İçeriğe geç

Salkım Söğütlerin Gölgesinde Kitap Alıntıları – Fırat Sunel

Fırat Sunel kitaplarından Salkım Söğütlerin Gölgesinde kitap alıntıları sizlerle…

Salkım Söğütlerin Gölgesinde Kitap Alıntıları

Deliden değil, insanlara zarar veren akıllıdan korkacaksın.
“Dünya mı artık daha zalim, yoksa biz çocuktuk da bilemiyor muyduk?”
İnsanın idealleri narin bir çiçek gibidir Ahmet efendi. Bütün hayatın anlamı da işte bu çiçeği büyütmek ve soldurmamaktadır.
Dünya mi artık daha zalim, yoksa biz çocuktuk da bilemiyor muyduk?
Bazı sözler insanın beynine ve kalbine uğramadan diline geliverir.
Toprağı toprak yapan, bereket katan su değil, insanoğlunun alın teridir. İşte bu alın teri hayat verir, patatesine, buğdayına, mısırına. Toprak onu işleyenindir.
Bir kədər bürüdü qəlbini. İllər öncə ölən bir doğmasını yenidən torpağa gömmüşdü sanki. Başını qabağa əydi. Özünün belə çətin eşidəcəyi bir səslə: Baxaq, görək, yenə gələ biləcəksən? Gəlsən də, məni görə biləcəksən? -deyə mızıldandı.
– Ömər , çaya gedək, söyüdün budaqlarından tutub çayın sahilində oturaq, heç olmasa, bir suya ayaqlarımızı salaq, – dedi. Dedi, amma özü də inanmadı dediklərinə. Sanki Ömər Olar! desə, çaya gedəcək heyi varmış kimi
Danışacaq bir şey qalmamışdı? Çox şey var idi, amma bir insan ömrü necə bir neçə dəqiqəyə sığardı? İkisinin də gözləei dolmuş, səssizcə bir-birlərinə baxırdılar ”
Hər biri bir yerə gedən bu qatarlar onları ailələrinə qovuşdurmayacaqdı. Onlarla insan bir daha sevdiklərinin harada olduğunu bilmədən yaşamağa çalışacaqdılar.
Yamyaşıl axan çayın kənarında oturub düşüncələrə daldılar. Çay Ahıska tərəfdən gəlirdi. Sevdiklərindən bir xəbər, bir qoxu, bir səs gətirər ümidi ilə baxdılar yaşıl sulara.
Vətəni olmayanı külək, baharda uçuşan zəncirotu ləçəkləri kimi hara istəsə, ora da aparar. Yersiz-yurdsuz insanlar da çiçəyin ləçəkləri kimi qonacaq yer tapa bilməzlər.
Yanan ana ürəyini bu dağların sərin havası, Uravelin buz kimi suyu soyudardı? Soyutmazdı, əlbəttə.
Müharibə onlarda bir daha heç silə bilməyəcəkləri yaralar açmış, ürəklərini əbədilik dağlamışdı
Çörəyi çörək kimi yemədiyimizin üstündən nə qədər keçib,görəsən? – deyə ağlından keçirtdi.
Her ölü kendi toprağında huzur bulur.
Onca yıl büyüttüğün, emeklemesini, yürümesini, dış çıkarmasını gördüğün evladının artık dünyada olmadığını bilmenin acısını anlatabilecek lisan yoktur dünyada.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Karısının ölümünden yıllar sonra Leninin nişanıyla onurlandırıldığında Bak demişti hayalete.Bu nişanda senin de hakkın var. Sen silahsızca koşarken seni vurduğum için bana bu nişanı verdiler. Demişti acı acı gülerek
O pazar yeri, harbin bereketini emip tükettiği, üzerine ölü toprağı serpilmiş bu sessiz şehrin yine de en hareketli yeriydi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Tek kelimeyle mukemmeldi yorumu sonra yapacagim ????
Otar, yıllardır çay içmediğini fark etti. Türkler’in geleneğiydi çay ikram etmek. Ahiska’da herkes misafirine çay ikram eder, onlarla çay içerdi. Çayın buruk kokusunda çocukluğunu buldu mutlu bir gülümsemeyle
“ İnsanın idealleri narin bir çiçek gibidir Ahmet Efendi.Bütün hayatın anlamıda işte bu çiçeği büyütmek ve soldurmamaktır.”
Şeytan ölmez Muallim efendi,sadece kılık değiştirir
Kahrol Stalin!
Yıllar nelere iyi geliyor, ne yaraları iyileştiriyor.
Kara sevdaya tutuldu mu, gözü başka bir şey görmez insanın.
Bu şehirde bir arada yaşayan kimi az, kimi çok Türk, Ermeni, Gürcü, Kürt, Azeri, Hemşinli, Acaralı, Terekeme, Urum ve Yahudiler kendi aralarında Osmanlı’ nın mirası Anadolu Türkçesi ile anlaşırlardı
Dünya mı artık daha zalim, yoksa biz çocuktuk da bilemiyor muyduk?
Sen çiçek açıncaya kadar çok şeylerinden vazgeçer, feda edersin Ama bir gün bakarsın ki çiçekler açar. Sen bir çiçek açsın diye beklerken, her yer çiçek olur
Kimseye haber verip ses etmeden, nereye gittiğini bilmeden yola çıktı. Artık rüzgar onu nereye savurursa oraya uçup gidecekti.
Ekmek ve barış diyerek çıktıkları yolun onları nereye getirdiğini düşündü. İdeallerinin peşinde körü körüne öylesine gitmişti ki, gerçek hayatla yüzleşememişti.
Dere kenarındaki salkım söğütler, sonbahar yapraklarıyla salınıyorlardı. Rüzgâr, renk değiştiren yapraklarını sarışın, güzel bir kadının saçlarına dokunur gibi okşuyordu.
Evlat acısı tarifsiz olur derlerdi. Derler de insan yaşamayınca anlamıyor. Tarifsizin de tarifsizi bir acıydı bu. Onca yıl büyüttüğün, emeklemesini, yürümesini, diş çıkartmasını gördüğün evlâdının artık dünyada olmadığını bilmenin acısını anlatabilecek lisan yoktur dünyada Mişa. Hiçbir acı buna benzemez, evlat acısıyla kıyaslanmaz…
İnsanın idealleri narin bir çiçek gibidir Ahmet Efendi. Bütün hayatın anlamı da işte bu çiçeği büyütmek ve soldurmamaktır.
Toprağı toprak yapan, bereket katan su değil, insanoğlunun alın teridir. İşte bu alın teri hayat verir, patatesine, buğdayına, mısırına. Toprak onu işleyenindir, varsın kolhoz kendi toprağı sansın. O benim ata toprağım.” diye düşünürdü.
Kalbinin derinliklerinde yetiştirdiği çiçeği bir daha açmamak üzere soldu.
Köylerdeki bütün Türkleri sürgün etmişler!
Yorgo radikanın tüyü gibi bu defa hiçbir yere konmamak üzere temelli uçup gidince
Cemil harbe gidiyormuş.
Yollarının üzerinde Ahıska vardı.
Artık rüzgar onu nereye savurursa oraya uçup gidecekti.
Onun nefesi, Yorgonun mazide kalan köyündeki meltemler gibi ılıktı, gözleri mavi maviydi, deniz gibi Ege gibi bakardı.
Nereye gitsindi, nereye sığınsındı?
Dünya mı artık daha zalim, yoksa biz çocuktuk da bilemiyor muyduk?
Sonra kafasını aniden kaldırarak bağırdı:
Kahrol Koba!
Biri duydu mu diye sağa sola bakındı, sindirilmişliğin içine işlettiği eski alışkanlıkla. Oysa zaman çoktan değişmişti. Daha bir hiddetlendi, bu defa bilerek ve isteyerek boğazı yırtılınca ya kadar ovaya, dağlara, köye doğru herkes daha iyi anlasın diye haykırdı:
Kahrol Stalin!
Rahatlamıştı. Başını kendinden de yaşlı ceviz ağacına dayadı. Gözlerini kapadı. İçini bir huzur kapladı.
Senin adın ne kızım? diye sordu Ahmet Ağa müşfik bir sesle.
Inga. dedi bebeği annesi.

Ne biçim isim o kızım? diye sordu Selvi Hanım bu kez.
Ben doğduğumda ölü sanmışlar. Hiç sesim çıkmamış. Mosmor olmuşum. Anam baygınmış, o görüp üzülmesin diye aceleyle gömmeye götürüyorlarmış. Rahmetli dedem ‘Durun bir!’ demiş de kulağımı çimdiklemiş. İşte o zaman ‘ınga’ diye bağırıp ağlamışım adımı da ondan ‘Inga’ koymuşlar.

Helalleşemedik kuzum. diye tekrarladı terzi. Çocuk gibi ağlıyordu
Ne oldu be kuzum? Neler oluyor? diye sordu titrek bir sesle.
Ne olduğu var mı be kuzum? Sürgüne gittiler işte. Hepsi, çoluk çocuk hepsi gitti
Helalleşemedik bile kuzum. dedi Ermeni. Ahmet Ağa’nın para öderken her defasında söylediği Helal et! sözleri kulaklarında çınlıyordu.
O günden sonra da bir daha hiç içinden gelerek gülemedi. İyice sessizleşip içine kapandı. Uykuları hep kabuslarla bölündü. Cemil’in döneceği umuduyla kalbinin derinliklerinde yeşerttiği çiçeği bir daha açmamak üzere soldu.
Çocukluğunun en güzel anılarının artık geride kaldığını, bundan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağını ve o zamana kadar yaşadığı güzellikleri hayatı boyunca bir daha böyle doyasıya yaşayamayacağını, bir şeylerin hep eksik kalacağını henüz bilmiyordu.
O güne kadar bildiği ve inandığı her şey içleri boş birer kalıptı artık onun için
Şubat 1917’de Nevsky Bulvarı’nda yürüyen yoksul kadınlar artık korkularından kendi yaptıkları tahta haçları boyunlarında taşıyamıyorlardı. Kiliselerin, camilerin kapılarına kilit vurulmuş ve bunlar kolhoz depolarına, kimsenin gitmediği kültür evlerine ve viranelere çevrilmişti.
Sürgün! Sürgün ediliyorlar! Emir geldi!
Emrin kimden geldiğini sormadı Vitali Efendi. Bu kadar köyde yaşayan on binlerce insanın sürgün kararını bir kişi alabilirdi: Yosif Cugaşvili, yani Stalin
Hükümetin talimatı vardı, çocuklara konuştukları Türkçeyi unutturun diye. Sınırın öbür tarafındaki akrabalarından koparmak için yürütülen politikanın bir parçasıydı bu talimat. Önce Ahıskalıların kimliklerindeki milliyet hanesinden Türk kelimesini silmişlerdi. Şimdi sıra onları Sovyet Azerbaycanı’nın diline alıştırmaktaydı
Almanlardan kurtulduğumuza seviniyorduk ki büyük oğlumun ölüm haberi geldi. Evlat acısı tarifsiz olur derlerdi. Derler de insan yaşamayınca anlamıyor. Tarifsizin de tarifsizi bir acıydı bu. Onca yıl büyüttüğün, emeklemesini, yürümesini, diş çıkartmasını gördüğün evladının artık dünyada olmadığını bilmenin acısını anlatabilecek lisan yoktur dünyada Mişa. Hiçbir acı buna benzemez, evlat acısıyla kıyaslanmaz
Dünya mı artık daha zalim yoksa biz çocuktuk da bilemiyor muyduk, diye söylendi. Dünyanın artık daha zalim olduğuna karar verdi.
Kurşun değil bomba değil ama açlık ve hastalık kırdı bizi. Geçtiğimiz yerde sanki iz olsun diye ölülerimizi saçıp bırakıyorduk Öyle azap çekiyorduk ki yolda ölüp kalanlara imrenir olmuştuk.
Bu şehirde bir arada yaşayan kimi az kimi çok Türk, Ermeni, Gürcü, Kürt, Azeri, Hemşinli, Acaralı, Terekeme, Urum ve Yahudiler kendi aralarında Osmanlı’nın mirası Anadolu Türkçesiyle anlaşırlardı.
Ekmek gibi ekmek yemeyeli ne kadar oluyor? diye aklından geçirdi. Sadece ekmek kokan ekmek. Yani tadı ya buğday ya da mısır ekmeği gibi olan ekmek. Gerçek ekmek
İnsanın idealleri narin bir çiçek gibidir Ahmet Efendi. Bütün hayatın anlamı da işte bu çiçeği büyütmek ve soldurmamaktır.
Buralarda savaşı bomba, kan ve ateş olarak hissetmiyordu hiç kimse. Bombalar çatışmalar çok uzaktaydı Harp burada keder, ayrılık, hasret, yalnızlık, acı ve endişe olarak kendini gösteriyordu..
Yorgo, köksüz bir çiçekti.
Vagonda bu çocuklar için yer var mı? Anaları ölmüş kimseleri yok bunların.
O gün demiryolunda yüz binden fazla insan yurtlarından koparılırken, bu insanların oğulları, kardeşleri, babaları, nişanlıları ve kocaları yurtları için savaşıyor ve can veriyordu
“Köy neden bomboş?” diye sordu hayalet.
“Gittiler. Hepsi sürgüne gönderildiler.”
“Neden?”
Zaza’nın söyledikleri çalındı kulağına. “Halk düşmanları” demişti sürülen köylüler için.
“Bilmiyorum.” diye cevap verdi hayalete.
“Kim emretmiş sürgün edilmelerini?”
Titrek işaret parmağını Stalin’in resmine doğrulttu.
Artık Stalin’in resmi gülümsemiyordu. Kaşlarını çatmış, yüzüne uğursuz bir gölge düşmüştü. Hayaletin sorusunu bu kez Vitali tekrarladı:
“Neden?”
Yıllardır bir arada yaşadığı bu insanların sürgüne gitmesine bir neden bulamadı. Onları en iyi o tanıyordu. Stalin’den de Beria’dan da, Baria’nın Ahıska’ya uzanmış uşağı İgor’dan ve Zaza’dan da iyi tanıyordu. Bu insanların hiçbir suçu olmadığını iyi biliyordu.
Savaş acıydı.
Benim de annem öldü Ömer abi
Küçük kız ölümün ne anlama geldiğini bilecek yaşta değildi. Çok normal bir şeyden bahsediyor gibiydi:
Sırası gelen ihtiyarlar ölür demişti Otar emi. Ama annem ihtiyar değildi ki! Neden onun sırası geldi? Nenem de öyle dedi zaten. Kızım sen değil ben gideyim diye ağladı.
Kamyonlarla köyden ayrılırken gözü köy mezarlığındaki kara mezar taşlarına takılmıştı. Annesi, babası, bütün büyükleri kara taşların altında uyuyorlardı. Tekrar buralara dönemezsem, köyüme gömülemezsem diye düşünüp kahretmişti. Şimdi doksan altılık Ali dede karlar üzerinde kurda kuşa yem olmayı beklerken, o mezarlıkta yatanların aslında ne kadar şanslı olduklarını düşündü Ya o da ölürse, böyle yersiz, yurtsuz, kefensiz, kurda kuşa terk edilirse? Mezarsız bir ölü olma düşüncesi, ona ölümün kendisinden bile soğuk geldi.
Deliden değil, insanlara zarar veren akıllıdan korkacaksın.
Hayvan vagonlarının içine istiflenmiş on binlerce insan, kendi elleriyle yaptıkları demiryolunun üzerinde bilinmeyen bir yere sürülürken, o gün Ahıska şehrinde hiç kimse evlerinden çıkmaya cesaret edemedi.
Gerçek dünya, onun görmek istediği dünyadan çok farklıydı.
İnsanı insana kırdırmışlar, kardeşi kardeşe düşman etmişler baksana. Bu dağları, geniş ovaları mı paylaşamamışlar?
Sen ne bilirsin Kafkas cephesini! Orası cephe değil, koca bir mezarlık olmuş. Dağlar barut değil, kan kokmuş Osmanlı’nın ordusu; askeri, subayı, on binleri buz olup kalmışlar. Buzdan insan ormanı olmuşlar. Gören aklını yitirmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir