İçeriğe geç

Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar Kitap Alıntıları – Engin Geçtan

Engin Geçtan kitaplarından Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar kitap alıntıları sizlerle…

Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar Kitap Alıntıları

Sonuç, giderek artan bir yabancılaşma, can sıkıntısı ve güven yaratmayan ilişkilerdir.
Öte yandan önceki yüzyıllarda kitle histerilerinin yerini gruplar tarafından girişilen şiddet eylemlerine bırakmış olduğu da düşünülebilir.
Çok katı bir disiplin çocuğu kırar ve engeller, aşırı düşkünlük çocuğu silahsız bırakır.
psikolojik yönüyle depresyon, geçmişin bozuk ilişkileri temelinde yaşanan bir kendine saygı sorunudur. Çocukluk döneminde içselleştirilen bu ilişkiler afektif bozukluğun belirmeye başlamasıyla yeniden canlanır ve kişinin o günkü dünyasındaki ilişkilere dışlaştırılır.
Depresyon=Keder+Karamsarlık.
Karamsarlık, depresyonu normal üzüntüden ayıran en temel ögedir.
Düşünce ve algılamadaki büyüklük içeriği, hastanın aldığı narsistik yarayı onarma çabalarıdır.
İlişki bozuklukları ruhsal yapı içindeki çatışmalardan kaynaklanır, ancak yine de egodaki temel eksiklikle ilintilidir.
Laing, diğer insanlarca çılgınlık olarak yorumlanan varoluş biçimlerinin gerçekte anlaşılabilir oldukları görüşünü savunmuştur.
Kohut, yapısal modelin ve çatışma olgusunun ayna tepkisi ve idealleştirme gibi narsistik ihtiyaçları açıklamada yeterli olmadığı görüşündedir.
Küfür, yıkıcı eleştiri ya da dedikodu, çoğu kez birikmiş düşmanlık duygularının yön değiştirilmiş anlatım biçimleridir.
Dolayısıyla çağdaş insanın sorunu, çoğu kez özdeşleşme ihtiyacının ötesinde bir kimlik bunalımı niteliğine ulaşmaktadır.
İç güvensizliğin dış dünyaya yansıtılması sonucu geliştirilen bu yalın tepkiye halk dilinde alinganlık denir. Sevgiye ve kabul edilmeye duyulan ihtiyaç arttıkça, reddedilmeye duyarlık ve alınganlık tepkileri de o denli yoğun olur.
Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen bir insanın yaşamında hoşgörüye de yer olmaz.
Bir bakıma her ilişki, gerçek ilişki ve transferans olgusunun karışımıdır.
Kendini sevemeyen insan, diğerlerini, başkalarını sevemeyen insan kendini sevemez.
Freud’un da 1937’de dediği gibi, Normal bir ego, normallik kavramı gibi, hayal ürünü bir beklentidir.
Freud’un vaktiyle belirttiği bir gerçekle yaşamak zorundayız: Uygarlığın karşılığı nevrozla ödenir.
İnsan, içinde bulunduğu durumları, elinde olmayan nedenlerle değil, kendi seçimleri sonucu yaşar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Normal ilişkilerde, insanın kendine olan saygısını koruyabilmesi için sevgi alışverişinin oldukça eşit koşullarda yapılması gerekir.
Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen bir insanın yaşamında hoşgörüye de yer olmaz.
Ego psikolojisine göre, içgüdüsel dürtüler birinci!, obje (insan)
ilişkileri ikincildir. Obje ilişkileri kuramı ise dürtülerin bir ilişki
içinde belirdiğini ve bu ikisinin birbirinden soyutlanamayacağı
görüşünü savunur. Hatta bazı obje ilişkileri kurarncıları daha da
öteye giderek, dürtülerin gerilim boşaltma amacıyla değil, obje
arayışı doğrultusunda ortaya çıktığı görüşündedirler.
Freud’un gizil döneminin karşılığı olan bu dönem ilkokul ça-
ğını kapsar ve 6-11 yaşları arasında sürer. Bu dönemde çocuk, ya-
şantılarından bazı sonuçlar çıkarabilecek biçimde düşünmeye
başlar, yetişkinlerin kullandığı alet, araç vb. şeyleri kullanma de-
nemelerine girişir. Sürekli etkinlik durumundadır; bir şeyler ya-
par, yaratır ve ortaya çıkarır. Bunları kusursuz bir biçimde ger-
çekleştirebiirnek için ciddi çabalar harcar. Eğer bu çabalarına kar-
şı çıkılırsa, yaptıklarının değersizliğine inanır ve aşağılık duygu-
larına kapılır.
Freud’un vaktiyle belirttiği bir gerçeği de yaşamak zorundayız: Uygarlığın karşılığı nevrozla ödenir!
Ego psikolojisinin çağdaş temsilcileri, Freud’un normal ve
sağlıklı davranışları doğrudan ve yeterince incelememiş olduğu
kanısındadırlar. Bu araştırıcılar, olağan insan davranışlarının tü-
münü, kızgınlık, cinsel istek gibi içgüdüsel dürtüler ve bunların
denetimindeki güçlüklerden kaynaklanan korkulada açıklamanın
yanıltıcı bir yaklaşım olduğu görüşündedirler.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Dönüşme, anksiyete yaratabilecek bilinçdışı duyguların bilinç
düzeyine erişmesini engelleyebilmek ya da zorlanma yaratan
çevresel durumlardan kaçabilmek amacıyla ve gerçek bir organik
nedeni olmayan bedensel hastalık belirtileri biçiminde ortaya çıkan, nevrotik düzeyde bir savunma mekanizmasıdır.
İçleştirme mekanizması, kişinin bir diğer insanın ya da bir
grubun bazı özelliklerini ve inançlarını kendi benliğine katarak
kişiliğinin parçası durumuna getirmesidir. Bu mekanizma birçok
yönden yansıtma mekanizmasının tam karşıtıdır: İlkinde dıştaki
olaylar içe alınır, ikincisinde ise iç yaşantılar dış dünyaya mal
edilirler.
Özdeşleşrne, normal gelişim süreci içinde çocuk ya da ergenin,
benliğine örnek olarak, erkekse babasını, kızsa annesini ya da diğer kişileri seçip onlara benzerneye çalışması, yani taklit yoluyla
öğrenme süreçlerinin bir parçası olarak yaşanır. Yetişkin dönemde özdeşleşme, kişinin değerini koruma ve artırma amacını güden bir savunma mekanizması olarak kullanılır.
Yüceitme mekanizmasını, nevrotik düzeyde görülen ve örneğin, cinsel dürtüleri önce bastırıp sonra da yerine başka doyum
yolları bulma biçimindeki mekanizmalada karıştırmamak gerekir.
Adler, güçsüzlüğe karşı ge-
liştirilen ödünleme mekanizmalarını insan doğasının bir özelliği
olarak görmüş, nevrotik eğilimli insanda bu duygunun bir aşağılık kompleksine dönüşerek abartılmış ödünleme mekanizmalarının kullanılmasına neden olduğunu açıklamıştır.
Freud, paranoid durumları, hem bir savunma nevrozu, hem
de bir savunma psikozu olarak görmüştür (1896). Gerçekten de
bazı durumlarda, nevrotik ve psikotik yansıtma mekanizmaları
arasındaki sınırı saptamak güç olabilir. Çünkü nevrotik bir yapı
içinde de paranoid tepkilere rastlanabilir.
Nevrotik eğilimli insanların çoğunda ortak bir özellik görülür.
Bu kişiler yaşantılarından söz ederken: Gördünüz mü yine başıma ne geldi? , Böyle şeyler hep beni bulur? , Zaten hiçbir zaman şansım olmadı! gibi anlatımları sık kullanırlar.
İnsanları ne denli sevdiğinden sık sık
söz eden kişi, gerçekte düşmanca duygularını görmezlikten gelme çabası içinde olabilir.
Anna Freud iki tür yad-
sımadan söz etmiştir: 1- Düş yoluyla yadsıma ve 2- söz ve davranışlarda yadsıma (1946).
Nevrotik insanın çocukluğunda doyum bulmamış olan sevgi
ihtiyacı, yetişkin yaşamda iki öhemli duygu örüntüsüne dönüşür:
Düşmanca duygular ve cinsel tutkular.
Nevrotik davranışlar yerleşmiş bir kısırdöngünün ürünüdür.
Bir insan çevresindeki olayları sürekli yanlış yorumlamakta ise, çoğu kimsenin olağan karşıladığı durumlarda kaygıya kapılıyorsa ve sorunlarını çözmek için çaba göstereceği yerde onları görmezlikten geliyorsa, davranışları nevrotik olarak nitelendirilir
Her insan psikolojik bütünlüğünü sürdürmek ve benliğinin değerini korumak amacıyla çeşitli savunma mekanizmaları kullanır.
Ağır bir zorlanma yaşamakta olan insan. başlıca iki sorunla karşılaşır: Yeni duruma uyum sağlamak için gerekli çabayı göstermek ve psikolojik dağılmaya karşı kendini korumak. Birinci grup güçlükler çabaya yönelik davranışlarla, ikinci grup sorunlar ise, savunmaya yönelik davranışlarla çözümlenmeye çalışılır.
Freud, kişiliği gelişim açısından inceleyen ve kişiliğin temel karakter yapısında bebeklik ve çocukluk yıllarının önemini belirten ilk kuramcıdır. Freud, beşinci yılın sonunda kişiliğin oldukça biçimlendiği ve bu yaştan sonraki gelişimin, temel yapının işlenmesiyle sınırlandığı inancındaydı. Freud’a göre çocuk, yaşamının ilk beş yılında sayısız dinamik değişimlerden geçer. Bunu izleyen ve altıncı yaşla başlayan gizillik döneminde bu değişim oldukça dengeli bir duruma gelir. Ergenliğin başlangıcıyla birlikte dinamizm yeniden artar ve yetişkinliğe doğru giderek durulur. Yaşamın ilk beş yılındaki gelişim dönemleri, bedenin belirli bölgeleri ne karşı geliştirilen tepki biçimlerine göre tanımlanırlar.
Freud, içgüdülerin kökeni olan bedensel durumların yeterince bilinmediği gerekçesiyle önce içgüdülerin bir listesini çıkarmış, sonradan bunları iki ana bölümde toplamıştır: Yaşam içgüdüsü ve ölüm içgüdüsü. Yaşam içgüdüleri bireysel yaşamın ve insan türünün sürekliliğini sağlar. Açlık, susuzluk ve cinsellik bu kategoriye girer. Yaşam içgüdüsünü çalıştıran enerji türüne libido denir. Freud’u en çok ilgilendiren yaşam içgüdüsü cinsellik olmuş ve bundan ötürü, psikanalizin ilk günlerinde bir insanın her davranışı bu içgüdüyle açıklanmıştır
Açlık, fizyolojik yönden beden dokularının besinsiz kalma durumu, psikolojik yönden ise besin maddesi ihtiyacı olarak tanımlanabilir. istek, davranışı güdülendirir. Aç insan yiyecek arar. içgüdüler davranışı güdülemekle kalmaz, aynı zamanda davranışın yönünü de belirler ve belirli bir uyaran için kişinin duyarlığını artırır. Aç bir kişinin besin uyaranına duyarlığı artar, cinsel istek duyan kişinin karşı cinsten bir uyarana ilgisi artar.
Ego, organizmanın gerçek nesnel dünyayla alışverişe geçme ihtiyacından varlık bulur. Açlığın giderilebilmesi için aç insanın yiyeceği arayıp, bulup yemesi gerekir. Bunun için dış dünyada var olan yiyeceğin gerçek algısıyla yiyeceğin zihinsel imgesini birbirinden ayırmayı öğrenmek zorundadır.
Freud, ruhsal yapıyı bir buzdağına, suyun üzerinde kalan küçük bölümü bilinç bölgesine, suyun altında kalan büyük bölümü bilinçdışı bölgesine benzetmiştir. Bu geniş bilinç dışı bölgesinde, bilinç düzeyindeki düşünceleri ve davranışları yönlendiren büyük bir güç bulunmaktadır.
Freud ilk büyük yapıtı olan Rüyaların Yorumu’nu 1900’de yayımladı ve bunu birçok diğer kitap ve yazılar izledi. Çeşitli ülkelerden gelen meslektaşları çevresinde toplandılar. İsviçre’ den Carl Jung, Viyana’ dan Alfred Adler sonradan bu gruptan ayrıldılar ve kendi kurarnlarını geliştirdiler. Freud sonraki yaşamını da psikanalitik öğretilerin geliştirilmesine adamış ve çağdaş görüşlerin başlangıç noktasını oluşturan katkılarda bulunmuştur. Bu katkılar yalnızca bazı kavramlar geliştirmekle sınırlanmamış, psikiyatri alanına yeni ve dinamik bir yaklaşım biçimi de getirmiştir
Dinamik psikiyatriye göre, bilinç dünyamızın karışık olmasına karşılık bilinçdışı dünyamız denetleyicidir. Bir başka deyişle, bilinç dünyamızda özgürce yaptığımızı sandığımız seçimlerin önemli bir bölümü bilinçdışı güçler tarafından etkilenir
Yirminci yüzyılın başlarında, beyin patolojisinin ruhsal hastalıkların tek nedeni olduğu görüşüne karşı çıkan yeni ve devrimci bir düşüncenin belirmeye başladığı görülür. Bu yaklaşım, bazı ruhsal bozuklukların organik kökenli olmayıp psikolojik nedenlerle oluştuğu görüşünü savunmakta idi. Örneğin, günlük yaşamın olağan nitelikteki engellenmeleri ve çatışmaları bazen aşılamaz görünebilir ve kişi böyle durumlara uyum sağlama çabasıyla sağlıksız yollara başvurabilir. Psikolojik görüşlerin başlangıç noktasını, hipnoz ve telkinin histeriyle ilişkisini inceleyen çalışmaların oluşturduğu söylenebilir.
Ortaçağ’ın ikinci yarısında, Avrupa’da yaygın bir grup davranış bozukluğu türü sıklıkla görülmekteydi. İnsandan insana geçen ve geniş insan kitlelerini etkileyen bu salgınlar, çağdaş anlayışımıza göre kitle histerileri olarak nitelendirilebilir. İtalya’ da tarantizm, Almanya’ da St. Vitus dansı olarak anılmış olan ve daha çok dans manileri biçiminde ortaya çıkan bu grup histerileri, sakin bir yaz gününde bir kişinin adeta arı sokmuşçasına yerinden sıçramasıyla başlıyordu. Aynı anda çevredeki diğer insanlar da buna katılarak sıçramaya başlıyor, yollara fırlıyorlardı. Kısa bir süre içinde tüm kasaba halkı meydanlarda sıçrıyor, dans ediyor, titriyor, bazıları ise giysilerini yırtıp soyunuyor, yerlerde yuvarlanıyor, birbirlerine vuruyor, bazen bol şarap içip şarkılar söylüyorlardı. İlginç bir diğer histeri salgını ise, daha çok kırsal bölgelerde görülen likantropi idi. Bu tür histeride bir grup insan, kendi lerini kurt sanıyor ve kurtlara benzer davranışlar gösteriyorlardı.
Plato’nun (İ.Ö. 429-347) geliştirdiği önerileri de katabiliriz. Plato, bu insanların yaptıklarından sorumlu tutulamayacaklarını, normal kişilere verilen cezaların onlara uygulanmamasını, bu insanların kent içinde kendi başlarına dolaşmamalarını, aileleri tarafından en iyi biçimde bakılmalarını ve bunda ihmal gösteren ailelerden ceza alınması gerektiğini vurgulamıştır. Plato, farklılıklar psikolojisinin de öncüsü sayılabilir: Devlet adlı yapıtında insanların zihinsel gelişim ve diğer yetenekler yönünden gösterdikleri farklılıkların önemini açıklamış ve bireyin düşünce ve davranışlarında toplumsal ve kültürel etkenierin rolünden söz etmiştir.
Modern tıbbın babası olarak anılan Hipokrat (İ.Ö. 460-357), insan bedeninin tanrıların gazabına uğradığına inanmadığını açıklamış, ruhsal bozuklukların da doğal nedenlerle oluştuğu ve bunların diğer bedensel hastalıklar gibi tedavi edilmesi gerektiği görüşünü savunmuştur. Kafa travmalarının hareket ve duyu bozuk luklarına yol açabildiğine işaret eden Hipokrat, kalıtımın önemi üzerinde de durmuştur. Hipokrat, hastalarını her gün incelemiş ve günlük gözlemlerini ayrıntılı klinik raporlar halinde yazmıştır. Hipokrat, hastanın kişiliğini anlamada rüyaların önemini de fark etmişti. Bundan ötürü psikanaliz ekolünün en önemli kavramlarından birinin ilk kez onun tarafından tanımlanmış olduğu söylenebilir.
Meninger (1963) insan kişiliğini genel sistemler kuramı açısın-
dan ele almış ve insandaki uyum süreçlerini incelemiştir. Meninger’ e göre, bedensel ve psikolojik süreçlerin temel amacı organizmayı belirli bir denge durumunda tutabilmektir (homeostaz).
Meninger, 994-1064 yılları arasında yaşamış olan Ali İbni Hazım’ ın görüşlerini paylaşır. İbn i H azım’ a göre, insan sürekli olarak belirsizliğin yarattığı kaygıdan (anksiyeteden) kaçmaya çalı-
şır ve onu güdüleyen temel etmen de budur. Yaptığı her davranış
ve söylediği her söz bu duygudan kaynaklanan gerilimi giderme
amacını güder.
Psikiyatri, çağlar boyunca olduğu gibi günümüzde de, insanı
ele alan diğer bilim dallarından farklı olarak, zihin ve bedenjkili-
sinin getirdiği çelişkiye bir çözüm aramak durumundadır. Kav-
ramsal yönden her zaman var olmuş olan bu farklılık, insanı nes-
nel açıdan ele alan biyoloji ile insanı genellikle öznel yöntemlerle
inceleyebilen dinamik psikiyatri arasında da gözlemlenmektedir.
Örneğin, insana ilişkin belirli bir konuyu biyolojik yönden ele
alan bilimsel çalışmalarda, aynı konuyu psikiyatri yönünden ele
alan çalışmalara genellikle hiç değinilmez.
Bilgi daima bir göndericiden, bir alıcıya aktarılır. Bu aktarma
bir aktarıcı yoluyla sağlanır. Örneğin, yazılı bir kağıt, konuşmayı
aktaran ses dalgaları, kromozomlarda genetik belirleyicileri taşı-
yan DNA molekülleri, radyo dalgaları, bir hormonun molekülleri
ya da bir kapı kilidinin dişleri birer aktarıcıdır. Toplumsal sistem-
lerde para da bir tür bilgi aktarıcıdır. Yaşayan sistemlerde mad-
de-enerji ile bilgi aktanını sürekli bir akış içindedirler. Ancak, bu
akış içerisinde belirli bir konuda iletişim olabilmesi için, alıcının
iletişim içindeki madde-enerji ya da bilgi aktanını öğelerinden bi-
rine tepki verebilir durumda olması gerekir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, somut sistemleri oluşturan birim-
ler daha alt düzeydeki sistemlerden oluşur. Örneğin, tüm canlı
sistemlerin en alt düzeydeki sistemi hücredir. Hücre ise atom ve
moleküllerden oluşur. Organlar, doku niteliğini almış hücreler-
den, organizmalar organlardan, gruplar organizmalardan, top-
lumlar gruplardan oluşur. Toplumlar bir araya gelerek uluslarüs-
tü örgütleri oluştururlar. Sistemlerin düzeyi yükseldikçe canlı ve
cansız alt-sistemleri birlikte içerir, örneğin gezegenleri ve yıldız
sistemlerini de kapsar.
Genel sistemler kuramma göre evren, aşama sırasına göre dü-
zenlenmiş (hiyerarşik) somut sistemlerden oluşmuştur. Madde
ve enerji toplulukları olan bu sistemler de yer-zaman sürekliliği
içerisinde birlikte hareket eden alt-sistemlerden oluşur. Genel
sistemler davranış kuramı tüm canlı sistemleri ele alır. Toplum
ve doğa bilimleri içeriğinin, fizik bilimleri içeriğiyle, tek bir çer-
çeve içerisinde bütünleşmesini amaçlar. Böyle bir bütünleşme, in-
san varoluşunun anlaşılabilmesi çabasında her zaman karşımıza
çıkmış olan zihin ve beden ikiliğine de çözüm getirilmesini sağ-
lar.
Ne var ki, kimi insanın Ay’a gidip kiminin
açlıktan öldüğü bir dünyada, kapsamlı halk sağlığı programları-
nın uygulanabileceği güne dek, Freud’un vaktiyle belirttiği bir
gerçeği de yaşamak zorundayız: Uygarlığın karşılığı nevrozla
ödenir!
Dolayısıyla, sağlıklı ana-
babaların önceden hazırlıklı olarak dünyaya getirdikleri çocuk-
lar, yalnızca çocukluk ve ergenlik dönemlerinde değil, yetişkin
yaşamlarında da kendilerine yön verme konusunda toplumun
sağladığı önderlikten yararlanma olanağını bulurlar. Bu konuda,
örneğin ruhsal bozukluk gösteren kişilerin tedavisine tüm çevre-
sinin katılması biçiminde yapılan denemelerden çok olumlu so-
nuçlar alınmıştır.
İnsan dıştan gelen uyaranlara tepki gösteren bir robot değil, etkin bir kişilik sistemidir.
Tarih boyunca bu denli ilgi görmüş olmasına ve günümüzde
ileri uygarlık düzeyine erişmiş bazı ülkelerde en önemli sağlık
sorunu olarak kabul edilmesine karşın, çağdaş insanın normaldışı davranışlar konusundaki bilgisi, diğer birçok konuda sahip olduğu bilgiye oranla oldukça yetersiz kalmış ya da bazı yanlış
kavrarnlara saplanmıştır.
Utangaçlık, benliğin tüm çıplaklığıyla herkes tarafından görüleceği korkusunu içerir.
Olmakta olanı yaşamak yerine olması gerekene takılıp kaldıkları için yaşam olaylarına gönülden katılamazlar.
Başkalarının yakınlığı, desteği ve beğenisi insanın varoluşuna anlam veren önemli yaşam desteği kaynaklarıdır.
Yabancılaşma ve umutsuzluk duygularını yatıştırmak amacıyla yaratılan görkem ve pırıltıların peşinden gitme sonucu yaşanan öfke ve işe yaramazlık, insanların bir türlü kurtulamadıkları bir kısır döngü içinde sürüklenmeleriyle sonuçlanmaktadır.
Batı kültürü etkisi altındaki günümüz yaşam biçimleri, tüketime yönelik tutumlar sonucu doğallıktan kopmuş durumdadır.
Genellikle alıcısı olmayan bir verici olarak algılanırlar.
On altıncı yüzyılda yaşamış olan Sebastian Franck Sarhoşluğun Ürkütücü Etkileri Üzerine adlı yazısında kadehte boğulanların sayısının denizde boğulanlardan daha fazla olduğundan söz etmiştir.
Ölüme dek süren hastalık
Aile ve benzeri gruplarla özdeşleşmenin zayıflaması ve yarışmaya yönelik çağdaş toplum insanın yalnızlığını arttırmıştır.
Depresyon, geçmişin bozuk ilişkileri temelinde yaşanan bir kendine saygı sorunudur.
Rado’ya göre melankoli Sevgi için umutsuz bir yakarıştır .
Onlara göre insanlar, iyi ya da kötü olarak ikiye ayrılır; bir şeyin iyi ve kötü niteliklerinin birlikte var olabileceğini kabul etmezler.
Sullivan’a göre bazı hatalı anne tutumları, çocuğun benlik algılamasında çözülmelere ve kendine olan saygısının ağır hasara uğramasına neden olabilir.
Gerçek yakınlık paylaşmayı içerir. Sevgi ve cinsellik ve sonra da sevginin ürünü olan çocuklar bir diğer insanla paylaşılır.
İnsan, olmak istediğini olabildiği ve yapmak istediğini yapabildiği oranda kendisini iyi hisseder.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir