İçeriğe geç

Ruh Bakımı Kitap Alıntıları – Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu kitaplarından Ruh Bakımı kitap alıntıları sizlerle…

Ruh Bakımı Kitap Alıntıları

İyi bilin ki, dünya geçip gitmekte, ahiret ise yönelip gelmektedir. Her ikisinin de adamları vardır. Sizler ahiret adamı olun, dünya adamı olmayın. Zira, bugün amel var , hesap yok. Yarın hesap var , amel yok.
Olmak zordur, görünmek kolay…
Öğrenmek, bilgi edinmek, bu bilgiyi hikmete dönüştürmek, bu hikmeti merhametle yoğurup yaşayabilir kıvama eriştirmek, bütün bunlar zaman, sabır, feragat ve emek istiyordu. Ama iki boya, bir fırça ve bir ayakkabı ile ‘görüntü’yü kurtardığını düşünüyorsa kişi, hele ki ‘ görünüyorum, öyleyse varım’ modunda yaşıyorsa, niye olmaya çalışsındı ki ?
Modern zamanları ‘ Çorak Ülke ‘ olarak algılayan T.S Eliot’ un anlattığı üzere, hayatın yerini yaşantının, hikmetin yerini bilginin, bilginin yerini malumatın, hatta malumatın da yerini verinin aldığı bir dünya değil miydi ?
Böylesi bir dünya ruhu da elbette cesede boğdurur, sireti surete ezdirirdi.
“Kaderimizi belirleyen ortamlardır değil,tercihlerimizdir.”
“Görmezden gelmek şefkatsizliktir!”
Marifet ,yükseleyim derken alçalmamak. Marifet,kazanırken kaybetmemek.
Kazanırken kendini kaybetmemek ,büyük marifet…
“Oysa insan,rüyaları ve hayalleri kadar değerlidir.Yolumuzu çizen,rüyalarımız ve hayallerimizdir.”
Çelişkiye aşmanın en kolay ve en uygulanabilir yolu ise,”Benim başarı anlayışım bana;sizinki size. Bizim kazanma tarifimiz bize;sizinkisi size!”diyebilmek idi gerçekten.
“Olmak,zordu.Görünmek kolay.”
“Ruh asıldı,beden ruha elbiseydi.”
“Ruhumuz var’değil;biz ruhuz,bedenimiz var.”
Nohutlugunu hatırlamak istemeyen leblebiler gibiyiz şimdi. Herkesi ‘genel’ lestiren bir ‘ozel’ ligin peşine düşüp, özelliğimizi yitirmiş haldeyiz.
Herkes birbirine benziyor ama hiç kimse kendisine benzemiyordu.
Kendisi olmaktan büyük kazanç, kendini kaybetmekten büyük kayıp yok
Insani değerler itibarıyla, bir inci gibi parlamanin her halükarda birinci olmaktan daha değerli olduğunu söylemekten cekiniyorduk cocuklara;böyle dersek, bir inci olsalar bile ‘birinci’ olmayabileceklerini düşünüp urkuyirsuk zira.
Sahi, kendimizi çocuğumuz yerine koysak, onlara karşı verdiğimiz tepkiler değişime uğramaz, en azından bir daha masaya yatirilmaz miydi?
Çocukların en olumlu tepkileri kendisini ‘çocuk yerine’ koymayan, ona bir büyük insanla muhatap oluyormuş gibi muhatap olan, onu ciddiye alan ve ciddiyetle anlayıp dinlemeye çalışan insanlara veriyor olması anlamlı değil miydi?
Oysa insan, rüyaları ve hayalleri kadar değerlidir. Yolumuzu çizen, rüyalarımız ve hayallerimizdir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Olmak zordur, görünmek kolay.
Öte yandan, bir erkek olarak benim gereğince nazar edemediğim, ama bugünün mü’mineleri için birer yıldız hükmünde nice hanım sahabi vardı. Cebrail’in selamıyla şereflenmiş güzide annemiz Hatice binti Hüveylid, bugün de hanımlar dünyasının parlak yıldızı değil miydi?
Ailesi İslâm’a düşman ama kendisi bütün kalbiyle İslâm’a açık bir genç kız için, Safiyye binti Huyay, bir yıldız değil miydi?
Heyetler yılında geniş evini İslâm’ı tanımak, Müslüman olmak ve Hz. Peygamber’e biat etmek üzere gelen misafir heyetlerin istifadesine açan Remle
binti Haris’te bugünün varlıklı mü’mine hanımları bir örnek bulamaz mıydı?
Hz. Âişe’den Ümmü Seleme’ye, Zeyneb binti Cahş’tan Ümmü Süleym’e, Sevde binti Zem’ah’tan Esmâ binti Umeys’e, Fâtıma binti Esed’den Fâtıma binti Kays’a.. sahabi hanımların hepsi bugünün mü’mine hanımları için de birer ‘yıldız’ değil miydi?
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Sa’d benim için neyse, bir başka mü’min için Ali, beriki için Ömer, öteki için Mus’ab, falan için Abdurrahman b. Avf oydu. Saadet Asrı, bir ‘yıldızlar ülkesi;’ bir ‘kahraman’lar, ‘nümune-i imtisaller, ‘role model’ler diyarıydı. O yıldızlar ülkesinde, her mizacın insanına kendi kemali için yol gösterici bir yıldız vardı. Doğruluk vasfı öne çıkan Ebu Bekir’de, celâl vasfı öne çıkan Ömer’de, yumuşak huyluluğu veya utangaçlığı öne çıkan Osman’da, ilmiyle temayüz eden Ali’de, feraseti ve keskin görüşlülüğüyle temayüz eden Sad b. Muaz’da, zenginliğiyle ve ticarî zekâsıyla öne çıkan Abdurrahman b. Avf’ta, mertliğiyle öne çıkan Mikdad b. Amr’da, ikramperverlikle temayüz eden Sad b. Ubâde’de, adanmışlıkla öne çıkan Ammar’da, asaletle öne çıkan Mus’ab’da, güzellikle öne çıkan Dıhye’de, cesareti zekavetle buluşturan bir mizaç ise Amr b. Ümeyye’de derken, bu zamanın her mü’mini Saadet Asrı adlı o yol gösterici yıldızlar ülkesinden kendi yıldızını, kendi ruhdaşını, kendi kılavuzunu bulabilirdi.
Öyle ki, o Asr-ı Saadet tablosunda özellikle temayüz eden sahabiler kadar, ‘geride’ gözüken sahabiler dahi birer örnek idiler bizim için. İşte, gariban Cuayl, işte fakir Ebu Abs, işte nicelerinin çirkin gördüğü Cüleybib, işte kendi geçimini tedarikten aciz olsa bile adı Bedir kahramanları arasına hak ederek yazılan Mistah, işte uykuculuğuna rağmen Muattal’ın oğlu Safvan Hepsi de sahabiydiler ve hepsi iltifat-ı nebevîye de mazhardılar.
Fakir ve ‘arkalarda’ duran ama Hz. Peygamber’in Mekke’nin şu reislerinin tamamına değişmem” diye şereflendirdiği Cuayl, kendini maddeten ve halen ona benzer bir durumda hisseden bugünün bir mü’mini için niye bir yıldız olmasındı?
Sahabinin belki en kısa boylusu, üstelik azatlı bir kölenin çoban oğlu Abdullah b. Mes’ud, bu üç keyfiyeti bir ‘takıntı’ haline getirmeyişi, ama bizatihî Hz. Peygamber’in ifadesiyle ‘Kur’ân’ı en iyi bilen’ sahabilerden biri haline yükselişiyle, kendisini kavruk, ailesini asaletten yoksun, geçimini de kıt görüp hüzünlenmeye meyyal bir zamane mü’mini için yol gösterici yıldız olamaz mıydı?
Medine’nin en geç İslâm’ı seçen isimlerinden olsa bile takvâca en önde anılan simalarından biri haline gelen Ebu’d Derda, Rabbinin yoluna ‘geç girdiği’ne hayıflanan bugünün bir mü’minine niye bir şevk yıldızı olmasındı?
Yapılan son bir araştırma, haber bülteninden aktarırsak, ‘uluslararası markalara ve farklı tarzlara yaklaşım konusunda laik kesimle dindar kesim arasındaki açığın kapandığını ortaya koyuyordu meselâ. O Nike giyiyorsa bu da Nike, o Puma diyorsa bu da Puma, o Coca Cola diyorsa bu da Coca Cola, o Versace diyorsa bu da Versace, o Gucci diyorsa bu da Gucci diyordu. Eldeki gelir eşit olduğunda, inançlar ve değerler ne kadar farklı olursa olsun, harcama miktarı ve harcama adresi de eşitleniyordu. Sizin arabanın markası şu mu, al bu da benden; modeli bu mu, al bu da benimkisi; şuradan mı giyiniyorsun, al benden de o kadar, ama eşarp ilavesiyle; şu marka parfüm mü kullanıyorsun, al benden de, ama alkolsüzü; şuralarda mı yiyorsunuz, al bizden de bir masa, ama içkisizi
Bütün bu manzaranın ardında ve kaç sayıdır farklı açılardan üstüne basa basa yazdığımız o müthiş kasırganın gerisinde, ‘yıldız’ların sunduğu çirkin ama cazibedar örnekliğin hissesi çok değil miydi? Çirkin örneklerin bunca cazibesi varken, nice güzelim kuğu ‘çirkin ördek’ diye amımaya razı olamıyor ve bu acınası öykünme, şu veya bu düzeyde, Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz” tecrübesiyle son buluyordu.
Pusulasız yaşasa da, yolsuz yordamsız yaşayamazdı insan, Pusulasız bir dünyada yolsuz yordamsız yaşayamayan insan nasıl kutupyıldızına bakarak yönünü ve yolunu buluyor ise, hayat yolculuğunda da yolunu bulmak için bir ‘yıldız’ı olurdu insanın. Ama hayatının kutupyıldızı diye bellediği ‘yıldız’ öyle değilse, yönünü, yolunu ve kıblesini şaşması pek muhtemeldi. Hayat yolculuğundaki ‘yıldız’ı, ‘kahraman’ı ile çizerdi insan hayatının rotasını. Kahramanımız, kendisi gibi olmak istediğimiz kişi idi. Kendi hayatımız için bir idealdi. Hedefimiz ve örneğimizdi. Onun ‘kim’liği, bizim de ‘kim’liğimizi şekillendirirdi.
Yerin giderek çoğalan ışıklarının geceleri gökteki yıldızları görmeme gitgide daha çok engel olmaya başladığı bir süreçte, yerdeki ‘star’ isimleri de gökteki yıldız isimlerinin yerini almaya başlamış gibiydi.
Kişinin islâmiyeti onun insaniyetinin gelişmişliği nisbetinde gelişir.
Kötü örneklerden hareketle iyi örnekleri lekelemek bir büyük haksızlık olduğu gibi, iyi örneklerin iyiliğinde pay sahibi olduğu halde kötü örneklerin kötülüğünde payı olmayan bir dini suçlu makamına oturtmak feci bir haksızlık, dehşetli bir vicdansızlık, yürek sızlatan bir insafsızlıktı.
Aynı şekilde, yüzünde namaz izi gözüken bir insanın dünyalık işindeki üç kuruşluk bir menfaat için yalan söylemesi, dindarlığıyla tanınan bir insanın israfın bin türlüsüyle yüklü şatafatlı düğünlere yeltenmesi, başörtülü bir hanımın otobüsün ortasında çocuğunu eşek sudan gelircesine dövmesi, dindarâne bir görüntü içindeki bir ailenin fertlerinin yol ortasında birbirlerine kaba kelimelerle hitap edip kavgaya girişmesi.. bunlar ve benzerleri, dindar insanların hepsine teşmil edilmesi mümkün olmayan tablolardı elbette. Dahası, çoğuna, hatta birazına teşmil edilmesi bile mümkün olmayan, ancak azın da azının sergilediği tablolardı. Ne var ki, böylesi tabloların ‘algının seçiciliği’ne kötü niyet bulayanların barış dinini savaş, aydınlık bir medeniyeti karanlık, incelikler peygamberini kabalık ile anmaları için birer malzeme teşkil ettiği de aşikârdı.
Yüzlerimiz secde iziyle birlikte yalansızlık alametini taşıyabilmeli.
Herkesi ‘genel’leştiren bir ‘özel’liğin peşine düşüp, özelliğimizi yitirmiş haldeyiz.
Biz eşsizliği ve özelliği malda, mülkte, tüketim biçiminde arıyoruz.
Herkes ‘özel’ olmak istiyor; herkes kendi ‘özel’liğini görmediği ve o yüzden başkasına benzemekte ‘özel’lik aradığı için, sonuçta herkes başkasına benziyordu.
..
Herkes birbirine benziyor, ama hiç kimse kendisine benzemiyordu.
Dikensiz gül, sınavsız hayat, bedelsiz iman istiyor gibiydik halimize bakılırsa. Rabb-ı Rahîm, imanımıza karşılık sınanacağımızı, ‘malda bir eksilme’ ile de sınanacağımızı buyurduğu halde, sınanmaya talip değildik. O yüzden, gerek gördüğümüzde faizli ilişkiye, ahde vefasızlığa, yalana, gayrimeşru görüntüler ile ürünümüzün reklamına açık duruyor; bu haramlara tevessül etmemenin bedeli ‘malda bir eksilme’ ise varsın eksilsin diyemiyorduk.
İsraf haram kılındığı halde israf içinde veya israfın eşiğinde yaşamayı seçiyorduk. Güya ahiret adamları idik, ama dünyalık konusunda ehl-i dünya ile yarış içindeydik. Standartlarımız farklı değildi onlardan. Onlara ‘köylülük’ gelen mütevazi bir yaşantı, bize de ‘köylülük’ geliyordu. Onların ‘statü’ atfettiği yeme-içme mekânları bizim de gözdemizdi.
En kolay bilinen şey dünyanın faniliği, en yalın gerçek dünyevî herşeyin gelip geçiciliğiydi.
Bu dünya, her gün, açık açık haykırıyordu faniliğini. Biten her gün, geçen her saat, solan her çiçek, ölüp giden her kelebek, duyulan her selâ, okunan her ölüm ilanı Sen de fanisin, dünya da fani” diyordu bize. Onun üzerindeki herşey ve herkes fanidir. Ancak celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi bâkidir!’
İmanın güzelliğine davet, mü’minlerin imandaki güzelliği üzerinde yansıtabilme kabiliyetleriyle ilintiliydi.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir