İçeriğe geç

Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı Kitap Alıntıları – Romain Gary (Emile Ajar)

Romain Gary (Emile Ajar) kitaplarından Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı kitap alıntıları sizlerle…

Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı Kitap Alıntıları

Van Gogh un yaptığı gibi kendi kulağımı kesmektense gözümü başkalarının kulağına dikerim.
Kalp asla yaşlanmaz ,ama ona işlemiş boşluk yokluk ise hep kalır ,dahası kalbi onlar yaşlandırır.
Kafasını karpuzun o tatlı etine öyle bir daldırırdıki yutkunurduk ağzımızın suyu akardı O ise nasıl heveslendiğimizi görmek için gözlerini kaldırıp bize bakardı
Armağan kabul edebilirsin dolma kalem gibi şeyler örneğin cüzdan rolls-royce bile olabilir hatta buna da bir şey demem. Ama para asla.
Yetişkin gibi davranırım ama gizlice her zaman altın böceği ararım ve bir kuşun omzuma konmasını, benimle insan sesiyle konuşmasını ve sonunda bana nedenini ve nasıl olduğunu açıklamasını beklerim.
..İnsanoğlu, asla gülünç duruma düşürülmeyecek kadar onurlu bir yaratıktır.
Çünkü çok kötü bir huyum var; birine bağlandım mı ondan ayrılmak beni perişan eder. Öyle olduğu için de Okyanus’a bağlanmayı tercih ediyorum, çabuk ölmüyor çünkü.
Sanatçı: Ömrü boyunca kendini kandırmayı iş edinmiş insan. Sanatçı: Ömrü boyunca neden var olduğu nun yanıtını arayan, ama o acıklı soru cümlesinin ta kendisi olan insan.
Yanılgım bireysel zaferlere fazla bel bağlamış olmaktı benim. Bugün her şeyimi geri verdiler, ama ben artık yokum. Insanlar, halklar, tüm askeri birlikler müttefikim oldu. Ama ben onların hır gürüne karışmak istemiyorum. Yüzüm dışarıya dönük, varlığı unutulmuş bir nöbetçi gibi ayaklarımı uzatmış yatıyorum. Yaşayan, itip kakılan her canlı varlıkta kendimi görmeyi sürdürüyorum. Kardeş kavgalarından tümüyle çürüğe çıkarıldım.
Hayat iki kez yaşanmıyor ki.
“.. hep bir kesinlik peşinde oldum ben. Ve hayatı böyle çekilmez kıldım.”
“Herkesin kendini kapıp koyverdiği, umutsuzluğun genel bir özelliğe dönüştüğü bu koşullarda iyi bir şeyler yapmak için bunca istekli olması beni çok etkilemişti.”
“Bugün bile arada bir kendi kendime sorarım, farkında olmadan hayatımın aşkının yanından geçip gittim mi acaba diye.”
“Herkesin düşmeden önce insanlık onurunu olabildiğince uzağa taşımak zorunda olduğu umutsuz bir yarış sanki yaşam..”
“Güzelliğe ulaşmak, onu bulmak, yakalamak ve aşmak için bu kadar güçlü çaba harcayıp sonunda yanına bile varamamak..”
“Zaten hayatım boyunca kendime biraz çekidüzen vermem için hep birilerinin gözünü bana dikmesi gerekmiştir.”
“Yaşın bir önemi yok, Nina. Kalp asla yaşlanmaz ama ona işlemiş boşluk, yokluk ise hep kalır, dahası kalbi onlar yaşlandırır.”
“.. verdikleri uslu dur öğütlerini sağa sola savrulmuş ölü yapraklara benzetirim.
Yaprakların döküldüğü ağaçlar görkemli ağaçlardır kuşkusuz ama artık içleri kurumuştur.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Çocuklukta yaşanan doyumsuzlukların çok derin ve silinmez izler bıraktığına inanırım ve o doyumsuzlukları gidermek olanaksız.”
“Onu tanıyarak öğrendiğim bir başka şey de hiçbir şeye sonsuza dek sahip olunamayacağı, hiçbir şeyin kesinlikle kazanılmış sayılamayacağı ve hiçbir şeyden kesinlikle emin olunamayacağı.”
“Bugün artık iyi biliyorum ki insan evladı gülünç duruma düşürülmeyecek kadar onurlu bir yaratıktır.”
“Ona olan aşkımı taşıyacak kadar büyük değildi sanki yeryüzü.”
“Evreni karartan örtüye elimi uzatabileceğim, örtüyü birden çekip bilgelik ve merhametin yüzünü görüvereceğim günü bekleyerek büyüdüm.
Yeryüzünün güç ve mülkiyet sarhoşu aptal tanrılarıyla boğuşayım istedim.
İstedim ki dünyayı aşk ve cesarete mesken edenlere geri vereyim.”
“Mutlak gerçeklik diye bir şey yoktur, bize köleliği dayatmak için uydurulur bunlar.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yaşadım ben
Hayata tutunmak ister gibi bir halin vardı
Öyle bir kadın tanıdım ki, sevgilisinin güzel gözleri uğruna yıllarca, yıllarca yalnızlığı göze aldı.
Demek istediğim, gözlerinde öyle büyük bir yaşama arzusu vardı ki, o günden beri ne yapacağımı bilemedim.
Gerçek şu ki yenildim ben. Yenildim ama, yenildim sadece, hiçbir şey de öğrenmedim.
Adını anmak istediklerimizin hiçbiri bugün yaşamıyor.
Adı Bouquillard’dı. Bizden epeyce büyüktü, otuz beşindeydi. Ufak tefekti, kamburun tekiydi. Kafasından bereyi hiç çıkarmazdı. Upuzun suratının ortasına iki kahverengi göz oturtulmuştu. O dingin, uysal görüntünün ardında öyle bir ateş yanardı ki, Fransa’yı dünyanın en aydınlık ülkesi kılan oydu.

İngiltere savaşlarının en iyi Fransız pilotuydu. Üst üste tam altı çatışmadan yara almadan çıkmıştı ve yedinci çalışmada aldığı yara sonucunda büyük bir hızla yere yaklaşırken gördük onu. Biz yirmi pilot harekât odasındaydık, o düşüyordu. Dehşetten faltaşı gibi açılmış gözlerimizi hoparlörün kara ağzına dikmiştik: Marş söylüyordu. Son patlamaya kadar söyledi Marseillaise’i. Bu satırları karalarken Okyanus tam karşımda. Deniz uğultusu bütün öteki sesleri, gürültüleri bastırıyor ve işte o marşı söylüyorum: Koca bir geçmişe, o sese, o dosta soluğumla yeniden hayat vermeye çalışıyorum. Ve işte o da olanca canlılığıyla yeniden ayağa kalkıp gülerek yanıma geliyor. Onu bu uçsuz bucaksız Big Sur plajına bile sığdıramam.

Adı Paris’te hiçbir sokağa verilmedi. Ama benim için Fransa’nın bütün sokakları onun adını taşır.

Karşılaşır karşılamaz tabancamı madalyalarının üstüne boşaltacaktım. Önce biraz sövüp saydıktan sonra elbette. Sonra isterlerse kurşuna dizsinlerdi beni. İdam mangasından mı korkacaktım. Üstelik bu güzellik anlayışıma çok uyan bir son olurdu.
İnsanın çocukluğunu büyüdüğünde bile içinde taşıması tuhaf.
Benim yüreğim o oldu.
Ülkemin kaderi söz konusu olduğunda garip bir güven duyuyordum, kan daha bir canlı dolaşıyordu damarlarımda.
çünkü utançtan ölünseydi bugüne kadar insan soyu çoktan tükenmiş olurdu.
Benimle aynı kaderi paylaşan insanlara karşı zafer kazanmanın bana ne katacağını anlayamam.
Herkesin düşmeden önce insanlık onurunu olabildiğince uzağa taşımak zorunda olduğu umutsuz bir yarış sanki yaşam
Gençtim, hem de sandığımdan da genç. Ama saflığım yaşlanmış, yanıldığını anlamıştı.
Yönetim biçimlerini adam başına düşen yiyecek miktarına göre yargılarım ben!
Ama yeryüzünde görüp yaşadığım gerçeklerle gökte aradıklarımın birbirleriyle bağdaşmaz şeyler olduğunu çok çabuk anladım.
Uzun uzun düşündü. Uzun uzun, telaşsızca. Sonra gürültüyle iç geçirdi, ellerini dizine dayayıp şöyle dedi:
Adalet diye bir şey var bu yeryüzünde!
Yaşamak sanıldığı kadar, onun ileri sürdüğü kadar onurlu bir uğraş mıydı gerçekten?
Yasaları, toplumsal ahlakı, otoriteyi yeniden sağlaması için polis çağırası gelirdi insanın.
Bu silahı bugüne dek kimse benden koparıp alamadı ve günü geldiğinde onu başkasına doğrulturken duyduğumdan daha büyük bir istekle kendime doğrultacağım. Bendeki ben i, bana yı yok etmek için
yaşlılığın izleri yerleşmişti artık yüzüne
ama bilinmeli ki Faust’un gerçek trajedisi onun ruhunu şeytana satması değildir aslında. Trajedi, hem de gerçek trajedi ruhumuzu satacak bir şeytanın olmamasıdır.
yedi kruvasan yedim. Bir kahve daha istedim. Sonra gözlerimi son derece ağırbaşlı bir tavırla garsonun gözlerine diktim. Zavallı çocuk o sırada onu sınava çektiğimi nereden bilsin.
‘Borcum ne kadar?’
‘Kaç kruvasan yediniz?’
‘Bir,’ dedim.
Garson neredeyse boşalmış olan kruvasan sepetine baktı, bir de bana. Sonra gözlerini yeniden sepete dikip kafa salladı.
‘Hadi canım, benimle dalga geçiyor olmalısınız.’
‘Belki ikidir,’ dedim.
‘Neyse tamam, anlaşıldı’ dedi garson. ‘Beni aptal yerine koydun ama boşver. İki kahve, bir kruvasan yetmiş beş santim yapar.’
Zevkten dört köşe, çıktım. İçimde birileri şarkı söylüyordu; kruvasanlar olmalıydı. O günden sonra Capoulade’ın en iyi müşterisi oldum. Zavallı Jules -koca Fransızın adı buydu- bazen çekingen, kendine de pek güvenemeyen bir ses tonuyla söylenirdi:
‘Gidip başka yerde tıkınamaz mısın? Senin yüzünden patronla başım belaya girecek.’
‘Tıkınamam,’ derdim. ‘Sen benim hem anam, hem babamsın.’
Bazen içinden çıkamadığı aritmetik problemlerine dalardı ve dalgın dalgın onu izlerdim.
‘İki kruvasan mı? Gözümün içine baka baka utanmadan böyle diyorsun ha? Üç dakika önce sepette tam dokuz kruvasan vardı.’
Hiç üstüme alınmazdım.
‘Her yer hırsız kaynıyor,’ derdim.
‘Yok canım,’ derdi Jules hayran hayran, ‘Ne akıllı çocuksun sen. Ne öğrenimi gördün bakayım?’
‘Hukuk. Hukukta lisans yaptım.’
‘İyi b*k yedin pis herif,’ derdi Jules.
Sonra hesapladım; 1936 ile 1937 yılları arasında Capoulade tezgahında para ödemeden bin ila bin beş yüz arası kruvasan yemişim. Bunu devletin verdiği yüksek öğrenim bursu gibi düşündüm.
Bir sanat eseri yaratmak, yalnızca yaşarken yapılabilecek bir şey değildi ki
Ve bugün biliyorum ki insanoğlu, asla gülünç duruma düşürülemeyecek kadar onurlu bir yaratıktır.
Kırk sekiz, yaşında hala sıcak şeyler düşleyebiliyorum
Boğuk bir mutluluk hissederdim ona her baktığımda.
Sevdiğim tek kadınınkinden çok, bütün bir insanlığın alınyazısını değiştirme, ona zafer ışığı taşıma isteğiymiş ölümüne sarıldığım şey.
İster insan ister hayvan olsun, kendini savunmaya yeltenmeyen, sessizce boyun eğen yaratıklara hiç hoşgörüm yoktu
Kadın ne isterse Tanrı da onu ister.
Ona olan aşkımı taşıyacak kadar büyük değildi sanki yeryüzü.
Ona göre klişeler insanı zamanının toplumuna, değer yargılarına, altın ayarları na köle eden birer sözlük saçmalığıydı
dünyayı avucuma alacağım eşsiz zaferlerden sonra geri dönmek için verdiğim sözü düşündüm: Henüz hayatımın şafağında kendime verdiğim sözü
Değil mi ki üstünde terk edilmiş tek bir insanoğlunun bile kalmayacağı bir dünya yaratmak için kendime söz vermiştim ve bunu çocukluğumdan bu yana etimde iliğimde hissediyordum, öyleyse bu yolda ilerlemeliydim
Yaşın bir önemi yok Kalp asla yaşlanmaz, ama ona işlemiş boşluk, yokluk ise hep kalır, dahası kalbi onlar yaşlandırır
.
Mizah bir haysiyetin onaylanması, insanın başına gelen her şeye üstünlüğünün bir beyanıdır.

.

Çocuklukta yaşanan doyumsuzlukların çok derin ve silinmez izler bıraktığına inanırım ve o doyumsuzlukları gidermek olanaksız.
Dünyanın bütün karpuzlarını bile indirsem mideme, o sekiz yaşında yiyemediklerimi yine de unutamam.
Gerçeği ancak kırklı yaşlarda ve başyapıt yaratacağım diye epey bir oyalandıktan sonra yavaş yavaş görmeye başlayıp anladım ki son top diye bir şey yok.
Yönetim biçimlerini adam başına düşen yiyecek miktarına göre yargılarım ben. Ama bu verileni de koşula bağlarlarsa onlardan tiksinirim. İnsanlar koşulsuz yemek yeme hakkına sahiptir.
Benimle aynı kaderi paylaşan insanlara karşı zafer kazanmanın bana ne katacağını anlayamam.
Kimse asla kabul etmez ama her tür fahişeliğin insan onurunun karargahı sayılan belden yukarıda, kalpte, beyinde, zihinde olduğunu düşünürüm.
Hep bir kesinlik peşinde oldum ben. Ve hayatı böyle çekilmez kıldım.
İnsanın çocukluğunu büyüdüğünde bile içinde taşıması tuhaf.
‘Son’ sözcüğünün anlamı her yerde aynıdır aslında ve insan sesini yenikler korosununkinden kaçırma, ayrıştırma hakkı olsun ister hiç değilse.
Yanılgım bireysel zaferlere fazla bel bağlamış olmaktı benim. Bugün her şeyimi geri verdiler ama ben artık yokum. İnsanlar, halklar, tüm askeri birlikler müttefikim oldu. Ama ben onların hır gürüne karışmak istemiyorum Yaşayan, itilip kakılan her canlı varlıkta kendimi görmeyi sürdürüyorum. Kardeş kavgalarından tümüyle çürüğe çıkarıldım.
Her şey bir yana, hayat yaşamış olmanın acısına değiyordu doğrusu.
İyiyle kötüyü insanların cinsel davranışına göre tasnif edenlerin arasında yerim yok benim, beni orada göremeyecekler. Uygar dünyaya nükleer silahlanmayı sürdürmeyi öğütleyen ünlü bir fizik bilgininin uğursuz fizyonomisi bana bir erkek çocuğun anasıyla yatması fikrinden çok daha korkunç geliyor. Yüzyılımızın bunca ideolojik, bilimsel ve entelektüel sapıklıklarıyla karşılaştırıldığında bu tür cinsel suçları çok daha kolay bağışlayabilir benim yüreğim. Kasıklarını göstermek için birilerine para ödeten kız, korkunç soykırımlara hazırlanan, atom dehşeti yaratmak için beyinlerini kiraya veren bilginlerin puştluğu yanında sadaka toplayan rahibe, ekmek dağıtan hayırsever kadın gibi görünüyor bana.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir