İçeriğe geç

Sanat Uzun Hayat Kısa Kitap Alıntıları – Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli kitaplarından Sanat Uzun Hayat Kısa kitap alıntıları sizlerle…

Sanat Uzun Hayat Kısa Kitap Alıntıları

&“&”

.. bir toplum kadınlara eziyet ediyor, çocukları eziyor, hayvanlara işkence yapıyorsa ve her evden “şiddet” feryatları yükseliyorsa, o toplum zor adam olur.
Ben bir iyimserim, hem de iflah olmaz bir iyimser. Arkadaşlarımın da çoğu kötümser.
Oturup konuştuğumuzda ve memleket ahvalini gözden geçirdiğimizde hepsi ağız birliği etmişçesine diyorlar ki “işler bundan
kötü olamaz. Dibe vurduk artık!”
Tipik bir kötümser yaklaşımı. Ben de bir iyimser olarak onlara diyorum ki, “Hayır! Her şey daha kötü olabilir.”
Öyle bir yaşama hır gürüne kaptırmışız ki kendimizi, elimizden kayıp giden günlerin farkına varmıyoruz.
Tespih tanesi gibi arka arkaya diziliyor günler. Birbirinin tıpatıp aynı.
Sabah kahvaltı, sonra iş, derken biraz kavga, biraz sevinç, biraz telaş, bolca fesatlık, bir başkasının kuyusunu kazma oyunları ve akşam.
Televizyon karşısında geçirilen uykulu saatlerde kimin kiminle fingirdeştiğini izlemek ve sonra cuppa yatak!
Ne için?
Ertesi gün yine aynı şeyleri tekrarlamak için.
Evren ölçeğinde bile kelebek ömrü kadar bile olmayan insan yaşamını, böyle gerginliklerle ziyan etmeye değer mi?
btzüğlKöfte firması McDonald’s, Amerika’da sattığı köfte paketleri­nin üstüne geniş bir besin tablosu koyuyormuş. Bu nesneyi yiyen ne yediğini anlasın ve ne kadar şişmanlayacağını öğrensin diye.Ayrıca okullarda doymuş yağı, tuzu vs. azaltılmış ürünler sa­tılıyormuş artık.Evet; yağ doyar, insan doymaz. Agop’un kazı gibi yedikçe yer insanoğlu. Hele modern insan… Televizyonun karşısındaki ka nepeye uzanıp, saatlerce homini gırtlak çalışır.Eski Türk filmlerindeki erkeklerin zayıflığına bakın, bir de şimdiki gençleri gözünüzün önüne getirin. Batı’da da durum böyle.Oysa oburluk, Hıristiyan dinindeki yedi günahtan biridir. Bizde de peygamberin, “Sofradan aç kalkın!” öğüdü bilinir.
Gelin dogmalar yoluyla düşünmeyelim; kızarak, öfkelenerek hayatı kavramış bir tek düşünür yoktur.Her türlü sezgiye, parmak uçlarınıza gelen ihsaslara açık ol­manız ve bildiklerinizden, size öğretilenlerden sürekli olarak kuş­kuya düşmeniz gerekir.Ne diyor Montaigne, “Bana doğru gibi gelen bir şey yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.”Hayat bir ruh halinden ibarettir
Marini İtalyan halk şarkıları derlemek için köylere gitmiş, bir köyde ağıt dinlemek istemiş. “Niye?” demiş köylüler. “Biri mi öl dü?”“Peki, bir düğün havası söyleyin,” demiş.“Birisi mi evleniyor da haberimiz mi yok?” demişler.Marini ne kadar uğraştıysa da, köylülere türkü söyletemenıiş. Roma’ya dönmüş. Aylar sonra bir telgraf almış o köylülerden.“Biri öldü. Ağıt söylüyoruz. Acele gel.”işte sır burada. Büyük müziğin sırrı bu!
Bu toplumda niye çocuk şarkıları ohmadığını kendi kendimi­ze sormalıyız.Çocuk şarkılarını elbette çocuklar bestelemez. Büyükler yapar bu işi. Demek ki biz çocukları için şarkı ¡besteleyen bir toplum de ğiliz.Ama çocukları sahneye çıkarıp, biziım azap dolu şarkılarımızı söyletmekten ve onları dinlemekten zev’k alıyoruz.Garip bir durum değil mi?Acaba çarpıklık, çocuklarımızda mı„ bizde mi?
Sokakta bir şey sorduğunuz insandain güler yüz görmeyeli, bir tatlı söz işitmeyeli ne kadar oldu, söyller misiniz? Ya asansörde karşılaştığınız komşularınız? Size, “Güniaydın!” ya da “iyi akşam­lar!” diyorlar mı? Hatırınızı soruyorlar ımı?Ya işyerlerinde karşınıza çıkan görevdiler? Dostça, insanca bir bakış mı yöneltiyorlar size yoksa üç kuşlaktır devam eden bir kan davasının hasmı gibi mi davranıyorlar? (Otobüste, minibüste, yol­da dirsek yiyor musunuz bol bol?En aydın, en eğitilmiş kesimlerde biile somurtuk surat, çatık kaş ve kabalık devri başladı. Herhalde bmnu modern ve güçlü ol­mak diye anlıyorlar. Çünkü “ancak olgnun başakların eğildiğini” öğreten geleneksel toplum terbiyesi yok oldu.
Bu memlekette iyi katil olunur; devlet adına şerefle kurşun sı kılır, ne kadar gaddarlık yaparsanız, ülke sizinle o kadar gurur duyar.Bu memlekette iyi soygun da yapılır: Devleti, belediyeyi so yar ve büyük adam olarak elinizi kolunuzu sallaya sallaya dola şırsınız.Bu haltları işlerseniz, basın da size saygı duyar. Önünüzde a* ket iliklenir.Ama şiir, şarkı, türkü, roman, hikâye, sinema falan gibi teli likeli sulara daldmızsa ömür boyu burnunuzdan fitil fitil getiril ler.Sevgili arkadaşım Cem Karaca da bütün bunlardan nasibim alarak göçüp gitti bu dünyadan. Uçakların sesten hızlı gittiği bu dönemde, hâlâ sesin namusunu korumaya çalışırken yüreği dıı ruverdi.Nur içinde yatsın. Onu çok özleyeceğim.
iFelsefeyle ve edebiyatla uzaktan yakından ilgilenmiş kişiler, Sisifos efsanesini bilirler. Efsaneye göre Sisifos, tanrılar tarafın­dan çok ağır bir cezaya çarptırılır. Her sabah koca bir kayayı ite ite bir tepenin başına çıkaracak, akşam olunca zirveye ulaşmış olan kaya yuvarlana yuvarlana aşağı inecek ve ertesi sabah aynı işlem tekrarlanacaktır.Sisifos her gün kan ter içinde kayayı tepeye kadar çıkarma­ya ve her akşam, onca çabanın boşa gittiğini görmeye mahkûm­dur.Sonsuza kadar aynı işi tekrarlayıp duracaktır.Bazen bize de bu cezanın verilip verilmediğini düşünüyorum.Çünkü bu ülkenin tarihi, ilerleme dönemleri ve hemen arka­sında patlak veren gericilik hareketleri arasındaki amansız bir gel­giti andırıyor.Kimi zaman bazı kuşaklar heyecanla işe girişip ağır kayayı kan ter içinde zirveye ulaştırmayı başarıyor. Kan dökenler, kayanın •ıhında ezilenler pahasına kazanılmış bir başarı oluyor bu.Sonra bir bakıyorsunuz, her şey tersyüz edilmiş ve birtakım güçler kayayı hooop diye aşağı yuvarlayıvermişler.İlk umutsuzluk ve yılgınlık dalgası atlatıldıktan sonra, bu sefer İMşka kuşaklar başlıyor kayayı ite ite zirveye çıkarmaya.
Ömrüm boyunca tanıdığım zeki insanların hep saf bir yanları vardı, aptallar ise genellikle kurn az oluyorlardı.Yolun boş tarafında yürüme, kuyrukta öne geçme, ihale ka­zanma ya da politikada yükselme türünden bir kurnazlıktır on­larınki.Zeki adamlar kolay uyum gösteremezler. Ömürleri, aileye, okula, işyerine, kurumlara ve devi ete kafa tutmakla geçer. Beyinsel ve duygusal zekâları onları, sürüdeki kara koyun haline getirir.Türkiye’nin zeki ve saf insanlaırdan oluşmasını dilerdim. Ama ne yazık ki kurnazlar daha fazla. Bu yüzden uzunca bir süre daha bir sürü çapsızın kurnazlıklarını izleyerek geçireceğiz.Ve yine bir halk türküsünü anarak diyeceğiz ki:Bizde âdet böyledirGüzeli ağlatırlar, çirkini söyletirler.
Oysa edebiyat toplumun temel direği! Yaşamla aramıza koy­duğumuz bir açıklama kılavuzu, bir insan ilişkileri rehberi…Dante ve İlahi Komedyamız bir İtalya, Shakespeare’siz bir Ingiltere düşünebiliyor musunuz? Homeros’un îlyada ve Odyssea’sının okunmadığı bir Elen kültürü var olabilir miydi? Moliere’siz Fransa’yı aklınız alıyor mu? Cervantes’i olmayan bir Ispanyol dünyasının tadı tuzu kalır mıydı?Geçmişimizde Yunus Emre, Dede Korkut, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Şeyh Galib, Baki, Mefi, Nedim, Evliya Çelebi bulun- masıydı halimiz nic’olurdu?Bu dünyadan gelip geçen kuşaklar, yani milyarlarca insan, ata­sözleri, deyimler, teşbihler, mecazlar, masallar, efsaneler söyleme­se, bu muazzam mirasın eksikliğini neyle dolduracaktık?
Günümüzde bir milletvekilinin cebinde şiir kitabı görebil i ı misiniz? Hiç sanmıyorum. Oysa bir insan ilişkileri yumağı olan siyasetin derinleşebilmesi de ancak edebiyat inceliğiyle mümkiin olabilir.Hiç edebiyat bilen ile bilmeyen bir olur mu?
Eylül sonunda Antalya’da Falez Otel’e kapanıyorum: Bu kez kararlıyım, ya bu roman beni bitirecek ya da ben onu.Eylül’ün son günü noktayı koyuyorum ve 25 yıl süren mace­ra böylece sona eriyor.Önümdeki tomarın üstünde: Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm yazmakta. Çeyrek yüzyıllık çırpınmanın sonunda, bir tomar kâğıt!Bu arada kimler ne bankaları boşalttı, kimler siyasi nüfuzla kı sa sürede trilyoner oldu, kimler politik başarılara imzalar attı!Biz ise bir tomar kâğıdın peşine ve havada uçuşan melodilere verdik çeyrek asrı.işte beni memnun eden de bu
Nâzım böyle bir şey söylemeye tenezzül edecek adam değildi, söylemedi de. Tam tersine Stalin’e karşı çıktı. Stalin döneminde Nâzım’a pasaport verilmedü, oyunu yasaklandı.Ve o ölünce Nâzım, Stallin’i “Çek bıyıklarını çorbamızın için­den” diye mahkûm etti.Ne yazık ki Türkiye bir oyalan dolan memleketi.Nâzım’m huzuruna bike çıkamayacak küçük adamlar, mer­cimek beyinlerinden çıkanı iftiralarla onu karalamaya çalıştılar, kilerinde devlet, hükümet, İbasın, servet, silah vardı.Nâzım’ın ise bir tek mısraları. O yakıcı mısraları. Gün geldi o mısraların, koca koca sisteımleri devirdiğini gördük.Nâzım, Türk dilinin en Ibüyük şairleri galerisinde Yunusların, Jjeyh Galiblerin, Bakilerin, iNefilerin, Pir Sultanların yanında ye­rini aldı.Onun hayatını parçalayaanlar ise çöp sepetine gittiler.Ama gönül yine de razı ^gelmiyor. Ne olurdu Nâzım bu acıla­rı çekmeseydi, yurduna hasrret ölmeseydi. Bir kelimesini duyunca deli divane olduğu anadilincden ayrı düşmeseydi.Hem Nâzım’a yazık ettik<> hem kendimize
Atatürk döneminde edipler ve kültür adamlarına gösterilen saygı, bir süre sonra yerini aydınlara uygulanan korkunç işkencelere bıraktı.Hayata atılan gençler arasında kimileri devlet olanaklarını ahi bildiğine kullanıp itibar gördü, kimi ise ölümle, zulümle, hapisle uğraşmak zorunda bırakıldı.Bugün basında birbirine zıt fikirler ifade eden insanlara bakı yorum.Bunlardan bir bölümü ilkgençliğinden beri devletten nıu.e/ almış, devlet konutlarında oturmuş, VIP salonlarını kullanmış Sütun komşusu ise dünyayı tanır tanımaz hapse atılmış, işkence • görmüş, devletin gözünde hep ikinci sınıf bir yurttaş sayılmış.Yazdıklarında bu yüzden bu kadar fark olması doğaldır.Garip olan, devletin kanatları altındaki adamların, muhalif ve acı çekmiş aydınlara hâlâ “vatan haini” imasında bulunması.
MektupEski zamanlarda devletine ihanet eden bir vezir, düşman sul­tana bir mektup yollayarak, kalenin kapılarını hangi gece açık bı­rakacağını bildirmek istemiş. Yalnız böyle bir mektubun yakalan­ması kellesini götüreceği için çok gizli b>ir yol bulmalıymış.Çağırmış bir köleyi, “Vatanına çok lbüyük bir hizmette bulu­nacağını” söyleyip saçlarını kazıtmış, ihıanet mesajını adamın ka­la derisine yazmış ve onu bir hücreye aitarak saçlarının uzaması­nı beklemiş.Bu durumda haberci yakalansa bile iüstünde bir mektup bulu­namayacağı için vezir kelleyi kurtaracakomş.Günü gelince köleyi yola çıkarmış, kköle öteki kaleye ulaşınca, kalasını tıraş etmelerini söylemiş.Bunun üzerine tıraş edilerek sultarnın huzuruna çıkarılmış; Sultanin mesajı rahatça okuyabilmesi içtin de kafasını eğmiş.Sultan mesajı okumuş ve gülümsemiiş.Çünkü mesajın altında, “Okuduktaıin sonra bu mektubu yır­tın, yazılıymış.Ve mektubu yırtmışlar Gunumuzde işler aynen böyle yuruyor.
.Yabancı orduların işgalini ve kanlı iç savaşı yaşamış ol,m Yunanistan’da 1960’larda Albaylar rejimi iktidara geldi. Demnl- rasi talepleri susturuldu. Siyasi cinayetler ülkeyi sarıyor, kaçaln len aydınlar kapağı Avrupa’ya atıyor, kaçamayanlar ise hapseılılı yordu. Mikis Theodorakis ve Maria Faranduri’nin sesi yasaklı.Sonra Albaylar cuntası yıkıldı; Yunanistan demokrasi yolun da ilerlemeye başladı. Sürgündeki sanatçılar ve politikacılar gı ri döndü. Darbeci subaylar ömür boyu hapis kararıyla cezaevi ne kondu. Yunanistan da mutlak faşizmden mutlak demokrasi»« geçmişti artık. Ve bugün Avrupa Birliği’nin saygın bir üyesi nl.ı rak Ege güneşinin altında pırıl pırıl parlıyor.
Bir ülkenin iyi yöneldiğinin en çarpıcı göstergesi, önemli mev kilere gelen insanların partizanlık, hemşerilik, ortaklık, yandaşlık, tarikat, ideoloji vs. ilkelerine göre değil “liyakat” esasına göre se çilmiş olmaları. Liyakat, layık olmak; işte temel kavram bu.Çünkü önemli mevkileri işgal edenler halkın içine sinmediği zaman “Benim neyim eksik!” sorusu ortaya çıkıyor ve bu soru sis temi zehirliyor. Halkın yöneticisine saygısı kalmıyor.

Türkiye ise işi ehline vermemekten dolayı çok canı yanmış en değerli yıllarını yitirmiş bir ülke.

Alan Patton’un Güney Afriika’daki acıları anlattığı Ağla sevgili memleket romanında ilginç biır diyalog vardır.Barış yanlısı iki siyahi rahip konuşurken biri ötekine, “En büyuk korkum şu,” der, “bir gun beyazlar bize sevgiyle yaklaşacak­lar ama bizden sadece nefret gorecekler doğrusu benim de korkum bu.
Yıllar önce TRT, benim de aralarında bulunduğum birçok ki şiyi yasakladı da ne oldu?O zamanlar biz bu yasak için “Bir adanın bir denizi yasakl.ı ması,” benzetmesini kullanıyorduk.İnternet sansürü için de en uygun deyim bu bence.Bir ada, bir okyanusu yasaklamaya çalışıyor.
Büyük Helen filozofu Platom’a bizimkiler Eflatun der. Eflatun 2500 yıl önce oturmuş, bir ülke^yi kimlerin yönetmesi gerektiğini düşünmüş. Diyor ki:“Bir toplumu yönetecek olanı kişiler bu işe çok istekli olmama- lı. Neredeyse gönülsüz kişiler arrasmdan seçilmeli. Kendi parala- tıyla, varlıklarıyla idare edebileccek durumda olmalılar.“Filozoflar arasından seçilmeeleri daha uygundur.”Bu ölçüler açısından baktığmmızda, bizim yöneticilerin duru­mu pek parlak görünmüyor. Heimen hepsi başa gelmeye ve ömür Imyu başta kalmaya pek meraklılı. Politika, ekmekleri, gıdaları ol­muş.Bu işe ilk girdikleri sırada pekk varlıklı değiller ama sonra etrafi akrabaları, takım taklavatlarrıyla birlikte zenginleşiyorlar.f elsefeyle uzaktan yakından iiilgileri yok.
Paris, Paris’tir…işgal döneminde bile yaşam biçimini sürdürmüş, Nazi çizme­si altında ezilmemiş bir ışıklar şehridir.Gelen gideni pek fazla takmaz.Binlerce lokantasından yükselen kahkahalar, hükümete ve Elysee’ye karşı halkın yaşama iradesini yansıtır gibidir.Evleri küçüktür, merdivenleri dardır, bir kısmının banyosu bile yoktur. Bu yüzden Parisliler dışarıda yaşar. Kitaplarını, gazc telerini kafelerde okur, derslerini gene orada çalışırlar. Buluşma mekânlar evler değil, kafelerdir.Sanılanın aksine Parisli şık değildir. Eni konu ucuz giyinir, çünkü parayı giysiye değil, kitaba, sinemaya ve yemeğe harcama yı sever. Ucuz giysilerini havalı kılan tek şey boyunlarına dolayı verdikleri renkli kaşkollardır.
Kimse kendisini ateşe atmaz, ailesinin, çoluk çocuğunun ce­hennemde yaşamasını istermez. Yine de insanlar sık sık kendileri­ne bir cehennem yaratır ve omun ateşinde kavrulurlar.Bir tehdit oluşturmadığımız sürece, insanların çoğunun için­de bir iyilik eğilimi olduğun;a inanırım ben. Ama tarihe baktığı­nız zaman insanoğlunun sav’aş, zulüm, işkence belalarından hiç­bir zaman kurtulamadığını görürsünüz.insan bu kanlı tarihe biir çocuk gözüyle bakabilse şaşırır: Toplumlarm niye durup dünürken kendilerini ateşe attığını anla­yamaz. Bunu benimsemek ancak bir yetişkin olmakla mümkün­dür. Beyni kutsal kavramlarla yıkanmış ve kafası hurafelerle dol­durulmuş bir yetişkin.Yetişkinlerin çoğu, çocuklardan aptaldır; yani aptallaştırılmış- lır. Çünkü eğitilmişlerdir
.Paris’te de imsanlar yaşıyor, Miami’de de, Cenevre’de dr, Kandahar’da da, Pnom Penh’de de, Nairobi’de de…Bu kentlerin tbazılarında insanlar hayatlarını mutluluk, incel mişlik ve zevk içimde geçirirken, bazılarında işkence, baskı, korku ve yıldırma hüküım sürmekte.Sorun sadece ¡para değil.Nice yoksul AUcdeniz ve Karayip kasabası var ki, insanlar y.ı şamlarını pırıltılıı bir gökkuşağı altında, saygı, sevgi ve neşe i<,iıı de geçiriyor. Nicee petrol zengini Arap ülkesi var ki, yaşamı bir ı r henneme dönmüiş.Sorun, yaşam kültürü denilen kavramda.
Tarih kitapları Osmanlı’nın Girit’i almak için verdiği uzun mücadelelerden söz eder. Bu adayı zaptetmek için çok kan dö­külmüştür.Hatta padişahın bu işten yorgun düştüğü ve “Bana Girit sözü etmeyin bir daha!” diye öfkelendiği anlatılır. Rivayete göre Girit zaptedildiği zaman da bunu padişaha söylemek epeyce güç olmuş ve sonunda o gün yemekte ne olduğunu sormasını fırsat bilip, “Padişahım, yemekte tirit, Alındı Girit!” denilmiş.Müthiş bir adadır Girit.
Son yıllarda bastıramadığım bir “çekilme” isteği doluyor içi­me. Zaten bir yere gittiğim yok. Ne bar severim, ne gece eğlen­cesi. Varsa yoksa birkaç dost, bir-iki temiz insan. Hepsi bu ka­dar. Bunu da bir köşeye çekilerek, medyanın gündeminden uzak­ta yapmak ve “hayatı bir sincap kadar ciddiye alarak yaşamak” mümkün değil mi?Varsın ,“Ben senden üstünüm, ben senden zenginim, ben sen­den bilgiliyim,” diyerek birbirlerinin gözünü oysunlar. Hiç kim­seye düşmanlık beslememişsin. Hayatında kimseye saldırmamış­sın. Şimdi artık saldırılar karşısında bile kendini savunmayı bırak, çekil bir köşeye; daha derin bir gerçeğin izini sür.Ve bir sincap kadar doğal ve onurlu yaşa!
Binlerce yılın, “insan ruhunu yüceltmek” amacı güden kültür- sanat eserleri sürgüne gönderilirken, toplumlar cehalete, şiddete ve kabalığa mı teslim ediliyor?Avrupa kültürünün “incelme” arayışını yok eden Amerikan kapitalizmi, piramidin en altına mal satmak için insanları, bede­nin en temel gereksinimlerine mahkûm etmedi mi?Senin gövden et ister, al sana daha çok et.Senin gövden seks ister. Al sana bol bol kalça, meme, kadıneti.Senin gövden şiddet ister. Al sana patlayan gözler, kesilen ka­falar, kan, kan, kan.Aman bize para ver, aman bize oy ver.Milletten büyüğü yok, al sana bayrak, al sana vatan, al sana milliyet, al sana din; aman bize oy ver.Memlekette demokrasi var!iyi ama binlerce yıldır insan ruhunu yüceltmek için çaba gös­termiş olan antik filozofları, bestecileri, şairleri, mimarları, hey­kelcileri nereye yerleştireceğiz şimdi?Bundan sonra insanların hayatında hormonlu köfte ile meyan kökü şerbeti Homeros’un yerini mi alacak?Gençler Karacaoğlan’ı Şeyh Galib’i değil, Kung Fu dövüşünü mü bilecek?Azdırılmış gövde istekleri, akim, sağduyunun, kibarlığın, este- tigin, düşüncenin yerine ikame mi edilecek?Doğduğu günden itibaren sadece şiddet, futbol ve ilkel duygu­ların tatminiyle ilişkilendirilmiş genç insanlar, demokrasinin te­mel dayanağı olan “bilinçli yurttaş” kavramıyla nasıl bağdaştırıla­rak? Cevabını bulamadığım bu soruları çok önemsiyorum.
.Kendinizi onların yerinıe koyun: Eğer padişah olsaydınız, Anadolu’nun Yunanistan’ını, Balkanların, Ortadoğu’nun tek ve mutlak efendisi olarak hüknnetseydiniz, aruz kalıplarıyla uğraşır, mükemmel şiir yazmak için ter döker miydiniz? Daha da önemli­si, şiirlerinizde kendinize acıdığınızı belli eder miydiniz? “Ben za­vallı, ben biçare” der miydinıiz?“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya dev­let cihanda bir nefes sıhhat gibi!” diye şiir yazar mıydınız?
Ortaçağ’da dine karşı geldiği gerekçesiyle engizisyon mahke­melerinde korkunç işkencelerle ölüm cezalarına çarptırılanların Irk suçu, tarihin o noktasında, o coğrafi bölgede bulunmalarıdır.Tarih, hak etmedikleri cezalara çarptırılan, günahsız yere kur- ytına dizilen milyonlarca insanın lanetiyle kararmıştır. Bunu on- Ltıa hep başka insanlar yapmıştır; kaderlerinin ellerine verildiği baska insanlar.
.Mesela Dostoyevski olmasaydı, insan psikolojisi hakkındııkı bilgi ve sezgilerimiz eksik kalırdı.19. yüzyıl Fransa’sındaki insanları, toplumun bir yere doğnı akışını ve sistemi, Balzac’m romanları kadar iyi anlatan hiçbir y.ı ratı yoktur. Ne bilimsel çalışmalar, ne tarih kitapları, ne de ün i versite tezleri… Balzac’ı okumadan o dönemi anlayamazsınız.Çünkü büyük romancı, siyasal görüşleri ne kadar yanlış olııı sa olsun, parmak uçlarından kalemine akan müthiş bir sezgiyle, içinde yaşadığı toplumu anlatabilmişti.
Sorum şu: Atatürk’ün “hayat damarlarından biri” olarak nite­lediği sanat ve kültür, hayatımızda ne kadar yer tutuyor?Dünya edebiyatı denilen o muazzam birikimi, insanın doğay­la arasına koyduğu o derinleşme çabasını, kendini tanıma müca­delesini nereye yerleştireceğiz?Homeros, Dante, Cervantes, Shakespeare, Yunus Emre, Mev lana, Molière, Stendhal, Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Tolstoy in sanlık için ne ifade ediyor? Daha doğrusu eğer bu yazarların kitap ları olmasaydı, insanlık düşüncesi aynı noktaya gelebilir miydi?
Hele iş mtoloji ve inanç yoksunu 20. yüzyıla gelince, bu ya­rı dinsel tören daha da yoğunlaştı ve medya aracılığıyla körük­lendi.Doğrusu üzücü bir durum! Mitolojide hiç olmazsa bir edebi­yat tadı vardı bunda o da yok!
Okul kitaplarında kısaca “gerileme dönemi” dediğimiz şey rüşvettir, yolsuzluktur, negatif seleksiyondur, devlet hâzinesinin Galata bankerlerinden ve Batı’dan para dilenmesidir, ahlaki çö­küntüdür, yönetim kadrolarının yetersizliğidir.16. yüzyıl başlarının muhteşem imparatorluğunu dize getiren de budur işte.Ama Osmanlı öylesine güçlü bir devlettir ki, çöküşü bile yüz­yıllar almıştır. Toplumsal hafızamız, bu çöküş yüzyıllarının etki­si altındadır.Kuşaklar boyu süren çürüme, içten içe işleyen bir iltihap gi­bi kanımızı zehirlemiştir ve şimdi de devam etmektedir. Kısacası “hasta adam” iyileşememiştir
Turgut Özal siyasete soyunurken “iki gömleğim var,” demişti, “biri bayramlık, biri idamlık.”Siyasi ortamımızı zenginleştiren bir başka deyim, epeyce bar­bar bir anlayışı yansıtır. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.”Ah şu içinden çıktığımız, ya da bir türlü çıkamadığımız Os- manlı…
Amerika büyük ölçüde paranın borusunu öttürdüğü bir uy­garlıktır. Parayı ve gücü elinde tutan her zaman kazanır.Avrupa’da ise değerler hiyerarşisi değişiktir. Avrupa uygarlı­ğı, kültür, sanat, entelektüel yaratı ve incelmişlik gibi değer ölçü­lerini baş tacı eder.îki kültür arasındaki en büyük fark, Avrupa’nın aristokrat geçmişine, Amerika’nın ise zenginleşen köylülere dayanıyor oluş­larıdır.Şimdi söyleyin bakalım, Türkiye iki modelden hangisine ben­ziyor: Soyluluk nüanslarının egemen olduğu bir topluma mı, yoksa parayı ve iktidarı elinde tutanın baş tacı edildiği bir mode­le mi?İkincisine değil mi? Çünkü Amerika’da da, Türkiye’de de aris­tokrasi yoktur
Devlet suç işlemez!” yargısından başlamak belki de en doğru yol. Devlet insanlardan oluşur ve bu insanlar da diğer insanlar gi­bi, suç da işleyebilir, hata da yapabilir.Ne var ki devleti yönetenlere sorarsanız, böyle düşünmek dev­let memurlarının, güvenlik güçlerinin, politikacıların; kısacası ‘devlete hizmet etmiş ve edecek” herkesin şevkini kırar.Bu yüzden işkenceler itiraf edilmez. Bu yüzden dünyanın her yerinde açığa çıkan uluslararası şirket yolsuzlukları, dağıtılan rüş­vetler bizde örtbas edilir. Ve gene bu yüzden bu ülkenin başba­kanlarına yapılmış suikastlar gizli kalır.Bütün amaç, “devlet” denilen kutsal kavramı korumak. Oysa ılevlet insan içindir. Devlet eğer yurttaşların yaşamını kolaylaştır­mak yerine onlara hayatı zehir etmek için başlarına dikilmiş cebe- ıut bir yönetimse, ne saygınlığı kalır ne de güvenilirliği.
Çağa uygun olmayan yasalar da, yasaklar da, gelenekler de pul pul dökülür gider, ilerleme, insanın başkaldırması ve kendisini engelleyen yasakları geçersiz kılması demektir. En yalın tarifiyle “ilerici” olmak da budur.Kurulu düzenin yasalarını, yasaklarını ve gelenek baskılarını savunmanın adı ilericilik değil, tutuculuktur.Ciddi bir düşünce ortamında, yasaları savunmaya öncelik ve rip de “ilerici” gibi görünmenin yolu yoktur. Ama ne yazık kı Türkiye’de böyle gariplikler yaşanabiliyor.Her şeyin kutsal bir dokunulmazlık perdesi altına saklandığı Türkiye’de yıkılması gereken öyle çok tabu var ki! Esas değişikli ğin kafalarda oluşması ger ekiyor
Nâzım hâlâ büyük insaniliğin türküsünü söylüyor; sekizinde işe gidip, yirmisinde evlenip, Ikırkında ölen ama “Umutsuz yaşan­mıyor!” diyenlerin türküsünü.Biz de çağdaşımız Nâzım’ a kendi dizeleriyle sesleniyor ve her doğum gününde diyoruz ki:Yapraklara dallaraYeşillere allaraNice nice yıllara NâzımNice nice yıllara
Namuslu, dürüst, yurts;ever, inançlı, doğru bildiğini söyleyen, ^ıkar ilişkilerine bulaşmayan, düşüncelerinden ödün vereceğine blümü seçebilen bir fikir adamı, bir büyük şair. Türk edebiyatı, böyle büyük bir kişiliğe sahip olmakla ne kadar övünse az.Safahaftaki dizeleriyle: içimizi titreten büyük şair, istiklal Marşı sayesinde, bu ülkemin geleceğindeki bütün kuşaklarla bu­luştu, hem de sonsuza kadiar…Atatürk rejimi karşıtlığıyla bu büyük buluşma, bir çelişki gibi görünüyor ama değil. Tamı tersine bir büyük uzlaşma.21. yüzyıl başında tabuların gücünü yitirdiği, önyargıların yı­kıldığı Türkiye’de Mehmett Akif i büyük ve içten bir saygıyla an- m alıyız.Ve şairlerimizle dövüşmekten vazgeçmeliyiz
Gülten Akın ne demişti: “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya!” Kimsenin vakti yok! Çünkü herkes hem kendi­lini hem karşısındakini aşağılayan bir hırgürün coşkusuna kapıl­mış. Geri kalan zamanda da toplumun yeni kahramanlarını sey- ınliyor. Daha bir kuşak önce çocukların örnek almaması için uğ- htşılan, olumsuzluk örneği olarak gösterilen ilkel tipleri!Ihı ortamı yaratanlar niye böyle davranıyorlar bilmiyorum. Neden iyinin yerine kötüyü, erdemin yerine cıvıklığı, namusun yetine namussuzluğu, kalitenin yerine kalitesizliği, merhametin mine gaddarlığı, gelişmişliğin yerine ilkelliği geçirmeye uğraşı­mı l.ır. Bu topluma bu kadar mı düşman bunlar?
Ölümlü olduğunu bilen tek yaratık yani insan için inanç o ka­dar önemli ki, her türlü kirli emel, para ve iktidar hırsı bu örtü­nün altına gizlenebiliyor.Tarih boyunca din uğruna ne cinayetler işlenmiş, bugün de işlenmekte. Pogromlarla (planlanmış katliamlar) insanları ya­kanlar da din adına hareket ettiklerini öne sürüyorlardı, İspanya mahzenlerinde masumları parçalayan engizisyon hâkimleri de.Güzel ahlak aşılayan ve “Öldürmeyeceksin! Çalmayacaksın!” diyen dinler bahane edilerek ne katliamlar yapıldı.Bu işin günümüz Türkiye’sine yansıması ise hayvan katliamı biçiminde oluyor.Sözümona dinin emrini yerine getirmek için kurban kesiyor­lar ama bunu öyle bir vahşetle, öyle eziyetle, öylesine sadist bi­çimde yapıyorlar ki eğer amaçları sevap işlemekse bilsinler ki bo­ğazlarına kadar günaha batıyorlar.Doğan, doğurulan, anası babası ve yavruları olan, acı çeken, duygulanan, korkan ama dili olmadığı için bunları söyleyemeyen zavallı masum hayvanları işkenceyle öldürmek, yeni Türkiye’nin içine sürüklendiği çılgın bir moda.Eskiden böyle şeyler olmazdı. Develer, boğalar, mandalar kat- ledilmezdi ortalık yerde. Birer koyun alınırdı, usta bir el tarafın­dan korkutmadan, dualarla kesilirdi. Şimdi bu iş bir kan banyo­su halini aldı.
Ta ki Umberto Eco onları inceleyip, Gülün Adı kitabına ala­na kadar.işte size bir tek Samsat örneği. Bunun gibi bir yazarın entelek­tüel ufkunu genişletecek ne boyutlar var Türkiye’de.Ama ilgi alanımız Ankara siyaseti, televizyon, magazin ve medya dünyasıyla sınırlı kalmca bunları düşünemiyoruz bile.Hemşerimiz Lukianus’u kaç kişinin okuduğunu tahmin eder­diniz.
Denizde yüzüp denizi bilmeyen balıklar için söylenmiş olan bu ünlü söz, herhalde en çok bizlere uyuyor. Bu toprakların tari­hine ait ufacık bir araştırma yapmanız bile inanılmaz bir zengin­liği, akla durgunluk verecek bir kültürler bileşkesini ortaya ko­yuyor.Üst üste yığılmış kültürler, halklar, inançlar, ırklar…Bu ülkede Amerikalı gibi yaşanmaz. Aslında Osmanlı’ya du­yulan ilgi de yetmez buraları anlamaya.Oysa bizim genel geçer tavrımız gündelik olayların akışına ka­pılıp üzerinde yaşadığımız toprakların bilincimizde yaratacağı muhteşem derinliklerden yoksun kalmakla sonuçlanıyor.
“Ruzgar eken, Firtina bicer.”
Biliyorum, ilk duyduğunuzda kulağa hiç de doğru gelmiyor. “Türkiye’nin en büyük sorunu kültürdür. Diğer bütün-dertler buradan kaynaklanıyor,” dediğimiz zaman insanların çoğu inan­mak istemiyor buna.Ne kadar görmezden gelirsek gelelim, bu kültür yozlaşması bir gün aynayı yüzümüze tutacak!Şiddet eğilimi taşıyan gençlerin içinde yaşadığı ortamı düşü­nün: Küçük yaştan başlayan, “Sen erkeksin, sen yiğitsin”, “Hadi göster oğlum pipini”, “Hadi bir küfür et amcana,” sapıklıkları, kadınlara marazi bir tutku ve öfke karışımıyla bakan yaban bir er­kek dünyası, nezakete, insancıllığa, kültüre hiç önem vermeyen, batta bu değerleri aşağılayan nihiilist bir ortam.
Düşünce kültürden türer. Kültürüm beslediği düşünce ise üre­time dönüşür. Gelişmiş ülkelerin saıdece tüketimini, teknolojik seviyesini ve refahını görmek, meyvelere gözünü dikerek ağacı görmemek demektir. Ağaç kültürdür’.Ve kültür yarım yamalak eğitim verilen okullardan alman bir belge değil, bir halkın tarihini kapsayan ve o halkın insanlık tari­hi içindeki yerini belirleyen varoluş b>içimidir.Temel eğitimi bitiren çocuklarımıız uygarlığın belki de ilk ko­şulu olan şiddetten uzak durmayı, brnşka insanlara saygı göster­meyi, doğayı sevmeyi becerebiliyorlar mı?Yoksa iş olsun diye bitirilen okulkardan, kültür ve eğitim düş­manı hoyrat, kaba gençler mi yetişiyor?
.Türkiye’de toplumu etkileyen çevreler ise durmadan “öldür­me” propagandası yapıyor.Devlet adına kurşun atanlara tapıyor; namus cinayetlerini an­layışla karşılıyor, maç nedeniyle milli hisleri kabararak insan öl­dürenleri anlamaya çalışıyor.Sokakta nedensiz yere kedi köpek tekmeleyerek ve bahçesinde bir koyunun derisinin yüzülmesini keyifle seyrederek, adam öl­dürmeyi yiğitlik zanneden çocuklar, büyüdükleri zaman her an öldürmeye hazır bir ruh durumunda yaşıyorlar.Türkiye, insanoğlunun en şiddetli eylemi olan “öldürme”yi evrensel ahlaki kalıplara çekmek zorunda.
Avrupa Birliği’yle olan sorumlarımızın temelinde ekonomi, po­litika vs. değil kültür ayrılıklarımız yatıyor. Portekiz, Yunanistan, Ispanya gibi ülkeler de AB’ye girdikleri zaman yoksul ülkelerdi. Demek ki ekonomi büyük sorun değil. Esas mesele zihniyette.

.Ispanya iç savaşta “Yaşasın Ölüm!” sloganına sarılmış bir ül­keydi. Yunanistan da iç savaşt a en büyük zulümlere sahne olmuş­tu. Ama sonunda bunları aşabilecek bir toplumsal bilince ka­vuştular. “insan hayatı” denilen kavramın kutsallığını kavradı, “can”m öneminin farkına vardılar.Türkiye’de toplumu etkileyen çevreler ise durmadan “öldür­me” propagandası yapıyor.

.Mustafa Kemal ne Batı taklitçisidir ne de Doğu mistiği. O, Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi toplumsal özü, yani Anadolu kül­türü üzerinde yeniden inşa etmeye çalışmış bir devrimcidir.
.Türk toplumunun Tanrı Janus gibi iki yüzü var. Biri Batı’ya, biri Doğu’ya dönük. Biz hem ikisiyiz hem de hiçbiri. Bu iki güçlü yüz arasmda kendi yüzümüz gittikçe silikleşiyor.
Geleneklerine sahip çıkmış toplumları görünce imrenirim ve içimi tarifsiz bir hüzün kaplar.Japonlar Japon gibi yaşama sanatının en güzel örneğini verir­ler.Paris’te bir kitapçı dükkânına girersiniz. Geçen yüzyıldan be­ri aynı aile işletmektedir.St. Germain’de yemek yediğiniz lokantada, Fransız İhtilali be­yannamesinin yazılmış olduğunu bilirsiniz. Café Deux Magot’da Verlaine, Rimbaud kahve içmiştir.Bir başkasında her masa, orada oturmuş olan ünlünün anı­sına çakılmış olan plaketleri taşır: Lenin’den Yahya Kemal üsta­da kadar…Geleneklerimizin çoğunu yitirdik. Gün geçtikçe hafızasız bir topluma dönüşüyoruz.Oysa kurumlan, gelenekleri korumak, topluma, dolayısıyla insana bir güven duygusu ve yerleşiklik bilinci kazandırır. Çok sı­radan görünen bir mekân, anılarla değer kazanır ve anlam bulur.Biz ise yerli olmak ve geleneksel değerlere sahip çıkmak ayıp­mış gibi kimliğimizden kurtulmaya çalışırız.Ve böylece Batılı olacağımızı sanırız.Oysa Batı, tek boyutluluk ve tek bir üniforma değil ki! Bugün ikisi de Avrupalı sayılan FinlandiyalI ve Portekizli arasında hiçbir benzerlik yoktur. Ne yemekleri, ne müzikleri, ne görünüşleri, ne ile kültürleri birbirine benzer. Ama iki ülke de Avrupa düşüncesi­nin temelini oluşturan ilkeleri benimsemiştir.Türkiye’nin Batılı olması, kendi kültürünü korumasıyla müm­biti olacaktır.Dünyada başarıya ulaşmış “taklit ülke” yoktur
.”Günümüzün Türkiye’sinde herkes kendisini bu fıkradaki üç tayfadan birine yakın hisseder diye düşünüyorum.Kimileri muazzam görüş sahibidir, her işe dalar, hatta her işi manipüle etmeye çalışırlar.Kimilerinin kulağı deliktir, istihbarat kaynakları her bilgiyi ulaştırır onlara. Dedikoduları boldur. Her şeyi bilirler.Bir de benim gibi, çevresinde olup bitenlere bakıp canı sıkı- lanlar var.Gazeteleri okursun canın sıkılır, televizyona bakarsın canın sıkılır, polemikleri izlersin canın sıkılır, küçük insanların büyük egolarını seyredersin canın sıkılır.Siz de bizim gibi gidişata canı sıkılanlar takımındansanız, “Kulübe hoş geldiniz!”Canı sıkılanlar kulübüne.
Buyuk Anton Çehov’a hikâyelerini Fransızca’ya çevirmeyi önermişler. “Olmaz ki,” demiş, “ben bu hikâyelerde Rus insanını anlatıyorum. Fransızlara çok uzak şeyler bunlar.”Bugün dünyanın en “evrensel” oyun ve öykü yazarı kabul edilen Anton Çehov, belki de büyüklüğünü bu safiyete borçlu. Başarı peşine düşmeyen, sadece içindeki derdi paylaşmak için ya­zan bir adamın büyüklüğü bu. Ve önünde bütün dünya şapka çı­karıyor
Bazilari geride bir şeyler bırakacaklar. Bir kitap, bir tablo, bi­limsel bir buluş, namuslu bir davranış, bir merhamet öyküsü, bir türkü… Gönlü daha zengin olanlar, “Bu dünyadan gider olduk / Kalanlara selam olsun!” diyecekler ve bu insan çığlığı yüzyıllarca yankılanacak kulaklarda.Bencilliğin kör kuyularında boğulanları ise torunları bile ha­tırlamayacak.
Belli bir yaşta insanın kendini kanıtlama çabası, kendini anla­ma çabasına dönüşmelidir.Ne var ki bazıları yaşlanır ama olgunlaşamazlar; ömürlerinin sonuna kadar başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğü en önemli konu olarak kalır. Beğenilmek, sevilmek ister ve bütün güçleriyle bunu sağlamak için uğraşırlar.Bazıları da belli bir olgunluğa erişince, kendilerini beğendir­meye çalışmaktan vazgeçer ve dünyayı daha rahat bir gözle sey­retmeye başlar. Bu aşamada kişinin “nasıl göründüğü” sorusu önemini kaybeder; bunun yerine kendisinin “dünyayı ve insan­ları nasıl gördüğü” öne çıkar.Değeri ölçülmeye çalışılan kişiden, değer ölçmeye geçiş aşa­masıdır bu. O kişi artık yarışta değil, jüridedir.Altın değil sarraftır.Aktör değil, yönetmendir.Karatı ölçülen taş değil, kuyumcudur.Ve bütün bunlar eğer bir iç disiplinin tutarlılığını taşıyorsa, o kişi dünyanın nirengi noktalarından biri olur. Çevresindeki in­sanlar için bir ayar haline gelir. Böyle bir insan bir terazidir, bir ölçüdür.Bazıları bu noktaya hiç gelemeden ölür ve son sorusu, “Acaba beni beğeniyorlar mı?” olur.Bazıları da iç dünya zenginliği sayesinde manevi birer otorite mertebesi kazanır.Birinciler telaşlıdır, İkinciler sakin.Birinciler hırsı piriye kapılmıştır; İkinciler, evren içindeki in­sanı hangi ölçekte değerlendireceklerinin farkındadır.Yaş, insana olgunluk ve bilgelik getirmeli.
Bu, herkes için böyledir de medyada durum daha da farklı­dır. Eğer elinize bir gazete televizyon ya da bir köşe verilmişse ve siz bunu kişisel sempati ve kızgınlıklarınıza göre yönetiyorsanız “yolsuzluk” yapıyorsunuz demektir.Eğer ülkedeki sansüre karşı çıkarken, kendi kurumunuzda, kıskandığınız kişilere sansür uyguluyorsanız, onlarla ilgili ger­çeği tersine çevirmeye çalışıyorsanız; onurdan, meslek ilkelerin­den, namustan, erdemden, ahlaklı olmaktan, demokratlıktan, in­san haklarından dem vurmanız, yüzünüze geçici olarak taktığınız bir maske anlamı taşır.Ama hiçbir küçük diktatör gerçeği sonuna kadar tersine çe­virme imtiyazına sahip değildir. Ve her diktatörü bekleyen son, onları da bekler: Bir köşede unutulmuş bir emekli olarak çevre­yi seyrederek tamamlarlar ömürlerini. Hem de kimsenin saygıy­la anmadığı bir biçimde.Bu sondan kaçış yoktur!
20. yüzyılın büyük fizikçileriyle binlerce yıl öncenin mutasav­vıfları aynı noktada birleşiyorlar. iki grup da gördüğümüz nesne­lerin, katı cisimler olmayıp bir enerji hareketi olduğunu savunu­yor. Gördüğünüz masa, masa değil bir enerji hareketi, insan da öyle, kuş da, köpek de, cam da, otomobil de… Ve enerji yok ol­muyor.Bizim bunca önemsediğimiz dünya, sınırları bilinmeyen ev­rende, galaksiler arasında, güneş sisteminde yer alan ve uzaktan soluk, mavi bir nokta olarak bile fark edilemeyen, belki de evren­de bir ıpatematik büyüklük ifade etmeyen toz zerresi. Biz de onun üzerinde kısacık bir an yanıp sönen, yaşam belirtileriyiz.Bu yüzden Stephen Hawking Tanrı’ya inanıp inanmadığını soranlara, insanın gerçek boyutunu anlatıyor ve “Evren bizim gi­bi yaratıkların tasavvuruna göre kurulamaz,” diyor.Bir anlamda Einstein’ın sözlerini tekrarlayarak, öğrendikçe, bilmediklerinin ne kadar çok olduğunu kavraması gerçeğini vur­guluyor.Büyük bilim adamlarının açıklamaları, evreni kavramamızın, bahçedeki karıncanın Wall Street borsasındaki hesapları kavra­masından daha güç olduğunu ortaya çıkarmakta.
Insani insan yapan öğelerin en başta gelenlerinden birisinin gülmek olduğuna kuşku yok.Gülen insan; yani dünyaya ve kendiline mizah duygusuyla yaklaşabilen kişi, öfkeli insandan daha ollgundur, daha hazımlı­dır.Gülmek zekâ belirtisidir. Albert Einstfein’ın ünlü fotoğrafını bilirsiniz: Büyük bilgin objektife dilini çıkiarır.Ne profesör ününün zedeleneceğinden! korkar ne de bilim in­sanı tavrının.Kameraya dil çıkarabilmek için evren v-&‘c insan orantısının, ya­ni çok büyük ölçeklerin farkına varmış olrmak gerekiyor.Sıradan insan böbürlenmesi içinde bu yapılamaz.
Bu yüzden de bütün kutsal kitaplar insana bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğunu, dünya zevklerine kapılmaması gerektiği­ni, asıl yaşamın öbür dünyada olduğunu vurgular ve sürekli ola­rak ölümü hatırlatır. Çünkü ölüm egoyu da öldürecektir.Olgunluk, bilgelik, egoyu denetim altına almak demektir.Bazı insanların sözleri hatta yazıları buram buram ego ko­kar. O kişi sürekli savunma halindedir. Hangi konudan söz açılsa, “ben” diye düşünür ve cevap verir. O gizli ve derin egosunu za­man zaman gözlerinde, sesinde, kelimelerinde görebilirsiniz.Egolarının kölesi olan bu tip insanlar, ömür boyu huzur bu­lamazlar.
.Düşünmenin temel ahlaki ilkesi sık sık “Acaba” sorusunu sor­maktır. Çünkü her öznel doğrunun gerisinde gölgeli, kuşkulu bir alan mevcuttur. Akıllı insanlar sürekli olarak kendi vicdanlarıyla, yargılarıyla ve bilgileriyle hesaplaşırlar. “Ben her şeyi bilmem ama her gün bir şey öğrenirim,” derler.Mediokr yani benim pek sevdiğim bir deyimle “orta zekâlı” olanlar ise hiçbir şeyi sorgulamazlar. Kamplaşmış taraflardan bi­rine ait olurlar, hayatı bu şekilde algılarlar.Onlara göre dünya basittir, hiçbir karmaşıklığı yoktur. Her şey siyah-beyaz netliğindedir. Bir taraf yüzde yüz haklı, öteki ta­raf yüzde yüz haksızdır.Bazen içinde bulundukları safları değiştirirler, ama dünyayı basit ve mutlak görme alışkanlıkları değişmez.
iBüyük Montaigne, “Bana doğru gibi gelen hiçbir fikir yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin,” demişti.Çok doğru bir söz bu. Tabii üstadın kuralına uyarak yanlış ol­masını da hesaba katmak gerekiyor.Her insanın doğruları; bakış açılarına, kavrama ve bilgi düze­yinin gelişmesine, önyargılardan kurtulmasına bağlı.Tepkisel doğrular zamanla yerini analitik doğrulara bıra­kır. Ama Montaigne üstadın beş yüz yıl önce söylediği gibi, dü­şünen insan, her şeye kuşkuyla yaklaşmalıdır.
Boynuzun ilk işareti şu cümlelerdi: “Biz bu dünyaya sorum­luluk için mi geldik? Nasıl olsa para kazanıyoruz, tanınıyoruz. Barlarda etrafımızı genç kızlar da sarıyor. Öyleyse çek kuyruğu­nu! Görünmez anlaşmalarını yap. Kendi otosansürünü uygula, vicdanını sustur, ortak yalana katıl ve sistemde yerini al.”iyi ama her şeyin bir bedeli var. O bedel de insanın öldük­ten sonra bile manevi olarak taşımaya devam edeceği bir bencil­lik boynuzu!Siz henüz gergedan olmadıysanız, acı çekiyorsunuz demek­tir. Çünkü bu ülkede olup bitenlerden acı çekenler, ekranlardaki yozlaşmaya akıl erdiremeyenler, hileyi, yalanı, çürümeyi, tezgâhı içlerine sindiremeyenler, ayakların nasıl baş yapıldığını anlaya­mayanlar gergedan olmayan, normal insanlardır.Gergedanlar bunların hiçbirine aldırmıyor. Sistemde yerleri­ni almışlar. “Başarılı insan” olmanın keyfîni sürüyor ve alıştıkla­rı için hem kendi alınlarındaki, hem de çevrelerindeki boynuzla­rı görmüyorlar.
Kaptan Cook’un denizlerde dolaştığı dönemi, yani 18. yüzyı­lı düşünüyor ve aynı yıllarda Osmanlı’nın nelerle uğraştığını ha­tırlayayip kederleniyorum.Birbirini yiyen saray adamları, göze girenler ile gözden dü­şenlerin sonsuz gelgiti, padişaha yakın durup bir mansıp kapmak için çırpınan kalem erbabı, medreselerde yetersiz eğitim ve ken­di içine kapanmış, kendisini dünyanın merkezi sanan bir münev­ver grubu.Sahi şimdi durumumuz nasıl?
Eğer Kaptan Cook, uzak diyarları merak edip gemisine atla­mak yerine, Londra’daki siyasetçilerin ne giydiği, ne yediği ve ne dediğine takılsaydı, insanlığa topluiğne başı kadar yarar sağlama­mış olarak ölecekti.Eğer Einstein izafiyet teorisi yerine, önemli siyasetçilerin ya­nında görünme merakına kapılsaydı, ömrünü telef etmiş olacak­tı.Bu soylu adamların yüreğinde yanan ateş onları evrenin bilin­mezlerini merak etmeye zorladı ve insanlığa adım attırdılar.
Ama bunları bilmek insanın yaşam coşkusunu azaltmıyor. Tam tersine dünyaya, evrene ve kendisine daha doğru bakması­nı gerekli kılıyor.Yani gazeteleri kaplayan kavga gürültünün ne kadar geçici ol­duğunu kavramamızı sağlıyor; Delfı Tapınağında yazan “Kendini Tanı!” öğüdünü hatırlatıyor. Ömür dilimimiz içinde birbirimizi kırıp dökmenin saçmalığını ortaya çıkarıyor.Ve bizi huzura yaklaştırıyor.Dostluğun, insancıllığın, sanatın ve bilimin kalıcı değer öl­çülerini vurguluyor. Bunca tedirginlik ve kıvranma içinde huzur bulabilmenin tek yolu bu ölçekte düşünebilmek.Yunus Emre bu bilince erişmeden “Bir ben vardır bende ben­den içeri” dizelerini yazabilir miydi dersiniz?
Ne diyor Montaigne, “Bana doğru gibi gelen bir şey yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.”
Hayat bir ruh halinden ibarettir.
Roman, insan ruhunu didik didik etmenin en gelişmiş biçimi. Ne sinema ulaşabilir o derinliğe, ne müzik ne de resim!
Yüzyıllar boyunca büyük düşünürlerin, sanat ve bilim insanlarının ilkesi hep bu olmuştur. “Yaşamda sadelik, düşüncede ihtişam!”
Bir insan kavgadan niye hoşlanır acaba?
Ölümlü olduğunu bilen tek canlı olarak zaten yeteri kadaı azap çekmiyor mu?
Kazalarla, hastalıklarla, her an incinmeye hazır durumda yaşarken, niye birbirini ısırma ihtiyacını hissediyor?
Türkiye; cehaletin bilgiye, kabalığın nezakete, ilkelliğin gelişmişliğe tercih edildiği bir ülke haline geldi. İnsanlar niye akıl sahiplerini dinlemez, niye herkes kendi küçük aklını beğenir, niçin aklın da vücut gibi geliştirilecek bir şey olduğunu bilmez, bir türlü anlayamam.
Birisine deseniz ki, “Idil Biret gibi piyano çal!”
Hemen “Çalamam!” cevabını verir.
“Niçin?” dersiniz.
“Ama o bu işe ömrünü vermiş, çalışmış,” der.
Ya da bir boksörün karşısına çıkmasını, bir halterciyle yarışmasını önerseniz, aynı şekilde haddini bilen yanıtlar verir size.
Kasları daha gelişmiş olanlarla rekabet etmez.
Ne var ki aynı mantığı, düşünce alanına uygulayamaz.
Roman kahramanlarını, hep şişeden çıkmayı bekleyen cinler gibi düşünmüşümdür. Oradadırlar, sizi beklemektedirler, şişeyi okşadığınızda çıkıp geleceklerdir.
Nazım
… Dizeleri öylesine yer ettmiş ki içimizde, sanki hayat ritmimizi onun coşkusuyla tutturuyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir