İçeriğe geç

"Aslında…" Kitap Alıntıları – Ercan Kesal

Ercan Kesal kitaplarından "Aslında…" kitap alıntıları sizlerle…

"Aslında…" Kitap Alıntıları

&“&”

Kaybedeceğimizi bile bile bir şeyi zorlamak kendi içimizdeki Don Kişotluk değil midir? İnsan, kazanamayacağını bilse dahi toplumun vicdanı olmak, kendine saygısını korumak için bunları yapmaya ihtiyaç duyar
Kendi mazimize dair hesaplaşma ve toplumsal duruş için geçer not alamayız. Hamaset dolu, içi boş, ergen bir duruşumuz var. Korkak, kendine güvensiz, ergen efelenmesiyle doldurulmuş bir bilinç.
Ne yıkıcı bir keder, ne de mesnetsiz bir umut! Bu dünyanın ayrılmaz bir parçasıyız, yaşamayı ve ölmeyi hak etmeliyiz. Yaşadığımız acıları masala dönüştürmeyi bilmeliyiz.
Büyüdükçe iyilik, kötülük kavramlarını, kurnazlığı, hileyi, yalan söylemeyi öğreniyorsun. Ödün veriyorsun. Biliyorsun ama bilmemezlikten geliyorsun. Bunların hepsi birikiyor, tortu oluyor, yük oluyor ve sonra bunlardan kurtulmaya çalışıyorsun. Aslında o döngüyü geriye çevirip tekrar çocuk olmak istiyorsun. O ödünsüz, saf ve altın çağa geri dönmek. Çocukluğuna!
Bu çağın geçer akçesi bu. Para ediyor çünkü. Pervasızlık, kibir, her meseleyi bildiğini zannedip her konuda uç şeyler söyleyebilme cesaretini özgürlük olarak tarif etmek haksızlık değil mi? Bu tuhaf hâl, ruhlarımıza sinmiş bir hastalık sanki. Hiçbirimizin mükemmel olmadığı muhakkak ama en azından daha kibirsiz ve alçakgönüllü bir davranışı içselleştirmeye gayret etmeliyiz derim.
Kerameti kendinden menkul ve mesnetsiz bir sevgi tanımı var ve her mecrada sürekli empoze ediliyor: “Kendini sev, kendini sev!” Bunun yerine, “Kendine saygı duy ve bunun gereğini yerine getirmeye çalış!” olmalı değil mi?
artık çok kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya giden, müze gezen, parayı önemsemeyen insana kıymet verilmiyor. Ne kadar çok nesneye sahipsen o kadar çok söz sahibisin.
İyilik de kötülük de öğrenilebilir kavramlardır ve ne yazık ki toplum olarak artık kötülüğü öğretiyoruz, asıl sorun burada. Öğrenilmesine gayret ettiğimiz şey kötülük; acıma, aldırma, bas geç, ez geç.
en acımasız kötülükler her zaman “kötü insanlar” tarafından işlenmiyor, “iyi insan” olarak nitelenen büyük çoğunluğun da en azından yapmadığı şeyler yüzünden başımıza olmadık şeyler gelebileceğini hesaba katmalıyız.
Yazdıklarım da ömrümü geçirmek istediğim bir üslupta olmalı, sade, süssüz, açık ve samimi. Nitelikli edebiyat da galiba nitelikli hayat gibi bir şey.
Adil insan, itiraz eden, haksızlığa karşı çıkan, mazlumun yanında duran insandır. Bunun için kaybetmeyi göze alan, bedel ödemekten çekinmeyen insandır. Bu kavramların adı, şimdilerde pek para etmese de haysiyet ve onurdur. İnsanın vicdanı ise, başını koyacağı en yumuşak yastıktır.
Mısrî’nin bir lafı vardır: “Ben derdime derman aradım, derdim bana derman imiş” der. Dert diye kurtulmaya çalıştığımız şey çoğu zaman o derdin yegâne çaresidir aynı zamanda. Panzehirin zehirden üretilmesi gibi.
Öte yandan belleği diri tutmak da ahlâki bir seçim aslında. Belleksizlik vicdansızlıktan başka bir şey değil, unutmaksa ihanet.
Fransız düşünür Saint Simon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. Biz de sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinden sadece akıl, ahlâk, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.
Eskiden çok kitap okuyan, çok müze gezen, paraya kıymet vermeyen, kariyer için başkalarını ezmeyi aklına dahi getirmeyen insan tipi baş tacı edilirdi… Şimdi bunları öne çıkaran insanlara pekâlâ “budala” yakıştırması yapılabiliyor.
Galeano’nun bir lafı geldi aklıma: “Ne sahte bir tevazu ne de yüksek bir kibir”. İkisi de çok tehlikeli.
Orada tam Cemil Meriç gibi düşünüyorum; mesele insan olmakla, iyi insan olmakla ilgili.
İtiraz etmek kıymetlidir; insanın özsaygısıyla alakalı bir şeydir. Sessizce kabul etmek bence bu dünyayla iletişimini kopartmış ve artık bu dünyayla meselesi kalmamış insanlara ait bir tavır.
İnsan yaşadıkları, yazdıkları ve yaptıklarıyla müsemma olmalı. Bu yaşa geldikten sonra bir kez daha öğrendim ki insanın bir tek silahı var: Samimiyet.
Benim için ölüm, yaşamı hak etmektir. Ölüm, hayatı anlamlı ve değerli hâle getiren bir kavramdır.
Kendinizden başka en yakın olduğunuz, dönüp içine bakabileceğiniz başka kim var ki? Bu yüzden kendimi tanımaya çalışmam ve her seferinde şaşırmam hiç bitmeyecek kuşkusuz.
Geriye dönüp baktığınızda en saf, en masum ve en az kirlenmiş yıllarımız çocukluğumuzdur. Bu yüzden sanatın beslendiği bir anakara gibidir çocukluk.
Anamın şu laflarıyla cevaplayayım: Her şeyin bir vakti zamanı var, guzum. Vakitsiz açılan gül, tez solar. Olacak olan olur!
Bozkırda hayatlar benim Bir Zamanlar Anadolu’da ’nın senaryosunda yazdığım metin gibidir: “Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, uzayan ya da kaybolan tekdüze yollar…”
İnsanlığın ortak değerleri umutsuzluk, coşku, aşk acısı, heyecan ya da yeniden umut etmektir.
Tüm yapıp ettiklerimizle aramızdaki mesafe, aslında bunların yarattığı iktidarın ne kadarından vazgeçebildiğimizin mesafesidir.
Filmleri seyrederek, kitapları okuyarak değişen insanlar dünyayı değiştirirler.
Bu hayat biricik, çok kıymetli, tekrarı yok. O halde abartmadan ama hakkını vererek yaşamalıyım.
İnsanın vicdanı ise, başını koyacağı en yumuşak yastıktır.
Ben derdime derman aradım,
Derdim bana derman imiş.
Mısri
“Bülbülü altın kafese koymuşlar, illa vatanım demiş. Açmışlar kafesini gitmiş kuru bir dala konmuş.”
Aslında hatırlamak, ayıklamaktır.
Bir yandan da bazı şeyleri unutmaktır.
Kendimizle baş başa kaldığımız anlar içimizdeki uçuruma korkmadan baktığımız anlardır çünkü. Kendimizle yüzleştiğimiz ve aşağısının ne kadar ufak ve sıradan olduğunu fark ettiğimiz zamanlar…
hayat taklit edilemiyor.
Ben derdime derman aradım, derdim bana derman imiş."
-Mısri
Bir doktorun temel görevi af dilemektir."
-İngmar Bergman.
İnsanlığın işine yaramayan sosyoloji batsın"
-Cemil Meriç
Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, diğeri ise içimizdeki vicdan."
-İmmanuel Kant.
Hayatta herşey olabilirsin ama hiç bir şey değişmez. Ne olursa ol, sorun hep aynı; varoluşsal meseleler. Bu dünyada niye yaşadığına dair bir hesaplaşma.
İnsanlığın ortak değerleri dil, din, bayrak, toprak coğrafya değildir, insanlığın ortak değerleri acı, keder, sevinç, coşku, aşk, hüzün, kıskançlık ve umuttur."
-Kieslowski.
Sokrates’ten beri biliyoruz ki diyalog gerçeğin ortaya çıkarılmasında etkili bir araçtır.
Ne yaparsak yapalım; ister film çekelim, ister resim, müzik ya da eleştiri. Bu toprakların gömülü ruhunu çıkartmaktan başka yolumuz yok.
Kuşkusuz acının öznesi olmak tarif edilemez bir zorluktur.
İnsanın önce kendi içinde devrimini yaratması lazım..
İnsan denen canlının yeryüzündeki ilerlemesinin, bununla birlikte, kaçınılmaz trajedisinin de sebebi dünyayı kabullenmek yerine ona egemen olmaya çalışmasıdır. İnsan doğa karşısında eninde sonunda yenileceği bir savaşı inatla ve inançla sürdüren tek canlı türüdür. Bu yüzden melankolisi bitmez. Varoluşsal sıkıntıdan hiçbir zaman kurtulamaz. Yarasının merhemi ise şefkat, sevgi ve güvendir…
Ben çiftçi bir ailenin çocuğuyum; annemin okuma yazması yok, babam ilkokul mezunu, İzmir’de okudum. Çocukken bir şeyi görürsünüz, istersiniz. Benim de olurdu. Başka yerlerde de anlattım bunu… Anneme giderdim, “Çok istersen olur kuzum” derdi.
Bir şey sona erdiği zaman, yeni bir şeyin başladığını bilmeliyiz.
Borges
Kintsugi, bozulan bir şeyin yeniden tamir edilmesi, lakin bunu yaparken kusurları gizleyerek “eskisinden daha iyi” ya da “yeni gibi” bir hâle getirilmesi değil, tam tersine bu izlerin ortaya çıkarılması.
Bu geleneğin altında yatan felsefeye göre, “Bir eşya ya da insan hasara uğramış ve acı çekmiş ise bundan ders almıştır ve bu konuda bir hatıraya sahiptir.” Bu yüzden daha önceki hâlinden çok daha iyi ve değerlidir.
Ben çiftçi bir ailenin çocuğuyum; annemin okuma yazması yok, babam ilkokul mezunu, İzmir’de okudum. Çocukken bir şeyi görürsünüz, istersiniz. Benim de olurdu. Başka yerlerde de anlattım bunu… Anneme giderdim, “Çok istersen olur kuzum” derdi.
Bütün atletlerin koşma stilleri hakkında çok fazla araştırma var. Emil Zapotek’in koşması bu standartların hiçbirine uymuyor, bu yüzden onu sınıflandıramamışlar. Atletler koşarken yorulduklarında, arkadakini kollayarak tempoyu düşürür, enerji toplarlar. Zapotek ise enerjisinin bittiğini hissedince depar atmaya başlıyor. Bu enerji nereden çıkıyor, tam da enerjisi bitmek üzereyken?
Elini kolunu sallıyor, yüzü acıyla kasılıyor, bekliyor, yeniden koşuyor, duruyor, tekrar koşuyor. Yorulduğu yerde bütün enerjisiyle yeniden koşan bir adam. Bir koşusunu mutlaka izleyin.
İşte Emil Zapotek’in koşusu, Türkiye’deki devrimcilerin koşusuna benzer. En yorulduğumuz anda bütün gücümüzle tekrar depara kalkan bir koşuculuk. Bunun tekniği yazılmıyor, yazılamıyor.
Hatırlamak aynı zamanda “seçerek unutmak” değil midir?
Mesele insan olmakla, iyi insan olmakla ilgili.
Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer . Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, uzayan ya da kaybolan tek düze yollar …
…Ama bu büyük nimetin, aklın, insana kazandırdığı pek çok şeyin yanında sebep olduğu öyle bir trajedi vardır ki, o trajedi çoğu zaman bütün nimetlerin önüne geçer ve insanı mutlak bir bedbahtlığa iter. Varoluşçuların (Egzistansiyalizm) durmadan tekrarladıkları, Schopenhauer’den Kafka’ya, Dostoyevski’den Nietzsche’ye, Sartre’a kadar bütün büyük yazar ve düşünürlerin durmaksızın yüzümüze çarptığı trajedi. İnsanın sürekli kendisiyle kavga etmesi, hayatını anlamlandırmaya çalışması, içinde bulunduğu “saçma”lıktan sıyrılamaması ve durmadan kendi varoluşunu sorgulaması trajedisi… Bunu bir lanet gibi yaşayan tek varlık, bir akla ve doğal olarak vicdana sahip olan tek varlık insandır ve bundan daha büyük bir ontolojik travma düşünülemez.
Hayat, öğrenmeler üzerine kurulu bir manzumedir ve bu ölünceye kadar da devam eder.
Ercan Kesal
Duende, adını Lorca’nın koyduğu bir kavram. Hiç kapanmayacak yaralarımızın iyileşirken ruhumuzdan çıkardığı eşsisz yetenek.
Ercan Kesal
“Kırgız atları gibiyim. Kırgızlar yerleşik yaşamlarında sahip oldukları atları yılda bir kez bir ay kadar dağlarda başıboş gezen yaban atlarının arasına sürerler. Yaban atlarla hemhâl olan atlar döndüklerinde eski uysal, sinik ve pısırık hallerini atmış, çok daha canlı, hareketli ve zaptedilmez olmuşlardır.”
Ercan Kesal
İnsan denen canlının yeryüzündeki ilerlemesinin, bununla birlikte kaçınılmaz trajedisinin de sebebi dünyayı kabullenmek yerine ona egemen olmaya çalışmasıdır. İnsan, doğa karşısında eninde sonunda yenileceği bir savaşı inatla ve inançla sürdüren tek canlı türüdür. Bu yüzden melankolisi bitmez. Varoluşsal sıkıntıdan hiçbir zaman kurtulamaz. Yarasının merhemi ise şefkat, sevgi ve güvendir. Bunların karşılıksız ve koşulsuzca sunulduğu yerler ise baba omzudur, ana kucağıdır. Onlara ihtiyacımız hiç bitmez, bitmeyecek de.
Ercan Kesal
Kaybedenlerin acısı hiç geçmiyor ve bir miras gibi aktarılıyor.
Kuşkusuz acının öznesi olmak tarif edilemez bir zorluktur.
Kendisi için sonsuz bir yaşam hayal eden budalaların dünyası.
Yokuş aşağı giden, freni patlamış bir kamyona benziyor dünyanın hâli.
Benim için yerin yedi kat dibindeki bir fason atölyesinde sigortasız çalışan bir kızın Kürt mü, Alevi mi, Sünni mi, Türk mü olduğunun ne önemi olabilir?
Hayat aslında kalabalıkmış gibi görünüyor ama çok izole yaşıyoruz ve yalnızız.
Gezi, çocukların canının erik istemesi kadar naif; ama aynı çocukların “üşüdükçe kendilerini yakmaları” kadar da aşkın bir süreçti.
Kendimizle baş başa kaldığımız anlar içimizdeki uçuruma korkmadan baktığımız anlardır çünkü. Kendimizle yüzleştiğimiz ve aşağısının ne kadar ufak ve sıradan olduğunu farkettiğimiz zamanlar…
Umutsuz ve kötümser bir dünyaya inanmanın getirdiği can sıkıntısının, insanı hayvana çevirebileceğini iddia eden Dostoyevski gibiyim.
Belleksizlik vicdansızlıktan başka bir şey değil, unutmaksa ihanet.
İtiraz etmek kıymetlidir; insanın özsaygısıyla alakalı bir şeydir.
İnsanın dilini derdi belirler.
İyi edebiyat eserlerini okuyan, iyi ve güçlü filmler seyrederek ruhları değişen insanlar dünyayı değiştirir.
“Filmleri seyrederek, kitapları okuyarak değişen insanlar dünyayı değiştirirler. Ben öyle bir edebiyatın, öyle bir sinemanın peşindeyim.”
“Anılar hem kalbimizi temizler hem de belleğimizi bekler.”
“İyi yazının kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna inanırım. Ağdalı, süslü ve tumturaklı bir edayla ne anlatabilirsiniz ki? Yazılan her şey aynı zamanda hayat gibi olmalı. Onun gibi net, yanı başınızda, gerçek ve açık.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir