İçeriğe geç

Primo Türk Çocuğu Kitap Alıntıları – Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin kitaplarından Primo Türk Çocuğu kitap alıntıları sizlerle…

Primo Türk Çocuğu Kitap Alıntıları

&“&”

Birey hayatının hiç önemi yoktu. Çünkü bir insan ne kadar çok yaşasa yetmiş, nihayet seksen sene yaşayabilirdi. Ölüm mutlak ve muhakkaktı. Ondan kaçmak mümkün değildi."
Türkler dünyanın en cesur, en asil, en güçlü milletiydi. Krallar, hükümdarlar, hakanlar, beyler, emirler nesliydi. Asırlarca bütün Asya’ya hâkim olmuşlar, Atilla Avrupa’yı ezmiş, köpek gibi inletmişti. Türkler medeniyet yollarını açmış, her yere kahramanlık, temiz kan, saf ahlak, yenilik ve seçkinlik götürmüşlerdi. Dünyanın en büyük devletini Cengiz kurmuş, bu büyük Cengiz neslinden ayrılan küçük bir kısım, Doğu Roma’yı, Bizans İmparatorluğu’nu yıkmış, Anadolu’yu ele geçirmiş, oradaki dağılmış Türkleri birleştirerek, ta Viyana’ya kadar gitmişti. Birkaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türklerine şimdi hepsi birden, bütün Avrupalılar saldırıyorlar, mahvetmek için uğraşıyorlar, fakat başarılı olamıyorlardı. Şimdi de hepsi onları Afrika’daki sömürgelerinden çıkarmak istiyorlardı. Ama çıkaramayacaklardı. Türklerin ne kadar kuvvetli olduklarını, ne kadar mağlup olmaz bir kuvvet olduklarını tekrar anlayacaklar ve düşünmeye başlayacaklardı.
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…"
Aşk olmasa hiçbir şey olmazdı; bütün varlıklar, bütün zerreler yalnız
aşkı soluyor ve yalnız aşk için yaşıyor.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş
Türk’üm ve düşmanım size kalsam da bir kişi"
Emin Bülent’in [Serdaroğlu, 1886-1942] "Kin" adlı şiirinden bir dize.
Türklük onlara her vakit cömertlik gösterdi. Beş asır, beş yüz sene kendi ekmeğiyle onları besledi. Dünyada akla gelebilecek her türlü özgürlüğü, serbestliği onlara verdi. Onlar bu iyiliğe karşı minnettar kalmaları lazımken hainlik ettiler. Hainlerin pis kanı Türk’ün parlak kılıcını kirletemez.
Ee, sizi düşman sonra ne yapacak? .. "
"İyi bilmiyorum, ama galiba esir edecek… Diyorlar ki &‘Esirlik çok rahattır. Adama bey gibi bakarlar."’
Balkan Savaşı, 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle başlamıştır.
Primo kızdı. Acayip, bu bir Türk kadını değil miydi? Niçin savaşı istemiyordu. Bir Türk kadını birçok Türk oğullarının yeniden şan ve şöhret kazanmasını, yeniden dünyaya Türklerin kim olduklarını göstermelerini istemez miydi?
Bir gün babası:
Primo, sana bir Türk ismi koyalım! " demişti.
Hemen sevinerek razı oldu:
"Koyalım, Enver mesela… "
"Bu Türkçe değil."
"Öyleyse Niyazi… "
" O da değil. "
"Tuhaf, şaka ediyorsun baba . . . Türklerin kullandıkları bu adlar nasıl Türkçe olmaz" diye güldü.
birbirini izleyen nesillerin aymazlığıyla kaybolan, Doğu’nun uğursuz manevi afyonuyla zehirlenen bu muhteşem ve heybetli hakikatin, büyük Türk ruhunun yeni nesilde, yeni hayatta tekrar doğduğunu anlıyordu.
&‘Bunlar koyun derisine saklanmış kurtlardır. İnanmaya gelmez. Ne kadar Avrupa’da okusalar, terbiye görseler, yine bir gün dişlerini çıkarır, insanı parçalarlar’
Korkma, sen Türk’sün! Türkler hiçbir vakit, hiçbir yerde, hiçbir şeyden korkmazlar…"
Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni!
Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni!
(Diyarbekirli Sait Paşa)
Sevininiz, hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir! "
Düne gelinceye kadar kendisi bile Türk’üm!" demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı?
istemeyerek, içinden Ben neyim? .. " diye kendi kendine soruyor, fakat "Türk’üm! .." demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu ele geçirilmiş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını kavrayarak öfkesinden ve utanmasından ağlamak istiyordu.
Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta düşünürlerin ortak şiiri, insanlık" hülyası onun mezhebiydi.
O hiç savaşı sevmezdi. Savaş hayattır! " diyen feylesofun kırmızı bir canavardan başka bir yaratık olamayacağını iddia eder, canlılar alemindeki "mücadele" eyleminin sosyolojide, insanlıkta da gerekli ve zorunlu olduğunu bilimle, deneyle gösteren Darwin’den nefret ederdi.
Hala akılsız ve cahil babalarımız gibi, &‘domuz derisinden post, gavurdan dost olmaz…’ der, medeniyetin, büyük yirminci asrın doğurduğu insanlık, kardeşlik,
eşitlik fikirleriyle eğlenirsiniz. Bütün Osmanlıların kardeş olmalarını kabul edemezsiniz.
Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği
vakit sizden evvel onlar koşacaklar, Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar…
Bir cinsten olmayan şeyler toplanamaz. Mesela on kestane, sekiz armut, dokuz elma… Nasıl toplayacaksınız. Bu mümkün değildir. Ve bu imkansızlık nasıl matematiksel ve bozulmaz bir kuralsa birbirinden tarihleri, gelenekleri, ilgileri, kurumları, dilleri ve idealleri ayrı milletleri toplayıp hepsinden bir millet yapmak da o kadar imkansızdır. Bu milletleri toplayıp " Osmanlı" derseniz, yanılmış olursunuz. "
Türklerde uzun uzadıya tanışmaya hacet yoktur. Bu teklifsizliğimizi çok sever ve çok samimi bulurum.
Vatanımın, Türkiye’nin, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, ümitsizliğe pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin bozulduğunu, işlemez bir hale geldiğini duyuyordum.
Ordumuz etti yemin,
Titredi hak ü zemin.
Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter,
Ey şark! Uyan yeter, yeter ey Şark! Uyan yeter. ..
(Ali Canip’in [Yöntem) Şarkın Ufukları" adlı şiirinin son dizeleri.)
Gözle görülen her şeyin yabancı olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur.
Halbuki sen hala aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun… Bilsen sana ne kadar acıdım.
İstanbul’da kadınları yabancı ve nikah düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi
bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım.
Türklerin arasında eskiden de, şimdi de ayrıcalıklı bir sınıf yoktur.
Tabii edebi dergilerdeki birçok şiirleri okuyorsun. Mevzu: gece ve kadın… Halbuki Türkiye’de ikisi de yoktur. Türk muhitinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner. Sokaklar tenhalaşır… Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur.
Kadınlar, Türk kadınları… Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi kavminden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki zabıtanın en dehşetlisi evdedir.
Hayat, hakikaten en uzun vakalarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil!
Fakat beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder…
Da civa truda … "
(Bulg. Da jivee truda) Yaşasın emek.
Zaten tarih bize göstermiyor mu ki özgürlük ve serbestliğin her tarzına ancak rahipler karşı gelmiş ve nihayet mağlup olmuşlardır.
Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.
Ben asla bu evlilik zincirini boynuma takmayacağım. Hür, yani mesut kalacağım.
Dünyada hiçbir erkek -hatta gayet namuslu olmak şartıyla- hiçbir erkek yoktur ki bütün ömründe yalnız bir kadınla yetinmiş bulunsun. Evet, hiçbir erkek, Ben hayatımda karımdan başka bir kadın tanımadım" diyemez.
Bir çiçekle bahar olmaz! "
Terk edilmek, bahtsız olmak korkusundan uzak yaşayacağım…
Aşkta daima kaybeden, evlilikte daima ilk ihtiyarlayan kadındır. Eğer erkek dehşetli bir bağ ile birkaç sene sonra güzelliği salan kadına bağlanmazsa sadakat azabına tahammül edemez. Hemen
o’nu terk eder. Ve yerine gayet genç ve taze bir kız alır.
şaşkınlık kesinlikle düşünmeye engeldir…
– Ben mi? Benim kendimin önemi yoktur. Yalnız o beni sevsin, arzu etsin.
Yeni filozofların hastalıklı fikirleriyle beyinleri zehirlenen birtakım gençler gibi evliliği farazi bir yalan değil, toplumsal bir hakikat addederim.
Dünyada en nefret ettiğim şey zevk ve eğlenceye düşkünlüktür! Edebiyatı ve hayali sevmem. Çok ciddiyim. Sürekli çalışmak, servetimi arttırmak, şöhret ve saygınlık kazanmak, rahat ve mesut yaşamak! İşte benim gayem!
Kırk yaşına gelince bir yorgunluk hisseder, sonsuz ve sebepsiz bir can sıkıntısı duyarsınız. Midenizden rahatsızlıklar başlar. Hafif bir
romatizmadan zayıflayan bacaklarınız için için sızlarken, görünmez bir dudak kulağınıza, artık dinlenmek lazım, evlen" der. Zaten eğlenceden, aşktan, kadından, zevkten, yürümekten, gezmekten, koşmaktan bıkmış bulunursunuz.
O vakit …
– Ve safsınız, erkekler yirmi ile otuz arasında hatıralarıyla
daima mektep hayatını yaşarlar. Kesinlikle çocukturlar.
Onlara güvenilmez.
– Otuza yakınım diyorsunuz. Yani yirmi ile otuz arasındasınız demek. Bu devre yaşamak, hayatı anlamak devresidir. Daha doğrusu hayatı kazanmak devresi…
Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, korkunç Avrupalılar Asya’yı da paylaşıyorlar, bu tecavüzlerine soğukkanla, Doğu sorunu!" diyorlardı.
Hayat, hakikaten en uzun vakalarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil!
Aşk… Bir hiç, bir ihtiras. Geçici bir buhran… Öyle bir buhran ki neticesi mutlak nefret ve yorgunluktur!
İstanbul’da Türklüğünü inkâr eden, Türklükten nefret eden, Türklüğü hor görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışan uzun tırnaklı, son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor, içimden
Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu’nda mı gebe kaldı?"
diyor; korkunç kâbuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde yükselen tunç ve ateş renginde büyük, siyah ve kanlı haçlar görüyordum.
Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığıntısına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin…
Ve ancak böyle mesut olabilirdin. Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun… Bilsen sana ne kadar acıdım.
En birinci emelleri oğullarına yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere &‘görücü’ giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar… Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Yüzlerce mısralarla, arşın manzumelerle anlatılan sevişmekler, sevgililer de yalan…
Şairin bir sevgilisi var.
Lakin nerede!
Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor.
Lakin nerede!
Ah, ancak hayalinde…
Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.
Titremeyiniz, korkmayınız," diyor, "işte büyük Türk sancağının altındasınız."
Allah aşkınıza biraz ekmek…" diye yalvarıyorlardı.
Topla, tüfekle savaş olmaz. Ruh ister. Maneviyat ister.
Bir adamın adı tarihi nasıl geçer?"
Babası onun kumral ve kıvırcık saçlarını okşayarak cevap verdi:
Gayet büyük ve yüce bir şey yapmakla… Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık göstermekle…"
Korkma, Sen Türk’sün! Türkler hiçbir vakit, hiçbir yerde, hiç bir şeyden korkmazlar…"
Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni!
Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni!
Yalnız insanlık, başka bir şey yok!"
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…
Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakikatleri görme yeteneği sizde yok."
Demek koca Türkiye’de herkes cahil de yalnız siz alimsiniz. Herkes yanılıyor da aldanıyor da hakikati yalnız siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyleyse…" diyordu.
Artık Türkiye’de hiç adam yok muydu?
Evet bugün milli bir bayramdı. Lakin, acaba hangi milletin bayramı?" diye düşünerek kalktım.
İstanbul’da Türklüğü inkar eden, Türklükten nefret eden, Türklüğü hor görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışanuzun tırnaklı, son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor içimden…
Ölüler sırlarını saklamazlar.
Ey Şark! Uyan yeter, yeter ey Şark! Uyan yeter…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir