İçeriğe geç

Proust ve Göstergeler Kitap Alıntıları – Gilles Deleuze

Gilles Deleuze kitaplarından Proust ve Göstergeler kitap alıntıları sizlerle…

Proust ve Göstergeler Kitap Alıntıları

erotomani, sevilmenin hezeyanlı bir yanılsaması olarak değil de, sevilen kişinin hezeyanlı kovalanması olarak görünür.
Yakalanan Zaman’ ın son bölümünün tamamıyla Balzac’ ın Önsöz’ ünü karşılaştırmak gerekir: Bitkiler sistemi Balzac’ taki Hayvan’ ın yerini almıştır; dünyalar ortamın yerine geçmiştir; özler karakteristikleri, sessiz yorum da dahice sohbetin yerine geçmiştir.
Sanat, belleğe ait olmayan tınlamalar üretir.
sanat eseri sorunu, mantıksal ya da organik olmayan, yani kısımlar tarafından kayıp bir birlik ya da parçalanmış bütünlük olarak ön varsayılmayan, mantıksal bir gelişme ya da organik bir evrimin gidişatında onlar tarafından oluşturulmamış ya da önceden belirlenmemiş bir birlik ve bütünlük sorunudur. Proust, bu sorunun o kadar bilincindedir ki, kaynağını saptar: Balzac sorunu ortaya koyabilmiş ve böylece yeni bir sanat eseri tarzını var edebilmiştir.
Özneden yana dönmek, nesneyi gözlemlemekten daha verimli değildir: Yorumlamak her ikisinin de aynı şekilde feshedilmesine neden olur.
Zaman bir bütün değildir, bunun en basit nedeni de zamanın kendisinin bütüne engel olan bir misal olmasıdır.
Kendi etkilerini kendi içinde ve kendi üzerinde üreten ve bunlarla kendini dolduran, bunlarla beslenen sanat eseridir: Sanat eseri, doğurduğu gerçeklerle beslenir.
Proust, eserlerinin birer gözlük, optik bir araç olduğunu söylemiştir. Ve Proust’ u okuduktan sonra onun betimlediği tınlamalara benzeyen görüngüleri hissettiklerini aptalca bulacak yalnızca birkaç ahmak vardır. Bunların bellek çarpıtması (paramnezi), eskileri anımsadıkça yenileri unutma (ekmnezi), aşırı anımsama (hipermnezi) durumları olup olmadığını ancak bilgiçlik taslayanlar merak eder, oysa Proust’ un özgünlüğü, bu klasik alanda kendisinden önce var olmayan bir kesiti ve mekaniği yontmuş olmasıdır.
Proust, sanatın bir üretme makinesi ve özellikle de belli etkiler üretme makinesi olduğunun farkındadır.
sanat, belleğe ait olamayan tınlamalar üretir.
Düşünme etkinliği bile düşüncede üretilmek zorundadır.
Fakat anımsamak ve yaratmak, aynı üretimin iki farklı yönünden başka bir şey değildir – yorumlamak , deşifre etmek, çevirmek burada üretimin kendi sürecidir. Sanat eseri üretim biçimi olduğu için, özel bir anlam sorunundan çok bir kullanım sorunu doğurur.
Şu nokta üzerinde hiç kimse Proust kadar durmamıştır: Gerçek üreticidir, bir eserde sunulmuş, izlenimlerimizden elde edilen, hayatımızı biçimlendiren, bizde işleyen makinelerin düzenleri tarafından üretilir.
Modern sanat eserinin anlam sorunu yoktur, yalnızca kullanım sorunu vardır.
Arayış, bir araç olduğu gibi bir makinedir de. Modern sanat eseri istediğimiz her şeydir; o, bu veya şu da, hatta istediğimiz herşey olması, istediğimiz şeyin üst belirlenimine sahip olması tam da onun özelliğidir, önemli olan onun çalışmasıdır: Modern sanat eseri bir makinedir ve bu anlamda işler.
Arayış’ ın aracı mikroskop değil de teleskoptur, çünkü sonsuz mesafeler her zaman sonsuz-küçük çekimlerin temelini oluşturur ve teleskop da uzaktan görülenler, dünyalar arasındaki çarpışma ve parçaların birbirlerine geri çekilmeleri biçimindeki üç Proustçu figürü bir araya getirir.
Proustçu teslis: zorla alıkoymak, görmek ve kutsala saygısızlık.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Seven kişinin bakışı, beni, manzaranın ve çevrenin içine, kendisinde manzarayı ve çevreyi düzenleyen nüfuz edilemez bakış açısından kovarak dahil eder:
Proust’ a göre de transseksüelizmin temeli de budur: iki dizinin ayrımında erkeğin erkekle ve kadının kadınla bağlantılı olduğu global ve özgül bir eşcinsellik değil de, kısmi nesneler olarak iki cinsin bölmelere ayrılmış bitişikliğinde erkeğin kadında eril olanı ve kadının da erkekte dişil olanı aradığı yerel olan ve özgül olmayan bir eşcinsellik.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Fakat daha derin bir durumda global anlamda eril olarak belirlenmiş bir birey, bir kadında bulunabildiği gibi bir erkekte de bulunabilecek kısmi nesnelerle kendi dişil kısmını dölleyebilir.
Gerçekten de global anlamda erkek olarak belirlenmiş bir bireyin, kendisinin iletişim kuramadığı dişil kısmını döllemek için global anlamda kendisiyle aynı cinsten olan bir bireyi aradığı durumlar olabilir (bu kadın ve kadının eril kısmı için de geçerlidir).
Fakat üçüncü düzey transseksüeldir ( çok yanlış bir biçimde eşcinsel denilir ) ve bireyi aştığı gibi kümeyi de aşar: bireyde bağlantı kurmayan kısmi nesnelerin, iki cinsten parçaların aynı anda var olduğunu gösterir.
Proustçu teorinin karmaşıklığı büyüktür, çünkü bu teori birkaç düzeyde işler. Birinci düzeyde karşıtlıklarında ve yinelemelerinde cinslerarası aşklar kümesi. İkinci düzeyde, bu küme iki dizi ya da yöne bölünür; her defasında sevilen kadının açığa çıkmış sırrını gizleyen Gomorra ve seven kişinin daha da derine gömülmüş sırrını taşıyan Sodom.
Öyle ki, Albertine’ in günahlarının kesinliği, artık bu günahlar onu ilgilendirmemeye başladığında, sevmeyi bıraktığında, yorgunluk ve alışkanlık karşısında yenik düştüğünde öykülemeciye görünür olur.
Ve apriori suçluluk duygusu kesinliği kendi yolunu tamamladığında, ampirik olduğunda Albertine her şeye rağmen suçsuzdu biçimindeki ampirik iknayı uzaklaştırdığında aşk da biter.
Aşkın tamamı kanıtlar üzerine bir tartışma, suçlu olduğunu bildiğimiz kişi hakkında suçsuzluk yargısı olsa da sevmek, sevilen kişinin suçluluğunu varsayar. Demek ki aşk, iki suçluluk duygusu kesinliği arasında gerilmiş hayali bir suçsuzluk ilanıdır; apriori olarak aşkı koşullandıran ve onu mümkün kılan kesinlik, aşkı sımsıkı kapayan ve deneyimsel sonunu belirten kesinliktir.
Yunan dünyası yasanın her zaman ikinci sırada yer aldığı bir dünyadır: Yasa, bütünü kucaklayan ve onu İyiliğe bağlayan logosa göre de ikinci güçtür.
Nihai yorumcu, nihai yorumlama edimi olan zamanın, mekân içinde bir bütün oluşturmayan ve bir ardışıklıkla zaman içinde de bütün oluşturmayan parçaları eşzamanlı olarak doğrulama gibi tuhaf bir gücü vardır. Zaman, zaman mekânları da dahil olmak üzere tam olarak bütün mümkün mekânların çapraz kesişenidir.
Kıskançlık, sevgi çokluğunun çapraz kesişenidir; yolculuk yerlerin çokluğunun çapraz kesişenidir; uyku anların çokluğunun çapraz kesişenidir.
bütünlük yalnızca istatistikseldir ve derin anlamdan yoksundur.
Mösyö de Charlus, sesinde genç kız sürüleri ve koruyucu dişi ruhlar barındırır. Özel adlar, gösterdikleri varlığın üzerine kendi niteliklerini yansıtan yarı açık kutulardır.
Proust anımsama konusunda öncüler aradığında Baudelaire’ i anar, fakat yöntemi fazlaca istemli kullanmış olmasını, yani Logos’ un egemen olduğu bir dünyada fazlaca Platoncu olan nesnel eklemlemeler ve benzeşimler aramış olmasını eleştirir.
Spinoza’ nın Peygamberliği tanımlarken söylediği gibi Logostan yoksun bırakılmış, yani göstergelerin diline indirgenmiş Yahudi peygamber, Tanrı göstergesinin aldatıcı olmadığına ikna olmak için her zaman bir göstergeye ihtiyaç duymuştur. Çünkü Tanrı bile onu aldatmak isteyebilir.
Yunan dünyasında da göstergelerle karşılaşırız: hezeyan, aşk ve ölümün Platoncu büyük üçlemesi: Phaidros, Şölen ve Phaidon.
Proust gözlemin karşısına duyarlılığı koyar. Felsefenin karşısına düşünceyi. Tefekkürün karşısına çeviriyi.
Göstergeler konusunda yetenekli olmak, onlarla karşılaşmaya ve onların şiddetine açılmak gerekir. Akıl her zaman daha sonra gelir, sonra geldiğinde iyidir, hatta yalnızca sonra geldiğinde iyidir.
Sokrates’ te akıl, karşılaşmalardan önce gelir; onları harekete geçirir, onlara neden olur ve onları düzenler. Proust’ un mizahı, daha farklı bir türdendir: Yunan ironisine karşı Yahudi mizahı.
Sokrates haklı olarak şöyle söyleyebilir: Dosttan çok Aşkım, âşık olanım; felsefeden çok sanatım; iyi niyetten çok torpilim, zorunluluk ve şiddetim.
Yaratma, düşüncenin kendisinde düşünme ediminin doğuşudur.
Geveze dostluğun iletişimleri, bir âşığın sessiz yorumlarıyla karşılaştırıldığında bir hiçtir. Bütün yöntemiyle ve iyi niyetiyle felsefe, sanat eserinin gizli baskıları karşısında hiçtir.
Dostluk gibi felsefe de, düşünceyi etkileyen mevcut güçlerin ve bizi düşünmeye zorlayan belirlenimlerin oluştuğu karanlık bölgeleri görmezden gelir.
Proust üzerine çöken zorunluluktan sık sık söz eder: Bir şeyin sürekli olarak ona başka bir şeyi anımsatması ya da başka bir şeyi hayal ettirmesi.
Âşık olmak, taşıdığı ya da yaydığı göstergelerle birisini bireyselleştirmektir.
Nesnel olarak cinslerarası aşklar eşcinsellik kadar derin değildir, bunlar gerçekliklerini eşcinsellikte bulurlar.
Sevilen kadının ifade ettiği dünya bize bir tercih işareti verse bile her zaman bizi dışlayan bir dünyadır.
Sevilen kişinin yalanları aşkın hiyeroglifleridir. Aşk göstergesi yorumcusu, kaçınılmaz olarak yalanların da yorumcusudur. Onun kaderi tam da şu düsturda dile getirilmiştir: Sevilmeden sevmek.
Aşkın ilk yasası özneldir: Öznel olarak kıskançlık aşktan daha derindir, aşkın gerçekliğini içerir. İşte bu nedenle kıskançlık, göstergeleri kavramada ve yorumlamada daha ileri gider. O, aşkın varış noktası ve gayesidir.
Proust, felsefi yöntem fikrinin karşısına zorlama ve rastlantı fikirlerini koyar. Gerçek, bizi düşünmeye ve doğruyu aramaya zorlayan bir şeyle karşılaşmaya bağlıdır.
Gerçek, asla önceden oluşmuş iyi niyetin bir ürünü değil, düşüncedeki bir şiddetin sonucudur. Apaçık ve uzlaşımsal anlamlamalar asla derin olmazlar; yalnızca dışsal bir göstergede şart koşulduğu ve onunla kuşatıldığı taktirde anlam derindir.
Felsefenin yanlışı, bizlerde düşünmenin bir iyi niyetini, doğruya yönelik doğal bir arzuyu, bir aşkı varsaymasında yatar. Bu nedenle felsefe, kimseyi tehlikeye sokmayan ve hiçbir şeyi allak bullak etmeyen soyut gerçeklere ulaşır yalnızca.
Aşk, hiç durmaksızın kendisinin yok oluşunu hazırlar, kırılıp dağılmasını mimiklerle anlatır. Aşk için geçerli olan, bizi kaybettiklerinde yakınlarımızın yüz ifadelerini görecek kadar yaşayacağımızı düşlediğimizde ölüm için de geçerlidir. Aynı şekilde sevmekten vazgeçtiğimiz insanın pişmanlıklarının tadını çıkarmaya yetecek kadar ona âşık olacağımızı düşleriz. Geçmiş aşklarımızı yinelediğimiz doğrudur; aynı şekilde şu anki aşkımızın bütün canlılığıyla kırılıp dağılma anını yinelediği ya da kendi bitimini önceden sezdiği de doğrudur.
Birisinin nasıl öğrendiğini asla bilmeyiz; ama hangi yolla öğrenirse öğrensin bunu her zaman nesnel içeriklerin özümsenmesiyle değil de, zamanını boşa harcayarak göstergeler aracılığıyla yapar.
vasat ya da aptal bir insan, onu sevdiğimiz andan itibaren gösterge bakımından en derin zekaya sahip insandan daha zengindir
Şeyleri tanırız, fakat onları asla bilmeyiz. Göstergenin gösterdiği şeyi, işaret ettiği kişi ya da nesneyle karıştırırız. En güzel karşılaşmalarımızı kaçırırız, onlardan yayılan buyruklardan kaçarız: Tanımaların kolaylığını karşılaşmaların derinleşmesine tercih ederiz.
Algının nesneye düşkün olması gibi akıl da nesnelliğe düşkündür. Akıl, kendi kendine keşfedebileceği veya elde edebileceği veya iletebileceği nesnel içerikleri, apaçık nesnel anlamlamaları düşler. Demek ki akıl algı kadar nesnelcidir. Algı duyumsanabilir nesneyi kavrama görevini yüklenirken aynı anda akıl da nesnel anlamlamaları kavrama görevini yüklenir. Çünkü algı; gerçekliğin görülmesi ve gözlemlenmesi gerektiğine inanır; akıl ise, gerçeğin söylenmesi ve ifade edilmesi gerektiğine inanır.
Vasat bir aşk büyük bir dostluktan daha değerlidir: Çünkü aşk, gösterge bakımından zengindir ve sessiz yorumlarla beslenir. Bir sanat eseri, felsefi eserden değerlidir; çünkü göstergede kuşatılmış olan, bütün apaçık anlamlamalardan daha değerlidir. Bize şiddet uygulayan şey, bizim iyi niyetimizin ya da dikkatli çalışmamızın bütün meyvelerinden daha zengindir; düşünceden de önemli olan düşünmeye iten şeydir.
Bir dışsal gerçeklik inancından vazgeçmek her alanda ne kadar da zordur. Duyumsanabilir göstergeler bizlere bir tuzak hazırlar ve anlamlarını onları taşıyan ya da yayan nesnede aramaya davet eder; öyle ki başarısızlık olasılığı, yorumlamaktan vazgeçme meyvedeki kurt gibidir
İlk kez gördüğümüzde hayal kırıcı olmayan çok az şey vardır. Çünkü ilk kez denilen şey aslında deneyimsizlik halidir; henüz göstergeyi nesneden ayırt edecek durumda değilizdir, nesne araya girer ve göstergeleri karıştırır.
Sanat, hayatı yüceltmek için, değerini ve gerçekliğini serbest bırakmak için hayatla birleşir.
Kuşkusuz gösterge kendisini yayan nesneden daha derindir, ama gösterge yine de hala nesneye bağlıdır, hala yarı yarıya ona gömülmüş durumdadır.
Yalnızca sanat, bir dosttan nafile yere beklediğimiz ve sevilenden de nafile yere beklemiş olacağımız şeyi sunar.
Bakış açısı farklılığın kendisi olduğu için, aynı olduğu varsayılan bir dünya hakkındaki bakış açıları en uzak dünyalar kadar farklıdırlar. Bu nedenle dostluk, yanlış anlamaları temel alan sahte iletişimler kurar ve yalnızca sahte pencereler açar. Bu nedenle daha sağgörülü aşk ilke olarak her tür iletişimden vazgeçer.
Proust’ un zamandışı dediği şey, doğuş halindeki zamandır ve onu yakalayan sanatçı-öznedir. Bu nedenle yalnızca sanat eseri bize zamanı tam anlamıyla yakalattırabilir: Sanat eseri, Kayıp Zaman’ ı yakalamanın tek yolu dur.
Öz maddelerde canlanır. Fakat bu maddeler kolayca biçimlendirilebilir, öylesine iyi yoğrulmuş ve inceltilmiştir ki, tamamen manevi olmuşlardır. Bu maddeler kuşkusuz Vermeer’in sarısı gibi, ressam için renk, müzisyen için ses, yazar için sözcüktür.
Bir öz her zaman dünyanın bir doğuşudur; üslup ise aralıksız ve kırılmış doğuş, öze uygun maddelerde yakalanan doğuş, nesne başkalaşımı haline gelmiş doğuştur. Üslup insan değildir, üslup özün kendisidir.
Büyük bir sanatçının eseri hakkında şöyle deriz: Farklı bir düzeyde aynı şey; öte yandan şöyle de deriz: Aynı dereceye göre farklı bir şey. Aslında farklılık ve yineleme, özün ayrılmaz ve bağıntılı iki gücüdür. Bir sanatçı kendisini yinelediği için yaşlanmaz; çünkü yineleme farklılığın gücüdür ve farklılık da yinelemenin gücüdür.
Proust, istemli belleğe ve bilinçli algılamaya aynı eleştirileri yöneltir: Bilinçli algılama izlenimin sırrını nesnede bulduğunu zanneder, istemli bellek ise hatıranın sırrını şimdilerin birbirini izlemesinde bulduğunu sanır; kesin olmak gerekirse birbirini izleyen şimdileri ayırt eden nesnelerdir. İstemli bellek anlarla hareket eder: .
İstemdışı bellek bize ebediliği sunar, ama bunu öyle bir tarzda yapar ki, ne ona bir andan fazla dayanacak gücümüz ne de doğasını keşfedecek aracımız vardır. Bize sunduğu şey daha çok ebediliğin anlık bir imgesidir. Ve istemdışı belleğin bütün Benleri de özler açısından sanatın Beninin daha altındadır.
Öğrenmek anımsamaktır; ama anımsamak öğrenmekten, bir şey olacağı duygusuna sahip olmaktan başka bir şey değildir.
âşık gitgide asal temanın anlaşılmasına yaklaşır. Anlaşmayı da yalnızca sevmeyi bıraktığında, âşık olma arzusu ve âşık olacak vakti bulamadığında, âşık olacak yaşı aştığında tam anlamıyla becerir.
Aşklarımızın annemize olan duygularımızı yinelediği doğrudur; fakat bunlar aynı zamanda kendimizin yaşamadığı başka aşkları da yinelerler. Anne daha çok bir deneyimden diğerine geçiş, deneyimimizin başlama tarzı olarak ortaya çıkar; ama başkası tarafından yaşanmış başka deneyimlerle bağlantı kurmuştur zaten. Bir anlamda aşk deneyimi, aşkın bir kalıtım akımının katettiği bütün insanlığın deneyimidir.
Bir aşktan diğerine geçiş, yasasını bellekte değil Unutmada; imgelemde değil Duyarlılıkta bulur. Aslında göstergeleri yorumlayabilen ve aşk dizilerini açıklayabilen tek yeti akıldır. Bu nedenle Proust ısrarla şu nokta üzerinde durmuştur: Duyarlılığı destek alan aklın bellekten ve imgelemden daha derin ve daha zengin olduğu alanlar vardır.
Sevilen kadın, başka herkes bilse de bir sırrı gizler. Seven kişi sevilen kişiyi gizler: Güçlü zindancı. Sevdiğimiz kişiye karşı katı, acımasız ve sinsi olmak gerekir. Aslında seven kişi de sevilen kişiden daha az yalan söylemez: onu zorla alıkoyar ve daha iyi bir gardiyan ve bekçi olmak için de aşkını itiraf etmemeye dikkat eder. Bununla birlikte kadın için temel şey, kendi içinde şart koştuğu dünyaların kökenini, zaman zaman yalnızca bize ayırdığı jestlerinin, alışkanlıklarının ve beğenilerinin başlangıç noktasını gizlemektir. Sevilen kadınlar, bir ilk günaha yönelir gibi Gomorra sırrına doğru yönelmişlerdir: Albertine’ in iğrençliği
Boşluk, özellikle genellik-taşıyıcı bir ortamdır, bir yasanın tezahürü için ayrıcalıklı fiziksel ortamdır. Boş bir kafa daha yoğun bir maddeye göre daha iyi istatiksel yasalar sunar: .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir