İçeriğe geç

Ruh Teorileri & İnsan Ruhu ve Kişiliği Kitap Alıntıları – Henri Bergson

Henri Bergson kitaplarından Ruh Teorileri & İnsan Ruhu ve Kişiliği kitap alıntıları sizlerle…

Ruh Teorileri & İnsan Ruhu ve Kişiliği Kitap Alıntıları

&“&”

Bir toplum büyüyüp olgunlaştığında , kendinin tamamen bilincinde olduğu bir kişi olur.
Toplum bir kişiliktir ve her kişilik gibi dokunulmaz haklara sahiptir.
Kimse kendi iradesiyle kendisini unutamaz.
Bir kişi olmak yorucudur.
Durağanlık, iki hareketinin varoluşudur.
Ümit daima gerçeklikten daha dolu, daha yoğundur.
Geçmiş ki silinemez ve yok edilemezdir. Hepimizde her an sağ kalır ve her an üzerimize çöker.
Zihin, dünyayı sürekli büyüyen güçtür, ahlaki olarak büyüten güç.
İnsan kendini teskin etmek için ötekilerin onayına ihtiyaç duyar.
Felsefe dış nesneler yerine insanın iç dünyasına daha çok hitap eder, yani ruhuna.
Tüm bilgi doğuştandır.
İdea idea corporis.
İnsan ruhunu teşkil eden fikrin nesnesi, bedendir.
Tanrı zorunlu olarak yegane varlıktır.
‘İnsan ruhunu teşkil eden fikrin nesnesi, bedendir.’ Spinoza – Etika
‘Bilgi, düşünen ilkenin kendine yoğunlaşması, kendi üzerine düşünmesi, kendine dönmesi yoluyla üretilir.’
‘Ölüler gölgelerdir; bir ruhun hayaletleridirler.’
Ruhumuz tanrının özünün bir parçasıdır, ruhumuz tanrıdandır.
Ruh bölünemez bir özdür.
İnsan için düşünce derttir.
Ruh yer kaplamaz.
Beden görünür ve dokunulurken, ruh ne görünür ne de dokunulurdur. Beden çoklu ve bileşikken, ruh bölünmezdir.
Anlamak, genel olanı, evrensel olanı kavramaktır.
Her duyumuzun kendi aşılmaz sınırı, her birinin kendi hususi işlevi vardır.
Ölüler gölgelerdir; bir ruhun hayaletleridir.
Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede! Derken ebedi bir gençlik pınarındaymışım gibi, yenilenmiş bir hale dalıverebilseydim!"
İnsan bedeni, doğanın yasaları sayesinde, sürüsüyle eylem yerine getirmeye muktedirdir. Bedenle bitişik ruh, bu eylemlere muktedir bedene hayret eder."
Eski düşünürlerin duyular ve aklı birbirinden ayırdıklarını görürüz. Çünkü akıl bir kere duyusal unsurlardan silkinip kurtuldu mu, artık tüm insanlarda bir, aynı ve bölünmez olur.
Kusursuz bilmek, bedenin sınırlarını aşmaktır. Bu bakımdan bilgenin yaşamı öngörülen bir ölümdür.
Bir dış nedene bağlı olan hareketi kabullenen her beden ruhsuzdur. Bir iç nedene bağlı olan hareketi kabullenen tüm bedenler, bunu ruhlarına borçludur."
Önce gökbilim gelişti, ardından fizik, akabinde kimya ve nihayetinde biyoloji. İster canlı ister cansız olsun, bilimsel meşgalelerin esas nesnesi daima maddeydi. Bundan ötürü, diğer disiplinlerin eriştiği yetkinlik noktasında bir ruh incelemesine ulaşmış olmaktan uzağız. Daha da ileriye gidersek, maddi şeylere indirgendiği nispette bilim, bir ruh bilgisi zihniyetinin bertaraf olmasına katkı sağladı. Çünkü maddenin incelenmesi sürecince, bir daha kıramayacağımız, bizde saplantı uyandıran ve üzerimizde egemenlik kuran bazı alışkanlıklar ediniriz. Derke gözlerimizi ruhun mahremiyetine çeviririz ve orada maddeleşmiş ruhu görürüz.
Hiçbir şey düz bir zemindeki bir küreden daha hareketli değil; ancak hayal edilebilecek kuvvetlerin hiçbiri, eğer Tanrı müdahale etmezse, küreyi sarsamaz.
Benim anladığım felsefe; yeni bir konunun, hatta yeni bir bilimin incelenmesi hususunda asla geri adım atmamayı gerektirir.
Belirli olanla zorunlu olanı ayırt etmeli insan.
Ümit, daima gerçeklikten daha dolu, daha yoğundur. Çünkü gerçeklik seçer. Ümit bir anda, her biri diğeri kadar mümkün olan pek çok geleceği temsil eder.
Ruhumuz bedenimiz haricinde diğer bedenlerde kendi bedenimizi ilgilendiren tüm şeyleri ifade eder. Sonunda insan ruhu bundan fazlasıdır: Beden fikrinin haricinde, beden fikrinin fikridir, idea ideae corporis. Başka bir deyişle, ruh bedeni düşündüğü sırada kendini de düşünür, o sırada kendinin nesnesi olur.
İç sezgi mahiyetindeki bilinç bir kişi olur; açıklanamayan işaretler yordamıyla, tüm diğer varlıklar arasından seçilebilen bir kişiye dönüşür. Öbür yandan, algılama yetisi mahiyetindeki bilinç, bireysel etkinliği, gerçek bireyselliği, tek kelime ile söylersek özgürlüğü talep eder, bunu gerektirir.
…küçük bir azınlık, nadir anlarda, bir aydınlanma olur gibi, saf düşünceye erişir. Ancak ona giderek yaklaşmayagörelim, kendimizi bu hareketimizle zamanın dışında, hafızaya yabancı, ölümsüz, ezeli ve ebedi bir şey tarafından karman çorman edildiğimiz bir gerilime yöneltiveririz.
Yücelttiğimiz neşeleri göz onunde bulunduralım; yeni bir hakikat keşfeden bilgenin neşesi ile dünyaya görkemli ve güzel bir eser veren sanatkarın neşesini. Çoğu zaman bu neşelerin başarı ile beraber gelen özsevgiden, itibardan ve şöhretten ötürü olduklarını söyleriz. Sıklıkla, sanatkarın ve bilgenin şan şöhret peşinde olduğunu teyit ederiz. Şahsen ben, buna inanmıyorum. Tam da başarımızdan emin olmadığımız nispette şöhreti arzuluyoruz, alkışlara ve övgülere susamış hale geliyoruz. İnsan kendini teskin etmek için ötekilerin onayına ihtiyaç duyar. Ortaya çıkan eserin yadsınamaz biçimde hayata tutunan özellikleri olduğundan emin değilsek, eser erken doğmuş bir bebek misali zayıf ve prematüre ise, yaratıcısı onu ilgi ile sarıp sarmalamak, yapmacık bir kuvözde muhafaza etmek, insanların alkışları ve hayranlıkları ile kuvvetlendirmek isterdi. Ancak hayata sıkıca tutunmuş ve sağlam bir eser yarattığından kesin halde emin kişi -böylesi bir kesinliğin mümkün olduğunu varsayarsak- şöhretin ötesini tasarımlar. Bir yaratıcıdır. Bunu bilir. Bunu hisseder. Onun tecrübe ettiği neşe ilahi neşe ile benzeşiyor olsa gerek. Ancak sanatsal ve bilimsel bu yaratım ne kadar yüce olursa olsun, onun da ötesinde, deha yoksunu ama erdemli bir insanın, iradesinin kararlı gayreti ile edinmeyi seçtiği kişiliği yaratmayı becermesi yatar. Hanımefendi ve beyfendiler, bu yaratımı kendi kendini yaratmak diye adlandırıyorum. Bu, en yüce neşenin kaynağıdır. Bunu tecrübe etmek için de müstesna bir yetenek gerekmez, herhangi biri o noktaya gelebilir.
Geçmiş ki, silinemez ve yok edilemezdir. Hepimizde her an sağ kalır. Her an üzerimize çöker. Tüm anılarımız oradadır, ama sıradan vakitlerde onları ne algılayabiliriz, ne de algılamalıyız. Onları algılamamalıyız çünkü, işlevimiz hayatta etkin bir rol üstlenmek. Yaşam ve eylem daima ileriye dönüktür. Ardımıza bakamayız, ve bakmamalıyız.
[…] Dahası, bazen gizliden gizliye anılara dalarız ve bizi ele geçirmelerine imkan veririz. Bir aksaklık çıkagelip yaşama odaklanmış dikkatimizi dağıtmaya görsün, hayata yönelik bir boş vermişliğe maruz kalıverelim; işte o an geçmiş, atılganca şimdinin üzerine yürür ve tüm teferruatını kuşanıp karşımıza dikilir. Öyle olduğunda, görevi [faydalı ve uygun hatıraları anmaya izin vermek] olan beyin, böyle olmayan anıları frenleyip engeller, onları zorla gölgeler. Beynin hafıza üzerindeki bu çift işlevi, tüm zihinsel yaşamı yönetir.
İki millet arasında, ancak ahlaki gelişmişlikleri nispetinde bir arkadaşlık, hemdemlik, karşılıklı anlayış var olabilir.
[…] Dünyanın çeşitli bölgelerinde zengin cevherler olduğu gibi, çeşitli yerlerinde ikamet eden hakların da ahlaki bir yüksekliği vardır. Halkların ahlaki seviyeleri farklıdır. Aynı ahlak seviyesindeki halklar, ahlakça aynı irtifada olan halklar, karşılaşmaya ve beraber yürümeye yazgılıdırlar.
Çıkar meseleleri uluslararası ilişkilerde önemsizdir demek istemiyorum! Ancak halklar, ahlaki olarak geliştiği nispette bu meselelerin de belirleyiciliği azalır.
Felsefî bir yola baş koyan kişi, bu yolda devam etmek istediği takdirde karşılaşacağı ve derinleştirmesi gereken bilimsel meselelerin neler olacağını önceden bilemez. Bunlar mekanik, fiziksel, biyolojik, sosyolojik ve kim bilir daha hangi bilimlerin sorunları olabilir. Ama ya o, matematikçi, fizikçi, biyolog ya da sosyolog değilse? Bunlara dönüşmesi gerekecek. Ancak bu bir günde oluverecek iş değil ki! Hayır, kesinlikle değil; bu yıllar alabilir. Ancak filozof bu uğurda geçecek yılları feda eder. İşte bu yüzden, kariyerinin hangi noktasında olursa olsun filozofun yeniden öğrenci olmaya hazır olması gerektiğini söylüyordum.
İnsan için &‘düşünce’ bir derttir – der Aristoteles. İnsanda devası olmayan bir madde–form ikiliği varmış. Bununla beraber küçük bir azınlık, nadir anlarda, bir aydınlanma olur gibi, saf düşünceye erişir. Ancak ona giderek yaklaşmayagörelim, kendimizi bu hareketimizle zamanın dışında, hafızaya yabancı, ölümsüz, ezeli ve ebedi bir şey tarafından karman çorman edildiğimiz bir gerilime yöneltiveririz.
Ruh, kendinde hayatı bilkuvve [tasavvur olarak] barındıran bir doğal cismin *entelekyasıdır. Ruhun bedenle ilişkisi, öyleyse formun maddeyle ilişkisidir: Fiilin kuvvetle ilişkisidir. Hatırlayın, doğanın cisimleri olmayan cisimler için maddi neden haricinde üç ayrı neden daha var, bu üç ayrı neden onun varlığını doğasını açıklar. Formel neden, hareketin nedeni ve sonunda ereksel neden. Doğal cismi diğerlerinden ayıran şey, bu üç nedenin birbirleriyle çakışması ve yalnızca bakış açısı noktasında mantık yoluyla ayrışmalarıdır. [Çünkü tam da çakıştıkları nokta ruhtur.] Ruh öncelikle bedenin oluşum yasası olması bakımı bakımından onun formudur: Bunun akabinde onun nihayeti, amacıdır. Çünkü, maddenin amacı ya da nihayeti, kendinde bulunan kuvvetleri gerçekleştirmektedir. Son kertede ruh, bedenin etken ya da hareket ettirici nedenidir. Ruh kendi kendine hareket ettiği, ya da bir itki ile hareket ettirdiği için değil; ancak formun cazibesi, bedeni gelişmeye ve tüm kuvvetlerini gerçekleştirmeye götüren bir çeşit içsel zorunluluk ortaya koyduğu için bu böyle. 
[s 13] … Beden görünür ve dokunulurken ruh, ne görünür ne dokunulurdur. Beden çoklu ve birleşikken ruh bölünmezdir. Bedenin yaşamı ve bütünlüğünü ruh tesis eder. Beden, harekete ve başkalaşmaya tabiyken, ruh durağandır ve başkalaşmaz. Ruh yer kaplamaz. Boyutları yoktur. Nihayetinde ruh, tüm canlılardaki en mükemmel şey olarak bedene hükmeder.
[s 15] … Aristoteles uzvu, işlev diye açıklar. Uzuv ise kendi işlevinin çekiciliğinden üremiş ve hatta ondan canlanmıştır. Diyelim ki doğal olmayan bir cisim olsun, mesela bıçak: Onun işlevi kesmek ve eğer o doğal bir cisim olsaydı, kesme işlevinin onun ruhu olduğunu söyleyebilirdik. Aynı şekilde ve aynı açıdan diyebiliriz ki hayat, doğal cismin, uzuvlu cismin ruhudur.
Kusursuz bilmek, bedenin sınırlarını aşmaktır. Bu bakımdan bilgenin yaşamı, öngörülen bir ölümdür.
Şeylere dair oluşturduğumuz ortak mefhumlar; varlık, özdeşlik, farklılık, nicelik mefhumları – hiçbir duyudan gelemez. Anlamak, genel olanı, evrensel olanı kavramaktır. Yani hiçbir duyu aracılığıyla edinilmeyeni. Bilme etkinliği evrenselin ve birliğin sezilmesinden ibaret olduğu anda, tüm bilen varlıklar bu birlikten pay alıyor olmalılar. Çünkü bu varlıklar, duyularımıza gelen herhangi bir şey gibi kendi özü gereği bileşik, bölünmüş ya da değişken olamazlar.
Evrenseli düşünmeye muktedir olan bu ilkeyi atın, geriye duyulardan başka hiçbir şey kalmaz. Tüm duyular çelişkili olduğundan ve kendilerini aynı haklarla aynı unvanlarla ortaya sürdüklerinden, hakikat çoğul, değişken, çelişik olacaktır sonunda.
“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede. Derken ebedi bir gençlik pınarındaymışım gibi, yenilenmiş bir hale dalıverebilseydim.
Eylem, bugün cinsi itibarıyla biricik. Belki, günün birinde bu durum değişecek ve tecrübe ile akıl yürütmenin el ele vermesi ile doğaya ait bir kuvvetten anladığımız şey de daha bir derinlik kazanacak.
Ruh bölünemez bir özdür, bedende mevcuttur, hatta bedenin her kısmında mevcuttur ancak kısımların her birinde bütün olarak mevcuttur.
“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede!”
“Gerçek bilme, etkinliktir…”
“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede!”
“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede!”
Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede!
“Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendimi bile tanımadığım bir köşede!”
“Kusursuz bilmek, bedenin sınırlarını aşmaktır. Bu bakımdan bilgenin yaşamı öngörülen bir ölümdür.”
Çünkü bilim hesaplamaya ve öngörüye başvurur. Zihnin ve ruhun olguları ise ölçüye boyun eğmez.
Öyle ki zerre kadar bir enerji yaratımı ile dilediğiniz kadar büyük bir gücü serbest bırakabilirz.
Ama genel hatlarıyla en çok varolan şeyin geçmiş olduğunu hepimiz seziyoruz. Geçmiş ki silinemez ve yok edilemezdir. Hepimizde her an sağ kalır. Her an üzerimize çöker. Tüm anılarımız oradadır, ama sıradan vakitlerde onları ne algılayabiliriz ne de algılamalıyız. Onları algılamamalıyız çünkü işlevimiz hayatta etkin bir rol üstlenmek. Yaşam ve eylem daima ileriye dönüktür.
Evrende gerçek değişimlerin olabilmesi için, hareketli olanın sahiden yani içeriden değişmesi gerekir.
Düşünülmüş bilgi ile daha alt seviyedeki bilgiyi ayıran şey, bugün diyecegimiz gibi, maddesinden ziyade formudur. Akıllı varlıklar, aşağı varlıkların algıladıklarından başka bir şey bilmezler. Ancak, akıllı varlıklar başka türlü algılar; ve buradaki fark kendine geri dönme, düşünme yetisidir.
İşte Platinos bu bakımdan bedenin ruhta olmasını ve ruhun bedende olmamasını arzu eder. Aslında gerçekten var olan ruhtur; aklın uzantısı olarak vardır. Aklın kendi Birden yayılır. Gerçekten var olan ruhtur ve beden daha ziyade, tüm kuvvelerinin gerçekleşmesi adına, ruhta eksik olanı temsil eder.
O halde bir şey ne kadar çok maddi ve çok cismani ise o kadar az vardır.
“Bir dış nedene bağlı olan hareketi kabullenen her beden ruhsuzdur. Bir iç nedene bağlı olan hareketi kabullenen tüm bedenler, bunu ruhlarına borçludur.”
– (…) Metafizikçi olmanın en berbat hâli, metafizikçi olduğunu bilmeden öyle olmaktır…"
– (…) Hayat ve aksiyon daima ileriye dönüktür.
Ardımıza bakamayız ve bakmamalıyız…"
– (…) Ah bir kaçabilseydim!
Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim!
Kendimin bile tanımadığı bir köşede…"
– (…) Şuurlu hayat sürekli bir aksiyondur, fiilleri meydana getirir ve hareketler sayesinde dünyaya yenilik getirir…"
Ümit, daima gerçeklikten daha dolu, daha yoğundur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir