İçeriğe geç

Saçmalıklar Çağı Kitap Alıntıları – Michael Foley

Michael Foley kitaplarından Saçmalıklar Çağı kitap alıntıları sizlerle…

Saçmalıklar Çağı Kitap Alıntıları

Buda meditasyon uygulamasından çağdaş sinirbiliminkine benzer bir bilinç teorisi geliştirmiştir. Bilincin maddesi veya yönü yoktur; bilinç algıların, fantezilerin, sanrıların, bağlantıların ve anıların sonsuzca kırpıştığı, dalgalandığı bir gölge oyunudur. Zihin yalpalar ve dalgalanır, kıpraşır ve uçucudur. Zihin, bir dalı yakalayıp ardından bir başkasına atlayan bir maymunun kaprisine sahiptir. Ve bu yüzden birleşmiş benlik fikri, bir yanılsamadan ibarettir. Değişmez tek bir benlik yoktur. Değişime tabi olan şey benim değil; ben değil, kendim değil. Bu sürekli değişim tanımı, kavrayışın merkezlerinden biriydi. Her şey akıştır. Her şey geçicidir. Tüm şeyler yanar
Mutlu olmanın irade gücünü artırdığı ve karşılığında mutluluğun çoğaldığı, yükselen bir spiraldir. Mutluluğun en büyük getirisi belki de kendini iyi hissetmekten çok beraberinde gelen olabilirliklerin heyecanıdır. Dünya birdenbire zenginleşir ve benlik yeniden doğar. Her şey daha zengin, daha yabancı ve daha ilgi çekici görünür. Gözler daha berrak görür, zihin daha hevesle düşünür, yürek daha güçlü çarpar ve bu üçü coşkuda, yaşamdan haz almada ve şevkte birleşir.
İçte ve dışta, becerikli ve kabullenilir görünmek için sürekli yeni kılıklara bürünen kurnaz ve acımasız iki düşman var: reklam ve id. İkisini de yenmek mümkün değil ve ikisini birden sadece belli mesafede tutmak bile devamlı uyanık olmayı gerektiriyor.
Her sefer son sefer olabilecekse ilki kadar iyidir.
MÖ 4.yüzyılda Taocu Chuang Tzu, Bilge, kafa karışıklığı ve kuşkunun parlak ışığında yol alır, demiştir.
Özsaygı içten, öz-beğeni dıştan gelir. Spinoza bu ayrımı gayet iyi kavramıştı. Özsaygı dışımızdaki herhangi bir şeyi kapsamaz ve sadece kendi kusursuzluğunun gerçek değerini bilen, ihtirassız ve kendisi için beğeni aramayanların özelliğidir.
Madem tüm seçenekler saçma, o zaman gelin en asilini seçelim.
Bu cümle Spinoza’yı tekrarlıyor ve sinirbilimin yapacağı keşiflere dair olağandışı bir öngörü sunuyordu. Açıkladığı üzere Rilke, zorluklardan yana tavrını, böyle bir tavır almamın asilliğinden değil, gerekliliğinden almıştı:
İnsanlar her soruna kolay çözüm, hem de kollayın en kolayını arıyorlar. Ama zor olana tutunmamız gerektiği gayet açık; Her canlı yaratık zora sımsıkı tutunur.
Psikolojinin bir diğer keşfiyse duyguların asimetrikliği, olumsuz duyguların olumlulardan daha güçlü ve uzun süre kalıcı olduklarıdır.
Buda’ya göre temel sorun, hoşnutsuzluk ve tatminsizlik yaratan arzu ve isteklere saplanıp kalmayı teşvik eden cehalettir. Ve sorun cehaletse çözüm de bilgi olmalıdır. Öyleyse kurtuluş içgörüde, kavramadadır. Anlamak, kurtuluştur.
Altın çağ mutluluğu, ya insanlar keyfini sürecekken fark edilmeden geçip gittiğinden ya da insanlar fark edebilecek durumdayken çoktan bitmiş olduğundan, insan ırkına hep yabancı kalmıştır.
Marcus Aurelius’tan yaşamın saçmalığı hakkında: Tüm fani yaşamın geçiciliğini ve önemsizliğini görün, dünün bir damla dölü, yarının bir avuç külüdür. Dünyadaki uçucu anılarınızı doğanın sizden yaşamanızı isteyeceği gibi yaşayın; ardından bir zeytinin mevsiminde, kendisini taşımış dünyaya ve yaşam sunmuş ağaca şükrederek düşüşü misali zarafetle dinlenmeye çekilin.
Düşlerin nikahı bittikten sonra gerçeklik afallatarak geri döner ve potansiyelin büyüsü tarafından bastırılmış sorunlar birdenbire su yüzüne çıkar. Çünkü hiç kimsenin doğru kişi olmayışı bir yana, eşini anında kalıcı, karşılıksız aşkla sarmalayabilecek, birlikte yaşaması kolay kimse de yoktur. Temel aksiyomlardan biridir bu: Birlikte yaşaması kolay hiç kimse yoktur. Sadece zorluk dereceleri vardır ve eşin parıldayan elmaslarla değil, itici inançlarla, alışkanlıklarla, nevrozlarla, ruh halleriyle, hastalıklarla, tutkularla ve kötü zevkle kaplı olduğunu (nahoş akrabalar ve kabul edilemez arkadaşları hiç saymıyorum) anlamak elzemdir.
Aşık oldum deriz. Erich Fromm, klasik eseri Sevme Sanatı’nın başında bu soruna değinir: Hiçbir şey sevmekten kolay değildir tavrı, tam aksine dair onca kanıta rağmen sevmek konusunda baskın görüş olmaya devam etmektedir. Sevdaya tutulmanın ve aşık olmanınsa zorlukları, güvensizliği ve yalnızlığı ebedi, koruyucu aşkı sunarak bir çırpıda yok edecek doğru kişiyi bulmak meselesinden ibaret olduğuna inanılıyor.

Ve bu tüm mesele doğru kişiyi bulmak inancı, kişisel sorumluluğun reddiyle, zorunlu içe bakmak yerine talep ederek dışa bakma eğilimiyle iyice güçlendiriliyor. Aşkı sunmak diğer bir kişinin işi addediliyor ve bu yüzden ilişki bittiğinde kabahat diğer kişiye yükleniyor.

Çağdaş ilişkilerin etrafını saran yanılsamalar, zorluklar, talepler, hüsranlar, yükler ve kısıtlamalar öyle çeşitli ki buncasının başarısızlığa uğramasını değil, esas herhangi birinin nasıl sürebildiğini merak etmek lazım. Buna rağmen tarihte hiçbir zaman bunca insan ilişki peşinde bunca telaşla koşmamış ya da ilişkilerde bunca beklentiye girmemiştir. Çünkü ilişkiler gittikçe daha fazla kısa vadeli ticari işlere dönüştükçe ebedi aşkın elzem önkoşul olduğuna yönelik inanç artmıştır.
Okumak sadece fazlasıyla zevkli olmakla kalmaz, çağrışımsal beynin gelişiminde ve korunmasında anahtar rol üstlenir. Okumak, hele deneyimi de zenginleştirdiğinde, iyice doyuruculaşır. Flaubert’e verelim sözü: Çocuklar gibi kendinizi eğlendirmek ya da hırslılar gibi yaşama dair talimat bulma amacıyla okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Okumak bir temas sporudur; fizikseldir, faaldir, yorucudur. Okumak üstün, numaracı ve hızlı bir güçle kapışmaktır ve bu güç, yakın dosta dönüşebilecek bir güçtür. Postmodern yaklaşım yazarları ortadan kaldırıp edebiyatı bir metinler dizisine dönüştürmeye çabalamıştır ama gerçek okurlar, okumanın arkadaşlık demek olduğunda Proust’la hemfikirdir. Yazarlar, uzam ve zamanda yayılan gizli bir sosyal ağdaki dostlardır.
Eski Ben böyleyim işte bahanesini haklı çıkaracak bir şey yoktur. Genetik miras, ailesel etkiler ve kültürel etkenlerin bireşiminden meydana gelen mizacın tavırları, davranışları ve ruh hallerini kesinlikle teşvik ettiği ve devre dışı bırakılmasının had safhada olduğu, kalıcı değişimin söz konusu bile edilemeyeceği doğrudur. Ama mizaç kadar, bir de karakter vardır. Mizaç ne olduğunuz, karakterse ne yaptığınızdır. Mizaç belirlenmiştir ama karakter oluşturulabilirdir. Mizacın buyruklarına karşı çıkmayı seçebiliriz ve belli bir şekilde, yeterince uzun süre farklı hareket edersek yeni davranışlar kendi beyinsel bağlantılarını kuracaklardır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Aşırı uçtaki etkiler için zaman sınırı bir yıl veya biraz daha fazlasıyken, daha ufak çaplı rahatsızlıklardan kurtulup toparlanmamız daha çabuk gerçekleşmektedir. Bu durum gelecekteki olayların etkilerini neden daima gözümüzde büyüttüğümüzü açıklamaktadır. Asla beklediğimiz ölçüde mutlu veya sefil olmayız. Bir başka deyişle mizacımız daima kendini ileri sürer ve insanlar bu yüzden hemen her şeye alışabilirler.
İnsanın kendini kandırma kapasitesi olağanüstüdür. Ama daha da etkileyici bir kapasite daha var: kendini haklı çıkarma. Bu beceri, insani evrimin kesinlikle en müthiş çiçeği, insan beyninin kuşkusuz en büyük başarısıdır. İş, yaptıklarını meşrulaştırmaya geldiğinde her insan evladı birden Einstein’in zekasına, Shakespeare’in hayal gücüne ve bir Cizvit’in hinliğine sahip oluverir.
Seneca: Yaşamın en büyük engeli, yarına bel bağlayıp bugünü çöpe atan beklentidir.
Bugün olan her şey çoktan dün sayılmakta ve gerçek heyecan hep bir sonraki müthiş şeyde, bir sonraki sevgilide, işte, projede, tatilde veya yemekte görülmektedir. Bunun bir sonucu, kaçışın, sorunlara yönelik en çekici çözüme dönüşmesidir. Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa cezbedici olan, bir diğerine geçmektir.
Çoğumuz geçinmek için çalışmak zorundayız; pek çoğumuz bir eşle uzun süreli bir ilişki yaşamak isterdik ve kozmetik cerrahideki muazzam ilerlemelere rağmen hepimiz yaşlanmaya mahkumuz. Tolstoy şöyle demişti: İnsan bu dünyada nasıl çalışacağını ve nasıl seveceğini bilir, sevdiği için çalışır ve işini severse muhteşem bir yaşam sürebilir.
Belki mutluluk geriye dönük olarak, sadece yitirdikten sonra anlaşılabiliyordur. Bu görüşü, ilk Jean Jacques Rousseau işlemişti: Altın çağ mutluluğu, ya insanlar keyfini sürecekken fark edilmeden geçip gittiğinden ya da insanlar fark edebilecek durumdayken çoktan bitmiş olduğundan, insan ırkına hep yabancı kalmıştır.
Psikolog Carol Dweck bu hipotezi şudur.
New York’taki yüzlerce okul çocuğuna bir test yaptırıp ardından yarısını zekâları için (“Bunu
başardığına göre akıllı olmalısın”) yarısınaysa çabaları için (“Çok çalışmış olmalısın”) överek
sınadı.

Övgülerin ardından öğrencilere bu sefer biri aynı seviyede, diğeri daha zor iki başka test arasında seçim olanağı tanıdı. Çabalarından dolayı övgü alanların yüzde 90’ı daha zor testi seçerken, zekâları dolayısıyla övgü alanların da yine neredeyse yüzde 90’ı daha kolay seçeneği yeğledi.

Kısacası kısa bir övgü cümlesi muazzam etki yaratmış ve sonuçtan çok çabaya yoğunlaşmanın daha iyi olduğunu bir kez daha göstermişti. Dweck’in vardığı sonuç, zeki grup başarısızlık korkusuna kapılırken çabalayan grubun hatalardan ders almaya teşvik edildiğiydi.

İki gruptan öğrenciler kendilerinden daha iyi sonuçlar alanlarla daha kötü alanların kâğıtlarına bakmaya davet edildiklerindeyse zeki gruptaki öğrencilerin hemen hepsi kötü puan alanlarla karşılaştırmaya girerek öz-beğenilerini artırma yoluna giderken, çabalayan öğrencilerin neredeyse tümü kendilerinden yüksek not alanların kâğıtlarına bakarak hatalarını görmeyi tercih etti.

İzleyen testlerdeyse çabalayan öğrencilerin başarı oranı yüzde 30 artış gösterirken zeki
öğrencilerde yüzde 20 düşüş görüldü. Kısacası başarıya giden yol, başarısızlığa
odaklanmaktan geçiyordu.

İş yerinde hayatta kalabilmek ikiyüzlülük gerektirir. Pek çok düşünür bu rezilliğe saldırmıştır.
İktidar kovalayanlar gerçekte güçlü olmadıklarından güç görüntüsüne ihtiyaç duyarlar. Kocaman masanın ardında oturan ürkütücü figür, psikoloji deneyindeki otoriter araştırmacılar kadar sahte çıkabilir. Bunu anlamak her türlü patronu daha az ürkütücü kılacaktır. Buna karşılık masanın ardında ürkütücü olmayan bir figür de sahici çıkabilir: En iyi idareciler sıklıkla idareciliğe büyük arzu duymayanlardan çıkar. En iyi dönemlerinde aksi, bugünse artık iyice beter hale gelmiş, her konuda kendinde hak gören ama hiçbir şey yapmaya gelmeyen insanı kim idare etmek ister?
Sonuç değil, çaba önemlidir. Anlam arayışı, anlamın ta kendisidir.
Arzular tarihte hiçbir zaman bugünkü kadar çabuk unutulmamış, doyum veya alışkanlıkla sıfırlanmamış ve üzerlerine acil yeni istekler bu denli çabuk yazılmamıştı. Herhangi bir şeye neden feci arzu duyulduğunu hatırlamak çaba gerektiriyor artık.
Zorluk ve anlama kavramları, varlıkları sona erecek ölçüde reddedildi. Hatta kavram kavramı, yani bir konunun kavranması için anlaşılması gereken soyut, temel teori ortadan kalktı. Artık anlama aletsel: Teknolojinin nasıl çalıştığını değil, nasıl çalıştırıldığını bilmek gerekiyor.
Sevdadan sevgiye geçiş sahiden de zordur çünkü bu ikisi, birçok yönden birbirlerinin zıddıdır. Sevda aşkındır, oysa sevginin ayakları yere basar. Sevda fantezi yaratır, sevgi gerçekliği kabul eder. Sevda bağımlılık, sevgi kendini adamadır. Sevda sorumluluktan kaçar, sevgi sorumluluğu yürekten kabullenir. Sevda zahmetsizdir; sevgi, yoğun çaba ister.
Eski toplumlara özlem duymak kolaydır ama aynı zamanda insanların neden bu toplumlardan kurtulmak için çırpındıklarını da hatırlamak gerekir. Büyüdüğüm geleneksel yapılı toplumda can sıkıntısından, baskıdan ve uydumculuktan kaçmak için can atardım. Ama bağımsız yaşamın önemli ölçüde zenginlik kaybı getirdiğine kuşku yoktur. Ödenecek bedel daima vardır. Özgürlük şişkin değil, inceciktir.
Ve ayakları yere basan gerçekliğin en gereksinildiği anda sıklıkla beklentinin en yıkıcı biçimi vardır: kusursuz nikahı planlamak. Çağımızdaki tuhaf gelişmelerden bir başkası, evliliğe yöneliş azalırken nikahlara yatırılan paraların tavana vurmasıdır. Bugün Britanya’da ortalama bir nikah töreninin maliyeti kişi başına düşen ortalama yıllık gelirin üstündedir. Bu durum, içerik yerine imaja verilen büyük önemin bir diğer örneğidir: Bekleyen yaşamın gerçekliğine değil, sadece bir günün simgeselliğine yönelik plan yapılmaktadır. Çoğu şatafatlı gösterideki gibi, burada da fikir tarihsel yerler, kostümler ve aksesuarlar -şatolar, kır evleri, taçlar, melon şapkalar, atlı arabalar veya klasikleşmiş otomobiller (yakın dönemdeki yeni elzem malzemelerinden biri de her masada en az bir kullan-at fotoğraf makinesi bulunmasıdır)- üzerinde ciddi geleneklerin yansıtılmasıdır. Haliyle bugünün nikahları, yıllar yılı ayrıntılı araştırmaların ve hazırlıkların yapılmasını gerektiren ama kısa sürede biten Olimpiyat Oyunları misali ihtişamlı ve korkunç masraflı gösterilere dönüşmüşlerdir.
Kişisel sorumluluğu kabul etmek, kişisel bir kod geliştirmeye uzatılabilir. Varoluşçu felsefenin özü budur. Tabii böyle bir kodu mutlak meşru kılmak zor olacaktır. Ayrıca böyle bir kodun gerektirdikleri sıklıkla gülünç ve keyfi görünmeye yol açacaktır. Öyleyse neden uğraşalım? Sırf tatmin edici zorluğu uğruna Sırf yaşatacağı cehennem uğruna Flaubert’in öğüdünü hatırlayalım: Madem tüm seçenekler saçma, o zaman gelin en asilini seçelim.
En son kimden Kabahat bende lafını duyduk?
Genetik miras, ailesel etkiler ve kültürel etkenlerin bireşiminden meydana gelen mizacın tavırları, davranışları ve ruh hallerini kesinlikle teşvik ettiği ve devre dışı bırakılmasının had safhada zor olduğu, kalıcı değişimin söz konusu bile edilemeyeceği doğrudur. Ama mizaç kadar, bir de karakter vardır. Mizaç ne olduğunuz, karakterse ne yaptığınızdır. Mizaç belirlenmiştir ama karakter oluşturulabilirdir. Mizacın buyruklarına karşı çıkmayı seçebiliriz ve belli bir şekilde, yeterince uzun süre farklı hareket edebilirsek yeni davranışlar kendi beyinsel bağlantılarını kuracaklardır.
Doğa, stoacı filozofların verdiği dersin aynısını vermektedir: Görünüşe takmayanlar çok daha fazla eğlenirler.
İlkel kültürlerin yetişkinliğe kabul ayinlerinde ayrılma, ayinsel yaralanma, geçiş ve geri dönüş şeklinde görürüz. Genç, köyünden uzaklaştırılır, bir şekilde simgesel olarak yaralanır, ilgili usuller öğretilir ve geri gelir/ getirilir. Yani yetişkin olmak da aynı dört aşamayı, kopuşu, zorluğu, anlamayı ve dönüşümü gerektirmektedir. Ergenliğin ömür boyu uzatılmasına inan tek kültür, bugünkü kültürümüzdür.
Çağımızın en büyük başarısı, yaşamda tatmini zorlaştırmazken, olduğundan kolay değilmiş gibi göstermesidir.
Zorluk, hayati önem taşır. Değerli her şey kazanılmalıdır.
Zorluk ve anlama kavramları, varlıkları sona erecek ölçüde reddedildi. Hatta kavram kavramı, yani bir konunun kavranması için anlaşılması gereken soyut, temel teori ortadan kalktı. Artık anlama aletsel: Teknolojinin nasıl çalıştığını değil, nasıl çalıştırıldığını bilmek gerekiyor.
Kültürel şartlandırma yerine bugün evrensel açıklayıcı, evrimci psikolojidir. Teorilerin sorunu da budur zaten. Her Büyük Fikir, dünya egemenliğine hevesli bir megalomanidir. Marksistler her şeyi sınıf, Freudçular çocukluk, feministlerse cinsiyet zemininde yorumlamıştır. Sonunda her yeni bakış açısı, yeni at gözlüklerine dönüşmüştür. Bu üç büyük fikrin de modası geçmiştir ama entelektüel emperyalizmde başa güreşen yeni adaylar her daim mevcuttur.
Potansiyele tapmak, daima az ileride daha iyisinin bulunduğuna inanan bir açgözlülük türüdür. Ama potansiyelin büyüsü, geleceği, bugünün büyüsünü bozma pahasına etkilemektedir. Bugün olan her şey çoktan dün sayılmakta ve gerçek heyecan hep Bir Sonraki Müthiş Şey’de , bir sonraki sevgilide işte, projede, tatilde veya yemekte görülmektedir. Bunun bir sonucu, kaçışın, sorunlara yönelik en çekici çözüme dönüşmesidir. Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa cezbedici olan, bir diğerine geçmektir. Bu da sorunlarla yüzleşip aşma tatminini devre dışı bırakmakta ve hayati önem taşıyan musibetten pay çıkarma, olanı avantaja çevirme becerilerini mahvetmektedir.
Tarihte şimdiye kadar hiç bu kadar fazla kişi, bu kadar fazla şeyi, bu derece fazla istememişti.
Nasıl yaşanacağının bir dizi maddeyle söylenmesini talep eden tek çağ, bizim sabırsız, açgözlü çağımızdır.
Belki mutluluğun şartlarından biri, durum analizi yapmak istememektedir. Çünkü her türlü tanımlama girişimi mutluluk durumunu öldürecektir. Belki bilerek mutlu olmak mümkün bile değildir. Belki mutluluk geriye dönük olarak, sadece yitirdikten sonra anlaşılabiliyordur.
Sıklıkla ferahlama, özgürleşme hissi uyandıran sorunları reddetme tavrı, aslında köleleşmektir. Kendi çözümlerini üretmeyenler başkalarınınkileri kullanmak zorunda kalırlar.
Ama her şeyin kolay olmasını bekleyen çağımız için en can alıcı açılım, zahmete değecek her şeyin zahmetli oluşudur. Hatta kolay çözümler bulma girişimleri, bu girişimlerin kaçınmaya çalıştığı sorunlara neden olacaktır.
Kendini haklı çıkarmada hiçbir zihinsel eylem zor değildir ve anı çarpıtmak, numaraların en kolaylarındandır. Tüm diktatörlerin gayet iyi kavradığı üzere, geleceği değiştirmek isteyen, önce geçmişi değiştirmek zorundadır.
insanın kendini kandırma kapasitesi olağanüstüdür. Ama daha da etkileyici bir kapasite daha var: kendini haklı çıkarma. Bu beceri, insani evrimin kesinlikle en müthiş çiçeği, insan beyninin kuşkusuz en büyük başarısıdır. İş, yaptıklarını meşrulaştırmaya geldiğinde her insan evladı birden Einstein’ın zekasına, Shakespeare’in hayal gücüne ve bir Cizvit’in hinliğine sahip oluverir.
üst sınır diye bir şey yoktur. En şöhretliler bile ufacık bir karşıt görüş karşısında bozulurlar. Hatırlamaya değer bir zaaftır bu: En önemsizimiz bile dalkavukluk yapmayı reddederek bir ünlüyü zıvanadan çıkarabilir.
Ama ciddi psikolojinin mesajı kişisel gelişiminkinin aslında tam zıddıdır: Yaşamda tatmin kolay falan değil, bezdirici derecede zordur. Benlik teorisyenleri anlama ve dönüşümde ısrarcıdır ama psikoloji bunların ne kadar zor olabileceğini göstermiştir.
Sevdalılar, aşk tanrısının oklarının rastgele kurbanları olduklarına inanmaktan hoşlanırlar ama aslında büyük olasılıkla yoksunluğun, yalnızlığın ve güvensizliğin kurbanlarıdırlar.
Yaşamı korumanın tek yolu, her şeyine ilgi duymaktır Çünkü ilgi göstermeyenler kısa sürede ilgi görmemeye başlarlar.
Sevgiyi, hoşlanma, saygı ve arzudan oluşan bir üçayak taşır. Bunlardan herhangi biri büküldüğü anda her şey devrilir.
Grup yapısında güç kullanımı, aşktaki gibi genellikle sado-mazoşisttir. Otoriter kişiliğin, Ferisinin talebi genelde hiyerarşiye, kurallara ve izleklere uyum göstermektir ama esas derdi, içsel özgürlüğün teslim alınmasıdır.
Tarih boyunca ezici gereklilikler sorun olmuştur ama bugünün benliği, sonsuz olabilirlikler yüzünden delirmektedir. Gerekliliğin reddi, çağımızın hastalığıdır.
Otorite saygıyı kazanır, iktidarsa talep eder; otoritenin tuzağa ihtiyacı yokken iktidar, ürkütücü, ağırlık sunan giysiler gereksinir; otorite açık yürek, iktidarsa sıkı yumruktur. Bu yüzden Matta, İsa’dan şöyle söz etmişti: ‘Çünkü onlara kendi din bilginleri gibi değil, otorite sahibi biri gibi ders veriyordu’.
Yakın dönemde en başarılı TV komedi dizilerinden biri, oturma odalarında televizyon seyretmekten başka hiçbir şey yapmayan aptal, edilgen bir aileyi konu edinmişti. Ama elbette oturma odalarında oturup televizyonda oturma odalarında oturarak televizyon izleyen aileyi izleyen aileler kendilerini aptal ve edilgen değil, akıllı ve üstün gördüler çünkü şakaya dahil ediliyorlardı.
Kişisel potansiyel hissi, hayatı yaşamaya değer kılmada sahiden gereklidir ama bu potansiyel hissi gereksinimi içteyken bugünün potansiyeli tümüyle dışsaldır ve cinsel macera, özendirme, alışveriş ve yolculuk gibi faaliyetlere bağlıdır. ‘Kendinizi değiştirmelisiniz’ temel bir emirdir ama sırf değişim hayrına değişime tapmak anlamına gelmez. Değişim daima sorumluluk ve sadakat gereksinimlerine karşı dengelenmelidir.
Sorun, tüm büyük gelişmelerin hepsinin birden iyicil görünmesidir.
Yeni çocuksuluk büyüyen kibir ve kendinde hak görme duygusuna, azalan kendini bilme ve yükümlülük kavrayışlarına ve artan darılma ve öfkeye başvurmalara önemli katkı yapmıştır. Koca Bebek çok sık zırlamaktadır.
Yetişkin olmanın zahmetli sorumluluğu, çocukluğun kayıtsız şartsız sevilme, yiyip içme, şekerlemeye yatıp ninni eşliğinde uyuklama lükslerine yönelik derin bir özlem yarattı.
Çocuksuluk eğilimi kesinlikle özgürleşme çağına yönelik bir tepkidir. Özgürleşmenin kendi içinde tatmine yeteceği, kişinin ruhunu mahveden işinden, baskıcı ilişkisinden, kasvetli kasabasından kaçabilmesiyle her şeyin düzeleceği görüşü yaygın bir yanılgıydı. Özgürlüğün tatmine otomatik olarak götürmediği, mütemadiyen çok çalışmaya yol açtığı ortaya çıkacaktı.
Sıklıkla gerçekleşen, değişen toplumsal davranışların, bir avuç insanın yeni veya eski bir gereksinimin daha ısrarlı yeni bir şeklini geliştirmesine yol açması ve açıkgöz bir girişimcinin bu gelişmeleri fark edip uygun ürün veya hizmeti sağlamasıdır. Bu durum, yeni tavır veya davranışı meşrulaştırır; güçlendirir ve yayar. Böylece daha fazla insan, ihtiyacı daha açık ifade eder ve bu ihtiyaca daha fazla girişimci cevap verir. Haliyle olgu, yeni bir ölçüte dönüşür. Herkes onu yapmaktadır artık. Sonunda doğa yasası haline gelir ve kendisine ihtiyaç duymayanlarla hiç istemeyenleri dahi etkiler.
Istırap, öğrenmeye niyet edene mükemmel bir öğretmendir.
Sonuç değil, çaba önemlidir. Anlam arayışı, anlamın ta kendisidir.
Aklın ihtiyacının esini, gerçeğin arayışı değil, anlam arayışıdır. Gerçek ve anlam aynı şey değildir.
yaşamak için okuyun.
Yazarlar, uzam ve zamanda yayılan gizli bir sosyal ağdaki dostlardır.
Hepimiz yenilenmenin özlemini duyarız ama yenilenmenin sadece yeni şeylerde, yeni bir yerde, yeni bir sevgilide, yeni bir işte bulunacağını zannederiz. Ama bildiğini yeni gözlerle görmek daha verimli ve çok daha az masraflıdır.
Bir faaliyetin en ikna edici tarafı, onu herkesin yapmasıdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir