İçeriğe geç

Psikanaliz ve Sonrası Kitap Alıntıları – Engin Geçtan

Engin Geçtan kitaplarından Psikanaliz ve Sonrası kitap alıntıları sizlerle…

Psikanaliz ve Sonrası Kitap Alıntıları

Örneğin, bir insan annesini reddedici nitelikte personifiye etmişse, bazı özellikleriyle onu hatırlatan kadınların, hatta tüm kadınların kendisini reddedeceğinden korkabilir.
Diğer insanlarla çatışmalarımız, çoğu kez kendi benliğimizin içindeki çatışmaların dışa yansıtılmasıdır. Karısıyla kavga eden bir adam gerçekte kendi animasıyla savaşmaktadır. Namus konusunda bağnaz tutumlar geliştiren biri, kendi gölge’sinin ahlak dışı eğilimlerine karşı çıkmaktadır.
Rasgele yapılan özveriler aslında bir erdemlilik belirtisi değil, çoğu kez kişinin yalnız kalma korkularını ya da kendine ve başkalarına duyduğu nefreti maskelemek için geliştirilmiş davranışlardır.
Varoluş, karşılaştığımız imkanlarla ilişki kurmaktan başka bir şey değildir. Varoluş suçluluğu, bu imkanları kullanmamış olma sonucu yaşanır.
Her insan yaşamı boyunca türlü güçlüklerle karşılaşır. Neden bazı insanlar anlamlı bir varoluşu sürdürebildikleri halde, bazıları bu güçlüklerle başedemeyip, kendilerine ve birlikte varoldukları dünyaya yabancılaşırlar? Bu insanlar geliştirebildikleri kadarıyla var olan benliklerini, yalnızca savunma amacıyla kullanabilirler. Diğer insanlar için olağan sayılan durumlar onlarda anksiyete yaratır. Tüm güçlerini savunmada kullandıklarından karşılaştıkları imkanları değerlendiremez, bilinç boyutlarını geliştiremez ve diğer insanlarla anlamlı ilişkiler kuramazlar.
Rasgele yapılan özveriler aslında bir erdemlilik belirtisi değil, çoğu kez kişinin yalnız kalma korkularını ya da kendine ve başkalarına duyduğu nefreti maskelemek için geliştirilmiş davranışlardır.
Horney’e göre sorumluluk kavramı şu koşulları içerir: insanın kararlarını kendisinin verebilmesi ve bu kararların getireceği sonuçları kabul etmesi, yaşadığı olaylara yön vermede başlıca görevin kendisine ait olduğunu bilmesi, diğer insanlara karşı da belirli bir oranda sorumlu olduğunu kabul etmesi.
Diğer insanlarla çatışmalarımız, çoğu kez kendi benliğimizin içindeki çatışmaların dışa yansıtılmasıdır.
İçe alma mekanizması, deprosyonların psikodinamiğinde patolojik bir nitelik kazanır. Depresyona eğilimli olan kişi hoşgörüsüz ve suçlayıcı ana-baba tutumlarıyla yetişmiş olduğundan, egosu yeterince gelişmemiştir ve bundan ötürü çevresindeki insanlara aşırı bağımlıdır. Aşırı bağımlılık ise sevgi duygularının yanı sıra, bilinçdışı düşmanca duygular da oluşturur. Böyle bir kişi herhangi bir nedenle reddedilirse, 1)suçluluk duyguları ve güçsüzlüğü nedeniyle kızgınlığını dışa vuramadığından ve 2) sevdiği insandan kopmanın yarattığı anksiyeteyi hafifletibilmek amacıyla bu insanı benliğine mal ederek onla olan ilişkisini simgesel bir biçimde sürdürür. Bu insanın içe alımıyla ona karşı duyulan sevgi, nefret gibi duygular da benliğe mal edileceğinden, ona yönelmesi gereken kızgınlık duygusu kişinin kendine çevrilir ve kendini suçlama duygularıyla birlikte depresyon ortaya çıkar.
Düşmanlığın kendisinden kaynaklandığını göremeyen ve bu duygunun çevresindeki insanlardan kendisine yöneltildiğine inanan insan, gerçek sevgi ve sıcaklıkla karşılaştığı durumlarda da bocalar. Çevreden gösterilen yakınlığa kendi düşmanca duygularından ötürü karşılık veremediği gibi, böyle bir durumda, insanlara düşmanlık duymakta ne kadar haklı olduğu konusundaki inancı sarsılır ve yerini suçluluk duyguları alır. Bu duyguları yaşamamak için, çevresinden yansıtılan olumlu tutum ve yakınlaşmaları farkında olmaksızın bozar. Burada reddedilmeye karşı aşırı duyarlık önemli bir rol oynar. Reddedilmekten korkan insan, en açık ve sıcak bir kabul gösterildiğinde bile reddedildiğini kanıtlayacak belirtiler arar, bulamazsa da yaratır.
Nevrotik özellikler gösteren insanın en önemli sorunlarından biri, düşmanca duygularını denetim altında tutabilmektir. Aranılan sevginin bir gün bulunabileceği umudu, insanlara duyulan düşmanlıkla çelişki durumundadır. Düşmanca duyguların açıklanmasının sevgi umudunun tümden yitirilmesiyle sonuçlanacağını çocukluk yıllarında öğrenmiş olduğundan bu tür duyguları bastırmak zorundadır. Geliştirmiş olduğu uysal ve onay sağlayıcı tutumlar, diğer insanların kendisini gerçek benliğiyle değil, bu tutumlarından ötürü kabul ettikleri inancını yaratır. Böyle bir durum ise süregelen düşmanca duyguların daha çok pekiştirilmesiyle sonuçlanır.
Ölüm içgüdüsünün önemli bir türevi, saldırganlık dürtüsü’dür.
Freud’a göre saldırganlık, insanın kendine dönük yıkıcı eğilimlerinin dış dünyadaki objelere çevrilmesidir, tnsan diğer insanlarla
savaşır ya da onlara karşıt davranışlar geliştirir. Çünkü kendini
yok etme isteği ve yaşam içgüdüleri birbirlerini etkisiz kılabilir
ya da biri diğerinin yerine geçebilir. Örneğin, yeme eyleminde açlık ve yıkıcılık birbirine geçişmiştir; doyum, yiyeceği ısırma, çiğneme ve yutma hareketiyle sağlanır. Cinsel içgüdünün türevi
olan sevgi, ölüm içgüdüsünün türevi olan nefreti nötrleştirebilir
ya da sevgi nefretin, nefret sevginin yerine geçebilir.
Freud, yıkıcı içgüdüler olarak nitelendirdiği ölüm içgüdülerini yaşam içgüdülerine oranla daha kapalı bir biçimde işlemiştir
ve bundan ötürü bu konudaki bilgiler yeterli değildir. Yaşamın
amacı ölümdür diyen Freud, her insanda bilincinde olmadığı
bir ölüm isteğinin var olduğuna inanmıştı.
İnsan, olmak istediğini olabildiği ve yapmak istediğini yapabildiği oranda kendisini iyi hisseder.
Düşünce ve mantık, çağdaş insanın duygusal yaşantıya karşı geliştirdiği etkili bir koruma aracı durumuna gelmiştir.
Sevgiye ve kabul edilmeye duyulan ihtiyaç arttıkça, reddedilmeye duyarlık ve alınganlık tepkileri de o denli yoğun artar.
Psikanalistlerin üzerinde birleştikleri nokta, ne denli başarılı bir tedavi uygulanmış olursa olsun, psikanalizin hastanın nevrotik savunmalarının tümünü ortadan kaldıramadığı gerçeğidir.
Freud, gerçekçi olmayan anksiyeteyi kullanılmayan ruhsal enerjinin dolaylı bir belirtisi olarak yorumlamıştır. Bir başka deyişle, yaşam içgüdülerinin dolaysız bir anlatım yolu bulmazlarsa, enerjileri yön değiştirir ve anksiyeteye dönüşür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsan, içine konulduğu alana karşı koyduğu oranda, o alanın daha çok etkisi altına girer.
Özellikle sevgi öyle güçlü ve anlamlı bir ilişkidir ki, ne zamanla ne ayrılıkla ve hatta ne de ölümle sona erer.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsan olmayı gerçekleştirebilmek güç bir iştir ve bunu çok az sayıda insan başarabilir.
Gölge olmadan ışık da olamaz.
Varoluşçu filozofların yapıtları güç okunur ve kolayca yanlış anlaşılabilir.
Bir duvar, duvarın ötesinde olmak isteyen insan için bir engel, kendisini savunmak isteyen bir diğeri için koruyucudur.
Âşık olmak kolaydır.
Oysa gerçek sevgi, yaşam boyu sürdürülen ve birbirini giderek daha iyi anlamayı, yaşam sorunlarını giderek artan bir biçimde paylaşmayı ve birlikte çözümler aramayı içeren bir olgudur.
Gerçek üretkenlik, insanları oldukları gibi görebilmeyi ve onlara bu durumlarıyla saygı gösterebilmeyi, bir başka deyişle sevgiyi içerir.
bireyleşmeyi kabul eden ve kendisini, gerçek kendisini sevebilen insan diğer insanları da sevilecek varlıklar olarak değerlendirir.
Fromm’a göre, sevgi ve nefret birbirine karşıt dürtüler değildir.
Her ikisi de insanın hayvan özelliklerini aşma ihtiyacının sonucudur.
Hayvanlar ne sevebilir ne de nefret edebilir.
Bunlar insana özgü niteliklerdir.
Üretici dürtüleri engellendiğinde insan yıkıcı bir varlık olur.
Fromm’a göre, feodalizm, kapitalizm, faşizm, sosyalizm ve komünizm gibi toplum modelleri, insanın özgür olma isteğiyle bağımlılığı yeğlemesinin oluşturdugu çelişkilere çözüm getirebilme umuduyla geliştirilmiş başarısız girişimlerdir.
Birey kendisini dış dünyaya bağlayan göbek bağlarını kesmedikçe özgür değildir.
Fromm’a göre, insanın en çirkin eğilimleri gibi en güzel olanları da onu oluşturan toplumsal sürecin sonuçlarıdır.
İnsanın toplumsal tarihi, onun doğal dünyasıyla olan beraberliğinden sıyrılarak doğadan ve diger insanlardan ayrı bir varlık olduğunu fark etmesiyle başlamıstır.
Ancak tarih adını verdiğimiz sürekli çabaların en önemli yapıtı ve başarısı insanın kendisidir.
Bununla birlikte özgürlük adına yapılan her savaşta, önceleri zulme karşı savaşmış olan sınıflar, zafere ulaşıp savunulması gereken ayrıcalıklara sahip olduktan sonra özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.

-Erich Fromm

Freud’a göre, olgunluk iki ölçütle belirlenir: sevebilmek ve çalışabilmek.
Özseverlikte, benlik ve dış obje birbirinden ayrılmamış olduğundan, libido da dıştaki bir objeye yönelmemiştir. Yönelmiş görünse bile, aslında yöneldiği obje kişinin kendisini simgeler.
Yetişkin insanın ilgi konularındaki seçimleri, alışkanlıkları ve tutumlarının çoğu, gerçek içgüdüsel doyum objesinden saptırılmış enerjinin anlatımıdır.
Örneğin, bir insan annesini reddedici nitelikte personifiye etmişse, bazı özellikleriyle onu hatırlatan kadınların, hatta tüm kadınların kendisini reddedeceğinden korkabilir.
Psikiyatrik analizin birimi insanlar arası etkileşimdir.
Maslow’un deyişiyle, Eğer benliği sürdürebilmek için tek yol diğer insanları yitirmek olursa, çocuk kendi benliğinden vazgeçmeyi seçer.
Böylece güvenlik sağlama, yaşamın başta gelen ilkesi olarak benimsenir.
Fromm’a göre sevgi, sahip olunacak bir şey değildir. Çünkü sevgi bir obje değildir, soyut bir olgudur. Sevgi üretken bir etkinlik olarak yaşanır. Sevgi sahip olmak biçiminde yaşandığında, sevilen kişinin kapatılmasını ve denetim altında tutulmasını içerir.
Âşık olmak kolaydır. Oysa gerçek sevgi, yaşam boyu sürdürülen ve birbirini giderek daha iyi anlamayı, yaşam sorunlarını giderek artan bir biçimde paylaşmayı ve birlikte çözümler aramayı içeren bir olgudur.
Adler’e göre yeterince uygarlaşamamış olmanın karşılığı nevrozla ödenir.
Ancak eğer kız çocuğunun kendisini ve hemcinslerini küçümsemesi aşırı oranda olmuşsa, ileriki yaşamında kadınlığından vazgeçme yolunu seçebilir ve toplumun yeğlediği erkeksi davranışları benimseyebilir. Böyle yapmakla kendisini daha çok kabul ettirebileceği sanısındadır. Bu davranışların yalnızca erkeklerde görüldüğünde toplumun beğenisini kazandığını ve bir kadının bu tür davranışları benimsemesinin onu daha da küçük düşüreceğini göremez.
Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen bir insanın yaşamında hoşgörüye de yer olmaz.
Ona göre, toplum baskıları olmayıp da insanlar cinsel ve saldırgan enerjilerine rahatça boşalım sağlayabilselerdi psikolojik sorunları da olmazdı. Freud bu görüşünü, uygarlığın bedeli nevrozla ödenir sözleriyle açıklamıştır.
Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen bir insanın yaşamında hoşgörüye de yer olmaz.
İstek, davranışı güdüleyen bir etkendir. Aç insan yiyecek arar.
İnsan olmak istediğini olabildiği ve yapmak istediğini yapabildiği oranda kendisini iyi hisseder.
Aşık olmak kolaydır. Oysa gerçek sevgi, yaşam boyu sürdürülen ve birbirini giderek daha iyi anlamayı, yaşam sorunlarını giderek artan bir biçimde paylaşmayı ve birlikte çözümler aramayı içeren bir olgudur.
Anna ne zaman babasına duyduğu sevgi ve yakınlıktan söz etse ya da histeri belirtilerinin hangi koşullar altında ortaya çıktığını anlatsa bu belirtiler ortadan kayboluyordu. Bu nedenle Anna bu sürece konuşma kürü ya da baca temizliği adını takmıştı.
Bu hastalar hipnoz altında sorunlarını baskısız ve açıkça anlatabiliyor,hipnozdan uyandıklarında rahatlık duyuyorlardı. Duyguların boşalımına imkân veren bu yönteme,arınma anlamına gelen katarsis denmişti.
Bazı ruhsal bozuklukların organik kökenli olmayıp psikolojik nedenlerle oluştuğu görüşünü savunan psikanaliz kuramına göre, günlük yaşamda olağan nitelikteki bazı engellemeler ve çatışmalar bazen kişiye aşılamaz görünmekte ve böyle bir kişi,içinde bulunduğu durumlara uyum sağlama çabalarında sağlıksız yollara başvurabilmektedir.
Özellikle “sevgi” öyle güçlü ve anlamlı bir ilişkidir ki, ne zamanla ne ayrılıkla be hatta ne de ölümle sona erer.
İnsan kendisi olacağı yerde, iş ve toplum yaşamında kabul edilebilmesi için ne olması gerekirse o olur.
Diğer insanlar olmadan düşünce ve duygular yaşanmaz.
Bazı insanlar diğer bir insanla ilişki kurduğunda duruma derhal cinsel bir nitelik katma eğilimi gösterir. Bazıları ise cinselliği normal ölçülerde yaşar. Birinci gruptaki kişiler genellikle bir cinsel ilişkiden diğerine koşanlardır. Aslında bu kişiler güvensiz ve korunmasızlardır. Freud ketlenmiş bu tür duyguların çözülememiş odipus kompleksleriyle de birleşince cinsel isteğin bir sevgi açlığına dönüştüğünü belirtir. Bu açlığın temelinde travmatik anne-baba olgusunun yattığını savunur. Bu tür insanlarda cinsel beraberlik sevgiyi alabilmenin tek yoludur. Sonrasında oluşan Suçluluk hisleri ise bastırılarak anksiyete kaynağına dönüşmesine neden olur. Kişi nedenini bilmediği mutsuzluklar, sebepsiz üzüntüler ve güvensizlik hissinin yarattığı anksiyeteyle bocalar.
Doğadaki tüm varlıklar eksi bir durum dan artı bir durum a geçmek için sürekli çaba içindedirler.
İnsanları ne denli sevdiğinden sık sık söz eden kişi, gerçekte düşmanca duyguları görmezden gelme çabası içinde olabilir.
Nevrotik insanın çocukluğunda doyum bulmamış olan sevgi ihtiyacı, yetişkin yaşamda iki önemli duygu örüntüsüne dönüşür: düşmanca duygular ve cinsel tutkular.
Freud insanı, saldırgan ve cinsel dürtüleri denetim altına alınması gereken olumsuz ve yıkıcı bir varlık olarak tanımlamıştır. Ona göre, toplum baskıları olmayıp da insanlar cinsel ve saldırgan enerjilerine rahatça boşalın sağlayabilselerdi psikolojik sorunları da olmazdı.
Kimi insan çaresizlik duygularını ve küçük düşme kaygılarını paranın getirdiği güç ve saygınlıkla ödünlemeye çalışır.
Suçluluk duygusu yaratan tehlikeli istekler çok yoğun olduğunda bunların baskı altında tutulmasıda güçleştiğinden, kişi bu isteklerinin tam karşıtı olan bilinçli tutum ve davranışlar geliştirerek kendini korumaya çalışır. Baskıya alınmış düşmanca duygular sevgi gösterileriyle, saldırgan istekler sevecenlikle, cinsel istekler ahlak savunuculuğuyla, eşcinsel eğilimler karlı cinse yönelik abartılı ilgi ve etkinliklerle maskelenir.
İnsan olmak istediğini olabildiği ve yapmak istediğini yapabildiği oranda kendisini iyi hisseder.
Örneğin koruyucu eğilimlerini, haksızlığa uğramış, aldatılmış ya da değeri fark edilmemiş bir görüntüyle sergiliyorsa, bir insanla ilişkiye geçtiğinde öyle davranışlarda bulunur ki karşı taraf onu gerçekten horlamak zorunda kalır. Bu durum ona, saldırgan davranabilme ya da diğer kişiyi saygısızlıkla suçlama, küçümseme ve üstelik olgunluğundan ötürü kendisini kutlama fırsatını tanır.
Freud, nevrozların oluşumunda çocuklukta yaşanan cinsel içerikli sarsıcı olayların önemli bir rol oynadıklarını fark etmişti.
Fromm, aslında çoğu insanın sevgi sözcüğünü sevgisizliklerini kapatmak için kullandığı görüşündedir.
Fromm, sömürücü tipe ısıran ağız adını verir. Bu insanlar kendi değerlerini bile dıştan alırlar. Diğer insanların sahip olduğu ve önem verdiği şeyleri severler. Karşılıksız verilen bir armağanın onlar için hiçbir anlamı yoktur. Veren kişinin işine yaramadığı için verildiği sanısında olduklarından böyle bir armağanın da değeri olmaz. Diğer insanlardan zor kullanarak ya da kurnazlıkla bir şeyler almak isterler. Kendi ürettikleri şeyler, insanlardan aldıkları ya da kopardıklarından daha az değerlidir. Bu tip erkekler bir kadını kendileri için değil, başka bir erkek tarafından sevildiği için severler. Hatta başkalarının fikirlerini bile kendilerine mal ederler. Duygularına düşmanlık ve haset egemendir. Ancak diğer insanları sömürebildikleri zaman rahatlar ve kendilerini güçlü hissederler.
özgürlük adına yapılan her savaşta, önceleri zulme karşı savaşmış olan sınıflar, zafere ulaşıp savunulması gereken ayrıcalıklara sahip olduktan sonra özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.
İnsanlar anksiyeteden kaçabilmek için her türlü yola başvururlar. Bunun nedeni, anksiyetenin insanın yaşayabileceği en katlanılmaz duygulardan biri olmasıdır. Yoğun anksiyete nöbetleri geçiren insanlar, çoğu kez ölümü bile böyle bir yaşantıya yeğlediklerinden söz ederler. Ayrıca anksiyetenin içeriğinde dayanılması gerçekten güç bazı öğeler de bulunabilir. Bunların en önemlisi çaresizlik duygusudur. Ortalama bir insan ciddi bir sarsıntı karşısında etkin ve yürekli olabilir. Anksiyeteli insan ise çaresizlik duygusuna kapılır ve gerçekten de öyledir.
Korku ve anksiyete duygularının her ikisi de var olduğuna inanılan tehlikeyle orantılıdır. Ne var ki korkuyu yaratan tehlikenin açık ve nesnel olmasına karşılık, anksiyeteyi yaratan tehlike gizli ve özneldir. Anksiyetenin yoğunluğu, içinde bulunulan durumun kişi için taşıdığı önemle orantılıdır ve kişi bu duyguyu yaratan gerçek nedenlerin farkında değildir.
Korku bir insanın karşılaştığı tehlikeyle orantılı bir duygudur. Oysa anksiyetede durumla orantısız, hatta çoğu kez imgesel bir tehlikeye karşı geliştirilen bir tepki söz konusudur.
Nevrotik, sürekli kendini dinler, kendisini aşırı eleştirir; küçük, zayıf ve değersiz bulur. Kendisinde ve çevresinde değersizliğini kanıtlayacak ipucu bulabilmek için olmadık yorumlara gider ve sürekli bunun acısını yaşar. Değersizliğini görmemek için davranışlarını kısıtlar, ancak bu kez de kendini ortaya koyamamış olmasından ötürü değersizlik duygularına kapılır. Davranışlarından ve onların yaratacağı sonuçlardan sürekli kaygı duyar. Bu nedenle insanların kendisi hakkında ne düşündükleri onun için büyük önem taşır.
Gerek bilinç gerekse bilinçdışı insanın yaşantılarının bir ürünüdür. Jung ise çevreyi zihnin işleyiş biçiminin tek belirleyicisi olarak kabul eden görüşleri yıkmış, kalıtım ve evrimin beden yapısında olduğu gibi ruhsal yapıda da bir iz bıraktığı görüşünü savunmuştur.
Jung ‘a göre insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla birey geçmişiyle bağlantılıdır. Bu bağlantı yalnızca çocukluğunu değil, kendi türünün geçmişini ve hatta tüm insanlık evrimini içerir. Psişeyi evrim sürecinin içine yerleştirmiş olması, Jung’un psikoloji alanına yapmış olduğu en önemli katkıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir