aynı anlamda sözler
söyler Leonardo da Vinci : Bu gibi suçlayıcılar seslerini çıkarmasa, daha
iyi ederler. Çünkü söz konusu tutum, hayranlık konusu pek
çok eseri atölyesinde yaratan sanatçının tanınmasını sağlar; bu
ise işte öylesine büyük bir yaratıcıyı sevmeye götüren yoldur.
Çünkü büyük sevgiler, doğrusu, sevilenin adamakıllı tanınmasından kaynaklanır. Sevi objesi yeterince tanınmadı mı, yeterince sevilemez ya da hiç sevgi duyulmaz ona karşı
”Hem Leonardo’nun kendi açıklamalarına bakmak doğru sayılmazdı; üstadın
eserlerinden pek çoğunun bitirilmediği söylenemezdi; çünkü
dışarıdan şaheser diye bakılan şey, sanatçı için kafasında yapmayı tasarladığı eserin her zaman yetersiz bir kopyasıydı. ”
ne yazar psikiyatristin önünde ne de psikiyatrist yazarın önünde gerilemelidir. Psikiyatri alanına giren bir temayı işleyen bir yazar, pekala güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen kusursuz bir yapıt yaratıp ortaya koyabilir
Yazarlar en değerli müttefikleri­mizdir, yargıları bizler için hayli önem taşır, çünkü gökyüzüyle yeryüzü arasında bizim okul bilgeliklerimizin hayalinden bile geçiremeyeceği kadar çok şey bilirler. Hele psikoloji konusun­ da biz sıradan kişilerin haydi haydi ilerisinde bulunurlar, çünkü bizim henüz bilimin hizmetine sokamadığımız kuyulardan, kaynaklardan çekip alırlar bilgilerini.
Freud, pek çok yıl son­ra 1902’de Pompei’ye giderek burasını kendi gözle­riyle görür. Freud’u her şeyden önce büyüleyen, Pompei’nin yazgısı (lavlar, küller altında kalışı ve sonradan yapılan kazılar­da yerin altından tekrar çıkarılışı) ve aşinası olduğu ruhsal olay­ların (bilinçdışına itilip üstlerinin örtülüşü ve çözümleme sonu­cunda yeniden ortaya çıkarılışı) arasındaki benzerlik olmuştur.
Dostoyevski’de sevilmeye karşı büyük bir gereksinim ve alabil­diğine büyük bir sevme gücü karşımıza cikar. Öyle bir güç ki, aşırı ölçüde iyi yürekliliği içeren eylemlerle kendini açığa vurur. Kin ve öç al­ma duygularına haklı olarak kapılabileceği durumlarda, örneğin kendisine ihanet eden ilk karısıyla aşığı karşısında bile sanatçı­yı sevmeye ve yardım elini uzatmaya götürür.
Daha önce bir başka yerde belirttim annenin sevgisini hiç tartışmasız tekellerinde tutan kişiler, yaşam boyu ele geçirme duygusunu ve seyrek olmayarak gerçekten kişiyi başarıya ulaştırdığını gördüğümüz güven duygusunu içlerinde taşırlar.
Dolayısıyla, bendeki güç, annemle aramdaki ilişkiden almak­
tadır kaynağını gibi bir sözü haklı olarak Goethe Şiir ve Gerçek kitabında özyaşam öy­küsünün başına koyabilirdi.
Hayalde yaşa­tılan şey gerçeğe dönüşmüş, içteki isteğe karşı tüm savunu ön­lemleri bundan böyle güçlendirilmiş, Dostoyevski’deki ölüm nöbetleri giderek sara niteliği kazanmıştır
İlerde söz konusu nöbetler bizzat babanın ölümü gibi dehşet verici bir özellik kazanmıştır!
Karamazov Kardeşler’deki baba katliyle Dostoyevski ‘nin kendi babasının akıbeti arasındaki yoksayılamayacak ilişki, bir­den çok yaşamöykücünün (biyograf ) gözünden kaçmamış, modern bir psikolojik ekol den söz açılmaya başlanmıştır. Psi­kanaliz-modern psikolojik akımla anlatılmak istenen budur çünkü- babasının katlini Dostoyevski için alabildiğine güçlü bir travma, sanatçının buna karşı tepkisini ise ondaki nevrozun belkemiği sayar.
Vakit vakit ahlak dışı eylemlere girişip sonradan pişmanlik duyarak ahlakdışı davranışların ardından pek yüce ahlak kurallarını kendine amaç edinen ve davranışlarını bu kurallara uydurmaya çalışanlar, işin pek kolayına kaçmakla suçlanacak kişilerdir. Korkunc İvan’ın (Karamazov) davranışları da buna örnektir.
Karamazov Kardeşler şimdiye dek yazılmış romanların en güçlü­sü, Büyük Engizitör epizodu dünya edebiyatının şimdiye dek ortaya koyduğu yaratıların en üstünüdür ve ne denli övülse azdır.
Bu zamana kadar Freud’un ayrıntılı bir yaşamöyküsel (biyografik) incelemede bulunduğunu görmüyoruz, olsa olsa bazı yazarlara ilişkin, ilgili yazarların yapıtlarındaki kimi parçalardan yola ko­yulup fragman niteliğinde bazı çalışmalar kaleme almıştır. Ancak, Leonardo incelemesi, Freud’un yaşamöyküsü alanında yaptığı ilk ayrıntılı çalışma değil, aynı zamanda tek kalmış çalışmadır.
-“Sanatçı kişiliğiyle bir yaratma eylemini sürdüren kişi, yarattığı eserlere karşı elbet kendini bir baba gibi hisseder.”
-“Tasarım ve düşünceler bilinçdışına itiliyorsa, tek nedeni, ortaya çıkması istenmeyen duyguları özgür duruma geçirecek olmalarıdır.”
-“İnsan ruhunu tanıyanlar bilir ki bir zaman tadılmış bir hazdan el çekmek kadar güç şey yoktur.”
-“Leonardo sevip nefret etmemiş, neyi sevip neden nefret edeceğini belirleyen etkeni araştırmış, sevgi ve nefretin taşıdığı anlamı kendi kendine sormuş, iyi ve kötü, güzel ve çirkin karşısında ilkin tarafsız davranmıştır.”
Kişi çevresiyle ne kadar uyumlu ise, içindeki nesneler ve olaylarla ilgili olarak tekinsiz bir şey izlenimi elde etmesi o kadar az olacaktır.
Shakespeare’in yerinde bir acemi olsaydı, ifşa etmek istediği her şeye bilinçli bir ifade verecek, sonrasında bu aldanışın derinleşmesini engelleyecek olan duygusuz, sınırlandırılmamış zekamızın karşısında bulacaktı kendisini.
Şairin, kahramanının tüm gizli güdülerini açık ve eksiksiz bir şekilde ifade etmesine izin vermemesi incelikli, sanatsal bir tasarruftur.
Çünkü bir ayartıya kendini kaptırdıktan sonra değil, ayartı daha içte kıpırdanmaya başlar başlamaz ona tepki gösterip, karşı koyan kişi ahlaklıdır yalnız.
Bireydeki din gereksinmesinin kökünün anne ve baba kompleksinde yattığını söyleyebiliriz; her şeye gücüyeter ve adil Tanrı’yla o iyi yürekli doğa, babayla annenin alabildiğine yüceltimleri, daha yerinde bir deyişle anne babaya ilişkin ilk çocukluk tasarımlarının yenilenmesi ve diriltilmesi gibi görünmektedir.
“Leonardo’nun ergenlik fırtınaları ortaya çıktığı zaman, erotik ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cinsel merakının erkenden baskın çıkması sayesinde, evrensel bilme susuzluğu haline yüceltilmiş ve böylece bastırmadan kurtulabilmiştir.”
Geçmiş, hal ve gelecek, kopuntusuz uzanıp giden istek ipi üzerinde boncuk taneleri gibi art arda dizilir.
Bana öyle geliyor ki, sanki iki bin yıl önce de yine bir ara seninle şimdiki gibi oturup yemek yemişiz.
Tasarım ve düşünceler bilinçdışına itiliyorsa, tek nedeni, ortaya çıkması istenmeyen duyguları özgür duruma geçirecek olmalarıdır.
Demek bir kimsenin yaşaması için ilkin ölmesi gerekiyor.
Eriştikleri mutluluğu kimi insanlar kaldıramaz; çünkü elde edilen başarıyla yakalanılan hastalık arasında neden ve sonuç bakımından bir ilişkinin varlığı kuşkusuzdur.
Senin gösterişsizliğini öbür iki çığırtkandan daha yakın buluyorum kendime.

They plainness moves me more than eloquence.

Mutlu kişiler düş kurmaz, bunu ancak yeterince doyuma ulaşmamış kişiler yapar. Doyuma kavuşturulmamış, düşlemlemenin itici güçleridir ve her düş belli bir isteğe doyum sağlama çabası ve böyle bir doyumu ondan esirgeyen gerçek’i değiştirme girişimidir.
Bir tip insan vardır, Tanrı değilse bile sert bir Tanrıça, yani bizim yazgı dediğimiz güç, acı ve sevinçleri açığa
vurmakla yükümlü kılmıştır kendilerini.
İnsan ruhunu tanıyanlar bilir ki bir zaman tadılmış bir hazdan el çekmek kadar güç şey yoktur.
Biz tek tek bütün insanlar, pratikte kendini açığa vuran doğa egemenliğinin
sayısız kanıtlarından biriyiz.
Leonardo’nun, karanlık bir hava taşıyan ve Hamlet’in konuşmasını anımsatan sözlere başvurarak henüz pratik yaşamda sesini asla duyurmamış sayısız etkenlerle doludur dediği doğa karşısında hiçbirimiz gereken saygıyı gösterememekteyiz.
Pek kolay unuttuğumuz bir şey var ki, yaşamımızda her şeyin bir rastlantı sayılacağı, rastlantının spermayla yumurtanın birleşmesi sonucu yaratılmamızdan başlayarak yaşamımızı yönettiği, ancak
bu rastlantının doğa’nın yasallık ve zorunluğunda payı bulunduğunu, bizim isteklerimizle hayallerimizi hiç umursamadığıdır.
Kuşkusuz bizler, her türlü savunmadan
yoksun yaşayıp gittiğimiz çağımızda adil bir Tanrının ve güler yüzlü bir yazgının bizi çeşitli dış etkilere karşı daha iyi korumadığından ötürü kırılıp gücenmiş durumdayız.
Psikanalist, unutma ve yinelemelerin bir anlam taşıdığını bilir; normalde gizli kalacak duyguların kendilerini ele vermesini sağlaması bakımından dalgınlık denen olayı şükranla karşılamak gerektiğini çoktan öğrenmiştir.
Gülümsemenin insanı
kendine bağlayıp koyvermeyişi, her şeyden çok içerdiği şeytansal büyüsellikten kaynaklanmaktadır.
Cinsellik kuramlarındaki gelişim evresinde, oğlanların, kendi tatsız yaşantılarını değerlendirmeye başladığı görülür; penisiyle fazla ilgilenirse ve ilgisini eylemsel yoldan açık seçik sergilemekten vazgeçmezse,
o değerli organının kendisinden koparılıp alınacağı söylenerek
çocuğun gözü korkutulur. İşte bu iğdiş tehdidi, onun kızlardaki
cinsel organ görüşünde değişikliğe yol açar: Bundan böyle, erkekliğinin elden gidebileceği dehşetiyle titreyip durur; beri yandan, söz konusu barbarca cezanın üzerlerinde uygulandığını sandığı talihsiz kızlara yukarıdan bakmaya yönelir.
Düşünsel bağımsızlık çabasının başarısızlığa uğraması, öyle görülüyor ki, çocuklar için hayli cesaret kırıcı nitelik taşır ve ileride kaybolmayarak varlığını sürekli korur.
Leonardo sevip nefret etmemiş, neyi sevip neden nefret edeceğini belirleyen etkeni araştırmış, sevgi ve nefretin taşıdığı anlamı kendi kendine sormuş, İyi ve Kötü, Güzel
ve Çirkin karşısında ilkin tarafsız davranmıştır.
.ancak sanatçı, bizim daha çok kişisel gözüyle bakacağımız düşlemerini önümüzde sergiledi ya da bunları bize anlattı mı, belki o vakit çeşitli kaynaklardan çıkıp gelerek bir araya toplanan yüce bir haz duyarız.
tarih öncesi çağlarda durum değişikti; -uygarlık araştırıcılarının bin bir emekle derlediği malzemeler, cinsel organların
bu çağlarda bir övünç ve umut kaynağı bilinip, âdeta bir Tanrı gibi tapınma konusu yapıldığı ve cinsel organların fonksiyonlarındaki tanrısallığın yeni öğrenilen tüm işler üzerine aktarıldığı kanısını bizde uyandırmaktadır. Sayılamayacak kadar çok tanrı, yüceltme (sublimasyon) sonucu varlığını yitirmiş, resmî dinlerin cinsel etkinlikle ilişkisi perdelenip halkın genel bilincine kapalı durum almış, bunun sonunda gizli kültler doğmuş ve kült mensubu bir avuç kişide söz konusu cinsel ilişki canlı tutulmaya çalışılmıştır. Derken iş o kerteye gelmiştir ki, alabildiğine bol tanrısal ve kutsal öğeler cinsel yaşamdan çıkarılıp atılmış, geride kalan yozlaşmış kalıntılar ise aşağılanıp horlanmıştır.
Çağımızın, hele çağımızda uygarlık taşıyıcısı rolünü oynayan sınıfların cinsel yaşamını dikkatle gözden geçirirsek, şöyle bir yargıya varmaktan kendimizi alamayız: Günümüzde insanların çoğunluğu çiftleşip üreme yasasına istemeye istemeye boyun eğmekte, bunu insanlık onurlarına yediremeyip kendilerini aşağılayan bir eylem saymaktadır. Cinsellik konusunda başka görüşü benimseyenler, halkın yontulmamış alt tabakaları içine, çekilmiş yaşamakta, kendilerini uygarlık açısından düşük değerde kişiler görüp seksüel eylemlerini yüksek tabakalardaki incelmiş kişilerin gözünden kaçırmakta, cinsel etkinliklerini ancak tedirgin bir vicdanın somurtkan paylamalarını sineye çekerek sürdürebilmektedir.
Leonardo bilimsel notlarından biri içine çocukluğu konusunda bir açıklama serpiştirir; akbabanın uçuşuna değindiği bir notta birden sözünü yarıda keser, ruhunda uyanan çok eski yıllara ilişkin bir anıyı dile getirir:
«Galiba akbabayla bu kadar enine boyuna uğraşacağım, önceden belirlenmiş benim; çünkü çok eski bir anı olarak belleğimde canlandığına göre, küçükken beşikte yatıyordum: akbabanın biri yukarıdan inerek geldi, kuyruğuyla ağzımı açtı, kuyruğunu birkaç kez dudaklarıma değdirip çekti.»
Cinsel yönelimlerin hizmetindeki bir etkinliğin arkasından, libidosunun büyük bölümünü yüceltip bilip öğrenme tutkusunu araştırı tutkusuna dönüştürebilmek: işte Leonardo’nun doğa’sının çekirdeği ve bu doğa’da saklı yatan sır.
Günlük yaşamlarına ilişkin gözlemlerimiz, insanlardan çoğunun, cinsel içgüdülerindeki enerji yükünden küçümsenmeyecek kadar büyük miktarları mesleksel uğraşlarına kanalize ettiğini ortaya koymaktadır. Yüceltilebilme yeteneğiyle donatıldıkları, yani kendilerine en yakın amaçlardan saptırılıp, değer bakımından bazen daha üstün cinsellik dışı amaçlara yöneltilebildikleri için, cinsel içgüdüler, meslekî uğraşılara bu gibi olumlu katkılarda bulunmaya özellikle yatkın nitelik taşır. Bir kişinin çocukluk öyküsü, yani ruhsal gelişimi, bu dönemdeki hayli serpilmiş gördüğümüz araştırı içgüdüsünün cinsel yönelimlerin hizmetinde kullanıldığını ortaya koymakta
herşeye rağmen, bilme tutkusu dış dünyaya yönelik kaldı; bir şey vardı ki, Leonardo’yu insanın ruh yaşamını incelemekten alıkoymaktaydı; sipariş üzere ustaca amblemler resmettiği Academia Vinciana’da ruhbilime pek yer yoktu.
Belki de ruhsal itici gücün çeşitli etkinlik biçimlerine dönüşmesi, tıpkı fiziksel güçlerdeki gibi pek kayıp verilmeden
gerçekleşememektedir.
Üstat, eylemi ve yaratıcılığı bırakıp, araştırılara girişmiştir. Her kim evrendeki ilişkiler örgüsünün görkemini ve bunun ortaya çıkardığı zorunlukları sezmeye başlarsa, o kimsenin kendi küçük ben’ini yitirmesi işten değildir. Adı geçen görkem karşısında hayranlığa dalan ve gerçek bir
alçakgönüllülüğü benimseyen kişi, kendisinin de doğa’daki etkin güçlerin bir bölümü sayılacağını ve dünyanın zorunlu
akışında ufak bir parçaya yönelik de olsa pekâlâ bir değiştirme girişiminde bulunabileceğini çok kolay unutur; öyle
bir dünya ki, Küçük, Büyük’ten daha az harikulâde değildir ve daha az önem taşımaz.
kendini bir coşkuya kaptırıp, inceleme konusu yaptığı yaratılmış parçasındaki
görkemi ululamış ya da cinsel bir edayla yaradan’ın yüceliğine övgüler döşenmiştir.
« Çünkü büyük sevgiler, doğrusu, sevilen’in enine boyuna tanınmasından alır kaynağını. Obje yeterince tanınmadı mı, asla sevilemez ya da gerektiği gibi bir sevme olanağı bulunmaz ortada »
Başıboş cinselliğin iç karartıcı cinsel bir perhizle boğuştuğu dönemde Leonardo,
kadın güzelliğini işleyen sanatçılarda rastlayamadığımız cinsel çekiniye örnek gösterilecek biriydi. Solmi, sanatçıdan,
onun cinsel soğukluğunu (frijite) belirleyen şu cümleyi aktarır bize: «Cinsel birleşme ve buna bağlı tüm eylemler o kadar iğrenç ki, eskiden beri süregelen bir âdete uyulmasa ve hâlâ sevimli yüzlere rastlanmayıp cinsel eğilim varlığını sürdürmese, çok geçmeden insan soyu yeryüzünde tükenip giderdi.»
Sanki yabancı bir tutku, bir deneyci tutkusu önce Leonardo’nun sanatçılığını güçlendirmiş, sonra da onu engellemeye yönelmiştir.
Leonardo üzerindeki yargısı şöyledir Solmi’nin: «Kendisini çevreleyen herşeyi tanıyarak ve serinkanlı düşünerek mükemmel’de saklı en derin gizleri araştırıp ele geçirme yolundaki o dindirilmez güçlü tutku, Leonardo’nun eserlerini yarım kalmak gibi bir talihsizlikle karşı karşıya bırakmıştır her vakit.»
Nevrozlularda sık rastlandığı gibi suçluluk duygusu kumar borcunda kendine yerdeş bir ürün sağlamıştı; kumar oynamaktaki amacı, Dostoyevski’ye göre, kazanacağı parayla Rusya’ya dönme olanağını ele geçirmek, oradaki alacaklıların kendisini içeri tıktırmalarına fırsat bırakmadan borcunu ödemekti. Ama bu bir bahaneydi yalnız; nitekim sanatçı da bunu görecek kadar keskin zekâlı ve bunu itiraf edecek kadar dürüsttü, asıl önem taşıyan şeyin oyunun kendisi olduğunu biliyordu: le jeu pour le jeu. İçgüdüsel şaçma davranışının tüm ayrıntıları, bunu ve bunun ötesinde birçok gerçekleri kanıtlamaktaydı. Bir oyuna oturdu mu, üzerindeki bütün parasını kaybetmeden rahat etmiyordu. Oyun, bir özcezalandırıyı sağlayan araca dönüşmüştü. Artık kumar oynamayacağı, falan ya da filan gün oyuna oturmayacağı konusunda genç eşine sayısız kez söz vermiş, ama eşinin açıkladığına göre hemen hiç bir vakit sözünü tutmamıştı. Kumardaki kayıplarıyla gerek kendisini, gerek eşini alabildiğine büyük bir yoksulluk içine sürüklemek, onun için bir ikinci patolojik doyum kaynağıydı; çünkü bu, ona karısının önünde kendisini paylayıp azarlama, alçalma ve kendisi gibi böyle kaşarlanmış günahkar biriyle evlendiğinden ötürü karısını yazıklanmaya çağırma olanağını veriyor, söz konusu davranışının vicdanında sağladığı rahatlamayla ertesi gün yine kumar masasına oturuyordu. Zamanla genç eşi Dostoyevski’nin bu periyodik (dönemsel) davranışına alışmış, çünkü gerçekte tek kurtuluş umudu gözüyle baktığı kocasının edebi çalışmalarının, ellerindeki avuçlarındakini kaybedip neleri var, neleri yok rehine yatırdıktan sonra her zamankinden verimli bir düzeye ulaştığını sezmişti. Ancak iki durum arasındaki ilişkinin iç yüzünü kavramamıştı kuşkusuz. Oysa Dostoyevski’nin kendi kendine verdiği cezalarla içindeki suçluluk gereksinmesi bir doyuma kavuşuyor, bunun sonucu sanat çalışmalarını aksatan engel gevşiyor ve yazar başarı yolunda yeniden birkaç adım atmayı kendine çok görmüyordu
Kimbilir, belki insanların birbirine gösterdiği iyilikseverliğin temelinde yukarıda adı geçen mekanizma saklı yatmaktadır; öyle bir mekanizma ki, bu mekanizmayı suçluluk bilincinin eğe menliği altındaki Dostoytevski’nin suçluya karşı aşırı yakınlığında pek kolay görebilmekteyiz. Özdeşleşmeden doğan bu sempatinin Dostoyevski’deki konu seçimini kesinlikle etkilediği kuşkusuzdur. Ancak, Dostoyevski yapıtlarında ilkin adi suçlular —çıkar için suç işlemiş kişiler—, siyasal ve dinsel nedenlerle suça yönelmiş insanlar üzerine eğilmiş, yaşamının son döneminde ise gerçek suçluya, baba katiline dönmüş ve bu katili kendisine paravana yapıp sanatsal yoldan öz itiraflarım dile getirmiştir
Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski için enikonu karakteristik bir sahne vardır. Staretz, kendisiyle yaptığı bir konuşmasında babasını öldürmeye karşı bir eğilimin Dimitri’nin içinde yaşadığını görmüştür; bu, onu Dimitri’nin ayaklarına kapanmaya götürür.Söz konusu davranış, Dimitri’ye karşı duyulan bir hayranlığının dışavurumu sayılamaz; Ermiş Staretz’in caniyi aşağılama ya da ondan nefret etme ayartısına karşı durabilmek için, Dimitri’nin ayaklarına kapandığı gibi bir anlamı içerir. Romandaki caniye karşı Dostoyevski’nin beslediği sempati gerçekten sınırsızdır, talihsiz caninin hak ettiği acıma sınırını çok aşar bu sempati, eski çağın saralılara ve akıl hastalarına karşı tutumundaki o kutsal çekingenliği anımsatır. Cani, Dostoyevski için, normalde başkalarının taşıyacağı suçu kendisi yüklenmiş bir kurtarıcı gibidir. O, cinayeti işledikten sonra, artık başkalarının aynı eylemi gerçekleştirmesine neden kalmaz; bundan böyle yapılacak şey caniye teşekkür etmektir; çünkü cani öldürmese, öldürü eylemine bizzat girişmek zorunluğu doğacaktır. Caniye karşı Dostoyevski’nin tutumu, yalnız iyi yüreklilikten kaynağını alan bir acıma değildir; cinayete yönelik içtepi üzerinde kurulmuş bir özdeşleşmeye, biraz yerinden kaydırılmış bir benseviye (nar- sizm) dayanır.
Cinayeti şu kimse ya da bu kimse işlemiş, nihayet farketmez; ruh bilim için önemli olan, kimin bu cinayeti işlemek istediği ve işlenen cinayeti hoş gördüğüdür; dolayısıyla, romanın kontrast figür olarak okuyucu karşısına çıkardığı Alyoşa dışında kardeşlerin tümü, içgüdülerince yönetilip yaşamın tadını çıkarmaktan başka bir şey düşünmeyen kardeş, şüpheci bir kinizmin savunuculuğunu yapan kardeş ve saralı mücrim kardeş, her üçü aynı ölçüde suçludur
Dünya tarihinin izlediği gelişimi bireysel planda tekrarlayan Dostoyevski, İsa idealinde bir çıkış yoluna ve suçluluk duygusundan kurtuluşa kavuşabileceğini ummuş, çektiği acılardan İsa rolünü oynamada yararlanabileceği hayaline kapılmıştı. Genellikle özgürlüğe ulaşamamış ve tutuculukta karar kılmışsa, bunun nedeni, dinsel duygunun temelinde saklı yatıp tüm insanlar için söz konusu olan oğul suçunun Dostoyevski’de birey üstü büyüklük kazanması, o güçlü zekasına rağmen sanatçının bu büyüklükle baş edememesidir
Dostoyevski için şöyle bir tanımlamaya gidebiliriz: Çiftcinselliğe karşı özellikle güçlü bir eğilimi kendisinde barındırmış ve pek sert bir baba bağımlılığına karşı büyük bir direnişle karşı koyabilmiş biridir Dostoyevski. Bu çiftcinsellik özelliğini de, sanatçının varlığında daha önce saptadığımız bileşenler (komponent) arasına katmaktayız. Böylece kendini daha erken yaşta açığa vurmaya başlamış ölüm benzeri nöbetlere, üst-ben’in ceza olarak ben tarafından gerçekleştirilmesine izin verdiği baba özdeşleşmesi gözüyle, bakabiliriz. Sen bir zaman babanı öldürmek, kendin baba yerine geçmek istemiştin, işte şimdi böyle bir babasın, ama ölü bir baba! anlamını taşımaktadır özdeşleşme. Bu da, isteri belirtilerinin bilinen mekanizmasından başka bir şey değildir. Ve ölüm benzeri nöbetlerde duyulan «işte baban seni öldürüyor» duygusu, yine isteri mekanizması kapsamına girer. Ben açısından ölüm nöbetleri, bir yandan içte beliren erkeklik isteğinin hayalde doyuma kavuşturulmasıdır; öte yandan, mazoşist bir doyum niteliği taşır. Üst-ben içinse, cezalandın isteğinin gerçekleşmesi, yani sadistik bir doyumdur bu. Ben ile Üstben, her ikisi bir araya gelerek, yüklendikleri baba rolünü oğlanın ruhunda oynayıp dururlar. Genellikle oğlan ve babası arasındaki ilişki, Ben ile Üstben arasındaki ilişkiye dönüşür, ama bu yeni ilişkide eski içerik yitip gitmeyerek sürdürür varlığını, sanki aynı olay ikinci bir kez sahneye konur
Saranın kendini ilk kez açığa vurmasından epey önce, daha çocukluk yıllarında Dostoyevski’de karşılaşılan nöbetlerin ne anlam taşıdığını bilmekteyiz: Bu nöbetler ölümü anlatıyor, ölüm korkusuyla başlıyor, dış dünyayla ilgisiz ölümü andıran uykulardan oluşuyordu. Henüz çocukken hastalık ansızın nedensiz melankoli nöbetleriyle sanatçı üzerine çullanıyor, sonradan dostu Solowjoff’a anlattığı gibi hemen ölecekmişçesine bir duygunun içinde uyanmasına yol açıyor ve gerçekten de bu duyguyu, bildiğimiz ölüme tıpatıp benzeyen bir durum izliyordu. Kardeşi Andree’nin açıkladığına göre, Dostoyevski daha çocukluk yıllarında geceleyin yatağa yattığı zaman, başkalarında öldüğü izlenimi uyandırabilecek bir uykuya dalacağından korkar, böyle bir durumda kendisini gömmeden beş gün bekletmelerini kâğıt parçaları üzerine yazarak sağa sola bırakırdı. (Fülöp-Miller ve Eckstein, 1925, IX.)
Karamazov Kardeşlerdeki baba katliyle Dostoyevski’nin kendi babasının akıbeti arasındaki o yoksanamayacak ilişki, birden çok yaşam öykücünün gözünden kaçmamış, bu alanda modern bir psikolojik akım’dan söz açılmasını sağlamıştır. — Psikanaliz-modern psikolojik akımla anlatılmak istenen budur çünkü— babasının katlini Dostoyevski için alabildiğine güçlü bir travma, sanatçının buna karşı tepkisini ise ondaki nevrozun düğüm noktası sayar
Biri niceliksel (kantitatif), ikisi niteliksel (kalitatif) olmak üzere Dostoyevski’nin karmaşık kişiliğinde üç etkenin rol oynadığını saptayabilmekteyiz: olağanüstü güçte bir duygusallık, kişiyi ister istemez bir sado-mazoşizm ya da suça yatkınlıkla donatan sapık bir içgüdü, çözümleme konusu yapılamayan bir sanatçı yeteneği. Bu üç etken, bir nevroza yol açmaksızın varlığını sürdürebilir insanda; nitekim, bir nevrozu bulunmayan salt mazoşistlere rastlayabilmekteyiz. İçgüdüsel istekler, bunlara karşı çıkan engeller ve bireyin yüceltim (sublimasyon) olanakları arasındaki
güç dağılımını göz önünde tutarsak, Dostoyevski’yi içgüdüsel karakter sınıfı içerisine sokabiliriz. Gelgelelim, bir nevrozun varlığı, durumu biraz karıştırmaktadır; önce de söylediğimiz gibi, Dostoyevski’nin kişiliğinde rol oynayan etkenlerin ille bir nevroza yol açması gerekmez. Ancak, ben’in üstesinden geleceği bir güçlük ne denli büyükse, bir nevroz o kadar erkenden gelişip bireyde açığa vurur kendini. Zaten nevroz, ben’in, çeşitli güçler arasında bir birleşimi (sentez) gerçekleştiremediğini, bunu yapmaya çalışırken bütünlüğünü yitirdiğini gösterir
Dostoyevski’nin kişiliği, çabuk kızmasında, acı çektirmeden zevk alıp sevdiklerine bile hoşgörüsüz davranmasında, ayrıca yazar olarak okurlarına karşı tutumunda kendini belli eden yeterince sadistik özelliği içerir. Yani küçük planda sanatçının dışa yönelik sadizmi, büyük planda içe yöneliktir; dolayısıyla, sanatçı, alabildiğine yumuşak, iyilik ardında koşan, enikonu yardımsever bir mazoşisttir
Dostoyevski’nin de ahlak yönündeki çaba ve uğraşılarının sonucu pek yüz ağartıcı görülemez. Bireysel-içgüdüsel istekleri toplum gerekleriyle bağdaştırmaya yönelik alabildiğine çetin boğuşmaların ardından bir gerilemeye sapar Dostoyevski; gerek dünyevi, gerek ruhani otoriteye boyun eğer, Çar’a ve tüm Hristiyanların tanrısına karşı aşırı saygıda karar kılar ve dar ufuklu bir Rus milliyetçiliğine gidip bağlanır; oysa bu, kendisiyle boy ölçüşemeyecek çok kimsenin daha az çaba harcayarak ulaştığı bir durumdur. Büyük sanatçının güçsüz yanı da işte burada saklı yatar; Dostoyevski insanların öğretmeni ve kurtarıcısı aşamasına yücelmek fırsatını elinden kaçırmış, onların cellatları arasında yer almıştır. İnsanlığın gelecekteki uygarlığı, bu bakımdan kendisine pek minnet borcu duymayacaktır. ..
Psikanalizin Dostoyevski’de en açıklığa kavuşturabileceği yön, ahlaksal yöndür. Ahlak bakımından Dostoyevski’yi yüce bir yere oturtmaya kalkıp, ancak en koyu ahlaksızlıklardan gelen kimselerin ahlaklılığın doruğuna ulaşabileceğini buna neden göstermek, gerçeği görmezlikten gelmek olacaktır. Çünkü bir ayartıya kendini kaptırdıktan sonra değil, ayartı daha içte kıpırdanmaya başlar başlamaz ona tepki gösterip, karşı koyan kişi ahlaklıdır yalnız. Vakit vakit ahlak dışı eylemlere girişip sonradan pişmanlık duyarak, pek yüksek ahlak kurallarını kendine amaç diye saptayan ve davranışlarını bu kurallara uydurmaya çalışanlar, işin pek kolayına kaçmakla suçlanacak kişilerdir. Ahlaklılığın başlıca gereği sayılan vazgeçiyi (feragat) boşlamışlardır bunlar; çünkü toplumun pratikteki çıkarı, bireyin ahlak kurallarına uygun yaşamasını zorunlu kılmaktadır. Kim bu kurallara yan çizerse, kavimler göçündeki barbarlara benzer; o barbarlar ki, önce cana kıymış, sonra tövbe ve istiğfar da bulunmuş, zamanla tövbe ve istiğfar cana kıymalara düpedüz olanak sağlayan bir araca dönüşmüştür
Sanatçı, nevrozlu, ahlâkçı ve suçlu olmak üzere dört ayrı cephesi bulunan zengin bir kişilik yapısıyla karşımıza çıkar Dostoyevski. Acaba, bu karmaşık yapıyı aydınlığa kavuşturmak için nasıl bir yol izlemeli?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir