Tahsin Yücel kitaplarından Peygamberin Son Beş Günü kitap alıntıları sizlerle…
Peygamberin Son Beş Günü Kitap Alıntıları
İlkel insanların geleceklerini cennette, sıradan insanların çocuklarında, gelişmiş insanların kendi ellerinde, dünyanın en gelişmiş insanlarınınsa yeni bir düzende gördükleri ….
Bilinmeyeni göğüslemesini de bilmek gerek.
Oku, /yaz, /boz, /bağır, /çağır! /Bütün kuvvetinle nefes al
Tarih şaşmaz doğrultusunda ilerliyordu, ama bireylerin yaşamında büyüklü küçüklü sayısız sapmalar oluyordu fazla bir şey gelmiyordu ellerinden, yollarını kendileri çizemiyordu.Belki bu da tarihsel evrimin gereğiydi
bunca yozlaşma tek bir sözcükle açıklanabilirmiş gibi,
”yaşam ” deyip çıktılar işin içinden
#okudumbitti #peygamberinsonbeşgünü
Sana bir soru sordum,” diye üsteledi Peygamber: “insanlık ilerliyor mu, geriliyor mu?”
“İlerlese ne olacak, ilerlemese ne olacak? İlerliyorsa torunun hapisten mi çıkacak? Sana ne ilerleyip ilerlemediğinden?”
Peygamber, bir kez daha, Fehmi Gülmez’in bunadığını ya da bunamakta olduğunu düşündü, anlayışla gülümsedi.
“Ama ben bilimsel konuşuyorum,” dedi.
“Öyle mi? Çok güzel!”
“Ama hepimiz insanlığın bir parçasıyız, insanlığın her sorunu bizim de sorunumuz,” diye sürdürdü Peygamber. “Kendimizi insanlıktan soyutlayamayız. Nazım’ın durumunu da soyutlayamayız.”
Fehmi Gülmez sıkıntıyla içini çekti.
“Ama insanlık dediğin kavramın kendisi soyut,” diye yanıtladı. “Diyelim ki, Avrupa’da ya da Afrika’da toplumlar çok ilerliyor, bunun sana bir yararı olur mu? Seni tutucu cuntacılardan kurtarır mı? Torununun ve benzerlerinin insanları öldürmesini engeller mi? Engelledi mi?”
“Zamanla, elbette.”
“Peki, ömrün yeter mi buna? Hatta torununun ömrü yeter mi?”
“Birey olarak bizim ne önemimiz var?”
“Yok da neden kışlalarda, karakollarda torununu arıyorsun? Bizim kendi toplumumuz ilerliyor mu, geriliyor mu diye sor hiç değilse.”
“Dostum, insanlık diye bir şey var, tarih diye bir şey var. Hepsi birbirine bağlı. Ama öyle istediğine göre, senin dediğin biçimde sorayım: bizim toplumumuz ilerliyor mu, geriliyor mu?”
“Doğrusunu istersen, bu sorunun yanıtını da bilmiyorum,” dedi Fehmi Gülmez, “her şey ilerlemeden ne anladığına bağlı.
Arada bir,kavşaklarda, ”Sağa mı?Sola mı? ”diye sordu.Peygamber,içinden hep ”Sola ”,demek gelmesine karşın,tarihin akışı gereği ”dosdoğru ”nun da ”sol ” olduğunu düşünerek, ”Dosdoğru,dosdoğru! ”demekle yetindi.
komünizmin yalnızca gençlere özgü bir sapma olduğunu düşünmüştü hep.Bu nedenle ,böyle yaşlı bir adamın komünist olmasına olanak bulunmadığına göre,bir kez daha kafayı üşütmüş olduğuna karar verdi.
”Bilemezdin! ”diye atıldı. ”Kapitalist değil misin?Kafanla değil,kesenle düşünürsün! ”
Zarife de kendisi gibi soyut bir tutku uğrunda bütün bir yaşamı bozuk para gibi harcayabilenlerin sınıfındandı.
Yıllarca içerde kalmış devrimcilerin özel bir saygı gördüklerini bilirdi,ama ozan ya da yazar sayılmak için hapse girmenin zorunlu ve yeterli koşul sayılabileceğini hiç düşünmemişti.
Her malın üstüne yüzde iki yüz kar konulmasını,buna karşılık çalışanlara,yani soyguna araç olarak hem emeklerini,hem onurlarını satanlara gülünç ücretler ödenmesini içine sindiremediğinden,ağzına geleni söyledi,biricik kurtuluş yolunun sosyalist devrim olduğunu vurguladı.
benim hoşuma gitmeyen yirminci yüzyılın ortalarına geldiğimiz şu günlerde devrimci bir ozanın aşk şiirleri yazması,diye yanıtladı.
“Ama Nazım ”diye kekeledi:”çok iyi bilirsin ki,Nazım da çok aşk şiiri yazdı,karısına mektuplar yazdı”.Feride gene etkilenmedi,”Bu da onun ayıbı”,demekle yetindi.
ama Feride dudağını parmağına götürerek susturdu onu, sonra, aynı parmakla, perdelerin arasından sızan gün ışığını gösterdi, ‘Bugün pazar, beni güneşe çıkar,’ diye fısıldadı.
”Neden bilmiyorum,ama bir kenter suratı var sende,üvey babamınki gibi;alınma ama seninle dudaktan öpüşebileceğimi düşünemiyorum. ”
duygulara gereğinden fazla yer vermeye karşıydı,üstelik geçmişi değil,geleceği önemserdi o.
Rahmi Sönmez evin geçimini erkeğin sağlaması gerektiğini söyleyecek oldu,ama Feride, ”Bırak bu çağdışı kenter düşüncelerini! ” diye kesip attı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
övünmek gibi olmasın,Marx’ı bilmeyen ya da bilmemezlikten gelen bu ”müderris bozuntuları ”ndan öğrenebileceği hiçbir şey yoktu.
..
, şimdi de çizgiden sonraki boşluğa karşın, bu benzersiz varlığın yitirilmişliğin en kesin kanıtı karşısında ürperiyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
..
Belli olmuş, olmamış, orası önemli değil ;
benim hoşuma gitmeyen yirminci yüzyılın ortalarına geldiğimiz şu günlerde devrimci ozanın aşk şiirleri yazmaya kalkması
“Anlıyorum, anlıyorum; kitaplarından çıkamıyorsun sen, çıkamadığın için de dağıtıyorsun; şöyle biraz gözlerini aç çevrene bak diyeceğim ya artık çok geç…”
“Bilinmeyeni göğüslemesini de bilmek gerek.”
o yaman devrimciler , o mangalda kül bırakmayan kuramcılar en güzel arabalara binip gittiler
Ben devrimin yaşamdan yana olduğunu düşünmüşümdür hep. Böyle olmasa devrimcinin faşistten ne farkı kalır?
ilkel insanlar geleceklerini cennette, sıradan insanlar çocuklarında, gelişmiş insanlar kendi ellerinde, en gelişmiş insanlarsa yeni bir düzende
.
“Allah’ım ne oldu bu adam? Göğe mi çekildi? diye mırıldandı, ölmemiş kadının mezarının ayakucuna oturup uzun uzun ağladı.”
Halkı anlamak başka, halkın düzeyine inmek başka
Ölüler genç kalır
Hadi, Peygamberciğim, hoşçakal, kitapsız yaşamında sana başarılar dilerim
Kitap merakı güvercin merakı gibi bir şey oldu artık
Bu adamlar doğru dürüst faşist bile değil
Anladım, anladım: bu yıkılası düzende mantık diye bir şey yok
Devrimci sayılmak için ille de faşistlerce suçlamak mı gerekir?
Kişi ölen babasından ileri, doğacak çocuğundan geri
İkinci şişenin boşalmasından sonra bile, Feride hep aynı biçimde erişilmez, düşsel, olanaksız bir varlık olarak kalıyordu düşüncelerinde
Biri çıksa Engels Marx’ın nikahlı karısıydı, dese, bunu yeni bilgi olarak özenle belleklerine yerleştirmeye bakarlardı.
Kavgamızın erleriyiz biz, onun da söylediği gibi birer sıra neferiyiz, roman kahramanları değiliz.
Rahmi, dostum, bu iş gerçekten çetin iş, inan bana, gene donkişotluğa kalkma! dedi. Bu çocuk anayasal düzeni yıkmak amacıyla silahlı eyleme kalkışmakla, bu arada bir düzine adam öldürmekle suçlanıyor, devrimci şiirler yazmakla değil.
Biliyorum, biliyorum ama devrim açısından hepsi aynı kapıya çıkar, hepsi bir kuşak sorunu.” dedi Peygamber. Bizim kuşak bu düzeni yıkmanın yolunu şiirde gördü, yeni kuşak silahta görüyor. Hepsi bu!”
Fehmi işte, hiçbir şey yapamayınca çay yapar.
Tez, antitez, sentez, ölebilmek için bir öldüren gerektiği gibi, gerçek bir komünist olduğumuzu kanıtlamak için de karşımızda bilinçli faşistler bulunması gerekirdi. Nerde öyle faşistler?
Proletarya dışında kim varsa proletaryanın görevini yüklenmeye kalkıyor. Şimdi de öğrenciler çıktı! Proletaryayla ne ilgileri var? Emekte olmadıklarına göre, kavgada işleri ne? Saçma, saçma, her şey saçma! diyordu.
Ona öyle geliyordu ki bütün bu yanlışlar Marksçı kuramın eksik bilinip yanlış yorumlanmasından ya da faşistlerin bu bilinçsiz delikanlıları bile bile aldatmalarından kaynaklanıyor, öğrencilerin silahlarıyla birlikte yakalanan kitapları da bunu kanıtlıyordu: Balzac’ın Vadideki Zambak’ını ya da Zola’nın Nana’sını okuyarak Marksçı olamazdı ki insan! Baskı yönetiminin her akşam tabanca, mermi ve el bombaları arasında sergilemeyi görev saydığı yakalanmış kitaplar arasında Nâzım’ın kitaplarına bile rastlanmadığına göre, bu kavruk delikanlılar nasıl Marksçılık taslarlardı? İyiden iyiye sinirleniyordu Peygamber, Değil köşe bucak kovalayıp içeri atmak, ayda bir milyon aylık da bağlasan sosyalizmi getiremez bunlar: Marx’ın yapıtından haberleri bile yok! diyordu. Sinirine dokunan bir başka şey, deneyim insana gerçek kişiliği zindan ve işkencenin kazandırdığını gösterirken, bu çocukların yakalanmaktan korkmaları, kimliklerini gizlemek için kod adları kullanmalarıydı.
Büyükbaba, senin anneme ve bana öğrettiğin komünizmin dört dörtlük bir Amerikan düşü olabileceğini hiç düşündün mü? diye sordu.
Saçmalama! Benim tepemi attırma! diye gürledi Peygamber, önündeki her şeyi yerlere firlatmamak için zor tuttu kendini.
Saçmalamıyorum, büyükbaba.” dedi. Yetmiş yedi katlı betonarme dağları, yetmiş yedi katlı yekpare camdan mağazalar, meşin kasketli, meşin ceketli kadınlar, saatte yüz altmış kilometre hızla giderken öpüşmenin güzelliği Bütün bunlar Amerikan düşü değil de nedir?.
Saçmalama dedim sana! Bunlar hep Nâzım’ın sözcükleri! diye bağırdı Peygamber.
Nâzım gene sinirlenmedi.
Ben de Whitman’ın ‘Çimen Yaprakları’nın sözcükleri demedim.” diye yanıtladı.
Söylemek bile fazla, inancı hep aynı ölçüde güçlüydü, öngörülerinin doğruluğundan, kanıtlarının sağlamlığından en ufak kuşkusu yoktu ama öyle görünüyordu ki başlıca etkinliği ev süpürmek, yemek pişirmek, sofra kurup sofra kaldırmak, önlük takıp bulaşık yıkamak olan bir adamın ağzında devrim söylemleri gülünç kaçmaya yargılıydı, bütün çabalarına karşın, kenter değerlerine bağlanmış olan bu bilinçsiz delikanlıya sözünü dinletebilmek için, kavgasını rakı masasında sözle değil, yazılı basında şiirle yapması, daha da iyisi, bu düzenin önemseyip karşısına aldığı bir insan olarak kovuşturmalara uğramış, hapislere atılmış, işkencelerden geçirilmiş olması gerekirdi.
Beyefendi, son yıllarda Türk şiiri çok değişti, artık böyle şiir yazılmıyor. demekle yetindiler. Peygamber şaşırdı, Olur şey değil, bu Türk şiiri ne çok değişiyor. diye söylendi, gene de şiirini savunmaya, ilerleme zorunluk, zorunluk ilerleme olmakla birlikte, Marx’tan sonra yeni bir felsefe kurulamayacağı gibi Nâzım’dan sonra da dize sanatında gerçek bir yenilik beklemek boş bir düş olduğuna göre, başvurulabilecek tek ölçütün devrimci içerik olduğunu, bu açıdan bakılınca da şiirlerini eski olarak nitelemenin pek haklı sayılamayacağını anlatmaya çalıştı. Ama öyle anlaşılıyordu ki bu çocuklar ya Nâzım’ı ve onu izleyen kuşağı bilmiyor ya çağdaş Türk şiirini kendileriyle başlatmak istiyorlardı; kısacası, tarih bilincinden yoksundu hepsi de. Zavallı Türk şiiri, kimlerin eline düşmüş! diye düşündü.
Feride gibi devrimci bir kadının, kendisi gibi devrimci bir ozanın kızının bunca yıl Marx’ın düşünceleri ve Nâzım’ın şiirleriyle büyüdükten sonra, her şeyi yadsıyarak kart bir kapitaliste kapılmasını da anlamıyordu. Tarih sürekli bir evrim süreci olarak tanımlandığına, dolayısıyla, Nâzım’ın dediği gibi, kişi ölen babasından ileri, doğacak çocuğundan geri olduğuna göre, bu işte bir yanlışlık bulunduğu kesindi. Kuram yanlış olamayacağına göre de yanlışlığın uygulamada yapılmış olması gerekirdi. Ama nasıl? Nerede?
Manikür: hayır
diş fırçası: evet
Kitap kitap
tam Nâzım’ın gösterdiği doğrultuda, devrimci ilkelere göre yetiştirmeye çalışmıştı kızını. Öyleyse? Kenterler kendi yöntemlerini daha iyi mi uyguluyorlardı? Faşistler devrimcilerden daha mı üstündü? Peygamber, bir kez daha, her şeyi kızının kapıyı vurup çıktığı akşam bulduğu kişisel açıklamaya, devrim öncesinin yıkılış mantığına bağlıyordu: Bir Feride Sönmez annesinin anısına bağlı kaldı diye babasıyla ilişkisini kesebiliyorsa, bir Fehmi Gülmez İktisat Fakültesine kusursuz bir sosyalist olmak için girip doymak bilmez bir kapitalist olarak çıkabiliyorsa davranışlarımızı şimdilik marksçı eytişim değil, eski ağlatıların yıkılası düzeni yönlendirdiği içindi. Kuramda da yeri olması gerekirdi bunun ama Marx’ın bu büyük mantıksızlığı nasıl açıkladığını bilemiyordu. Bildiği bir şey varsa o da bu koşullar içinde suçtan, suçludan söz etmenin anlamsız olduğuydu.
“Korkunç bir yazgı bu benimki. diye söylendi, Nâzım’ınkinin tam tersi: onunki hep bırakmak, benimki bırakılmak.
Sonraki günlerde de sık sık düşündü bunu: İster yazgıya bağlasın ister devrim öncesinin yıkılış mantığına, kendisi, inancı gereği, bütün insanlığa kucak açmak isterken en yakınları bile kendisinden bir bir uzaklaşıyorlardı; kendisi her şey Jdanov’un dizgesi gibi düz, kolay, çelişkisiz bir biçimde sürüp gitsin isterken yaşamı neredeyse bir Yeşilçam öyküsüne dönüşüyordu.
Ancak Rahmi Sönmez her şeyden önce ozandı: Yavaş yavaş, söyleminin gördüğü ilgi oranında, ağırlığı Marksçılığın önbilisel yanına verdi: İlkel insanların geleceklerini cennette, sıradan insanların çocuklarında, gelişmiş insanların kendi ellerinde, dünyanın en gelişmiş insanlarınınsa yeni bir düzende gördükleri ve bu yeni düzeni pek güzel buldukları varsayımından yola çıkarak bir zamanlar bugün yarın Mesih’in yeryüzüne ineceğini söyleyen inanmışlar gibi, proletarya diktatoryasının bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün kurulacağını muştulamaya başladı. Başta Feride’yle Fehmi Gülmez olmak üzere, kimi dostlar bu önbiliyi biraz fazla iyimser buldularsa da Rahmi Sönmez ozan inancından ödün vermedi: Genellikle Feride’nin her dediğini Tanrı sözü gibi onaylama alışkanlığında olmasına karşın, bu konuda bağımsızlığı seçerek onun bizim toplumumuzun henüz kapitalist evreye bile gelmediği yolundaki uyarısını kendi sözleriyle yanıtladı: Komünizm evrenseldir, Rusya örneği de ortada! Avrupa’yı saran devrim Kapıkule’de zınk diye duracak değil ya! Daha başkaları daha başka gerekçelerle görüşünü çürütmeye kalkınca da uzun boylu kanıtlar geliştirmektense ilk ustası Nâzım’a sığınarak “Kulaklarınızı açar da dinlerseniz, duyarsınız: Al atlarımız emperyalizmin göbeğini nallamaya başladı bile! diye kesip attı. Adının birkaç gün içinde Peygamber’e dönüşmesine de bu inançlı çıkışları neden oldu.
İnsanlığın “uzun serüveni”ni üretim ilişkilerinin tarihi olarak tanımladıktan sonra, bu serüvende egemen sınıfların siyasal üstyapıları işlerine geldiği biçimde kullanarak ekonomik ve toplumsal altyapıyı nasıl etki altında tuttuklarını anlattı; arkasından, anamalla artık-değerin karşılıklı olarak birbirini artırması, böylece tüm üretim araçlarının güçlendikçe daralıp küçülen bir ayrıcalıklı sınıfın elinde toplanmasıyla sınıflararası çelişkinin nasıl katlanılmaz duruma geleceğini açıkladı; sonunda da uçsuz bucaksız proleter sınıfının bu bir avuç ayrıcalıklı çetesini zamanı geldiğinde sinek gibi ezerek devrimi gerçekleştireceğini, adına proletarya diktatoryası dediğimiz kısa bir geçiş döneminin ardından, sınıfsız, dolayısıyla çelişkisiz, dolayısıyla devletsiz, dolayısıyla polissiz, bekçisiz, jandarmasız yeryüzü cennetinin kurulacağını muştuladı.
Rahmi Sönmez, alçak gönüllülükle gülümseyerek Kararı tarih verecek, biz proleterler de uygulayacağız. diye yanıtladı çünkü çocukluğunda babasının sobacı dükkânında çalışmış olduğu için, kendini de bir proleter olarak görüyor, Hiç kuşkusuz, orakla çekiç kardeştir, ama kurtuluşu çekiç getirecektir.” diyerek devrimin gerçekleşmesinde en büyük görevi kendi sınıfinın, yani proletaryanın yükleneceğini vurguluyordu.
“İnan bana, Nâzım Baba, karısına mektuplarını yalnız karısına yazsaydı çok daha iyi ederdi.” diye ekledi: “Kavgamızın erleriyiz biz, onun da söylediği gibi birer sıra neferiyiz, roman kahramanları değiliz.”
Bunca tinsel ve bedensel güzelliğin tek bir insanda bir araya gelebilmesini hâlâ inanılmaz bulduğundan, gözleriyle gördüğünün, kulaklarıyla işittiğinin gerçekliğinden kuşkuya düşüyor, Feride her an, örneğin hemen şu anda, örneğin şu “proletarya” sözcüğünün orta yerinde, birdenbire uçup gidebilirmiş gibi bulanık bir korkunun etkisiyle her şeyi birbirine karıştırıyor, kimi zaman da karısının herhangi bir devinisi, sesinin herhangi bir değişimi gözlerinin önüne bir ya birkaç gece öncesinin bir görüntüsünü getirince Marx bile bu görüntünün çok gerilerinde kalıyordu. Bu nedenle, işittiği her tümceyi tek tek anlamasına karşın, bunları birbirine bağlamakta zorluk çekiyor, bunun sonucu olarak, Das Kapital’i daha önce hiç kimsenin algılamadığı bir biçimde, sözsel ögelere fazla yer vermeyen, benzersiz bir aşk ezgisi gibi algılıyordu.
Burada, elinde ya da ağzında biri sönüp biri yanan Birinciler, Montparnasse Bulvarı’nda, La Coupole ya da Le Select’te, Fransız üniversitelileriyle konuşurcasına rahat ve güvenli bir biçimde, uzun uzun hem de yüksek sesle, Marx’tan, Engels’ten, Lenin’den, Gramsci’den, Troçki’den söz edip durdu. Fehmi Gülmez’le Rahmi Sönmez,
Kitaplar, kitaplar,
Felsefe: Diyalektik Materyalizm,
İktisad: Dört cilt Kapital
dizelerini çok iyi biliyorlardı, Hafız-ı Kapital olmaya da dünden hazırdılar ama sol düşünce konusunda kaynakları, nice benzerlerininki gibi, şiir kitapları ve yazın dergileriyle sınırlı kaldığından, Lenin’le Stalin’i zorba çarı devirmiş büyük askerler diye biliyor, Marx’ın düşüncesini Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı’ndan çıkarıyorlardı, biri çıksa da Engels Marx’ın nikâhlı karısıydı. dese bunu yeni bir bilgi olarak özenle belleklerine yerleştirmeye bakarlardı. Bunun için, bulundukları ortamın bir tür sabukluğa dönüştürdüğü şaşkınlık da işin içine girince Feride’nin anlattıklarından hemen hiçbir şey anlamıyor ama yabancı adların çokluğu, sözcüklerin her türlü kuşkudan uzak bır inançla sıralanması, hepsinden önce de uzaktan görmekten bile haz duydukları bu mucize kızın yanı başlarında, masalarında bulunması karşısında kendilerinden geçiyor, insan bilgisinin ancak bu denli derin olabileceğini düşünerek her tümcenin sonunda kafa sallıyor, arada sırada bir soruyu yanıtlamak durumunda kalınca da ağızlarının içinde birtakım bulanık sözcükler gevelemekle yetiniyorlardı.
Yazın öğretmenleri iki ders arasında, toplumsal bir ereğe destek olmayan bir yazının hiçbir biçimde çağdaş sayılamayacağını, bu toplumsal ereğin de “tarihin durdurulmaz akışı”na uygun olarak, insanlığı sınıfsız bir dünya toplumuna götürecek evrensel devrimi gerçekleştirmek olduğunu vurguladığından çağdaşlık gereği , “çağdaş dergileri izliyor ve gene çağdaşlık gereği başta Nâzım Hikmet olmak üzere toplumcu ya da toplumsal gerçekçi ozan ve yazarların yapıtlarını yercesine okuyarak onların açtıkları çığırdan gitmek istiyor, hem kuramsal ve uygulayımsal eksikliklerini gidermek hem de yazın dışında kalan şeylere harcadıkları zamanın acısını çıkarmak amacıyla ikide bir yazının özü ve işlevi konusunda karşılıklı yorumlara girişiyor, büyük ustaları gibi, Güle, bülbüle, ruha, mehtaba, falan filan karnımız tok.” deyip insanı “Marksisto Leninist şuur la devinmesi gereken 30 kilo kemik, 7 litre kan, bir iki kilometre kadar damar, adale, et, sinir ve deri , dünyayı her tırnağında 1000 manda kuvveti demirleşen makinelerle yırtılıp deşilerek yalnızca 77 katlı betonarme dağları yla gölgelenen uçsuz bucaksız bir beton düzlük olmayı düşleyen mazoşist bir uzam biçiminde düşünerek yarının insanının ve yarının dünyasının kurulmasına katkıda bulunmanın aydının ve sanatçının temel görevi olduğu sonucunda birleşiyorlardı. Böylece, Fehmi Gülmez yazın etkinlikleri için özel olarak aldığı iki kareli defterin birinde yoksul halkın sorunlarına eğilen yazar ve ozanları değerlendirdi, ikincisinde güzel’in ancak yararlı olduğu ölçüde geçerlilik kazandığı varsayımından yola çıkarak sanatçının bir yandan, sınıfsız cemiyeti kurana kadar , halkın güncel sorunlarma ışık tutmak, öbür yandan, oyuncularına kolektivizmin temiz optimizmini oynatacak rejisörünü ve yirmi birinci asrın mühendiz bestekârı nı beklemeden, geleceğin bugünden daha güzel olacağına ilişkin ipuçları vermek zorunda olduğu konusunda bol örnekli bir kuram geliştirdi. Rahmi Sönmez de kırmızı saten kapaklı hatıra defteri nde her gün biraz daha çoğalan uzunlu kısalı şiirlerle bu kuramı uygulamaya çalıştı: Masasının başına geçip de kurşun kalemi eline aldı mı eşsiz belleğinde daha önce okuduğu şiirlerden, öykülerden, gazete haberlerinden, Fehmi’nin denemelerinden, yazın öğretmeniyle konuşmalarından sayısız ögeler birbirine yansıyıp ışıldamaya başlıyor, kendisine de bunlardan birini ya da birkaçını seçip gene belleğinde beliren çağdaş uyumlar içinde sayfalara dökmek kalıyordu. Bunun sonucu olarak, gönül verdiği ağa kızını kaçırmaya kalktığı için başına gelmedik dert kalmayan yoksul ve topraksız köylünün başkaldırtıcı yaşam serüveninden dokuma fabrikasında kolunu makineye kaptırdıktan sonra sözlüsünden bucak bucak kaçmaya başlayan Zeyrekli işçinin acıklı öyküsüne dek, çağdaş ozan ve öykücülerin bütün gözde konularını bir kez daha değerlendiriyor, ancak, bunu yaparken her zaman kesin çözümler getirmese bile araya geleceğin bugünden daha mutlu olacağını sezdirecek ögeler sokuşturmayı hiçbir zaman unutmuyordu.
Ön sözden
..
Hiç kuşkusuz “Yaşamım roman olur! diyerek serüvenlerini yazacak romancı arayanlara da hem serüvenlerinin romansılığına hem yazma yeteneklerinin üstünlüğüne inanarak yaşamlarını romana dökmeye kalkanlara da oldukça sık rastlanır. Ama bu coşkulu insanların doğru yolda olduklarını söylemek zordur. Sorun kendilerine, Yaşadığınızı bu denli ilginç buluyorsanız ne diye bir düş ürünü, bir kurmaca görüntüsü altında sunmak istiyorsunuz onu? Ne diye gerçekliğinden koparmaya kalkıyorsunuz? deyin, tutarlı bir yanıt alamazsınız çünkü neresinden bakılırsa bakılsın, tutum temelinden sakattır.
Karın hep aynı yoğunlukla yağmasına karşın, kaldırımlardaki insanlar, hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi, vitrin
önlerinde oyalanıyor ya da hiç acele etmeden yürüyorlardı .
Kendisi de onlar gibi yürümeye başladı. Birden, yıllarca önce, Peride’yle kol kola, kentin sokaklarında yürüyüşleri geldi
usuna: sokaklar, caddeler, alanlar bir noktadan bir noktaya
ulaşmak üzere hızla geçilen yerlerdi onlar için, nerdeyse hiçbir şeye bakmadan geçip giderlerdi hep, vitrinlerse en son bakacakları şeydi, arada bir baktıkları zaman da düşman kenter
evreninin tiksindirici göstergeleri diye bakarlardı, kısacası,
bu insanlara hiç mi hiç benzemezlerdi. Şu var ki, bir süre yürüdükten sonra, nerdeyse kıskandı onları: hep kolayın, hep
bilinenin ardından koşuyor, ellerini uzatınca tutabilecekleri
şeyleri arıyor, bunun için de gerçek özlemlerden ve gerçek
bunalımlardan uzak kalıyorlardı.
Gene de tek elle
tutulabilen şu küçücük desteyle evin her yanını dolduran ve
her parçası başka öyküler anlatan koca kitap ve dergi yığınları arasındaki oylumsal oransızlıkta bile rahatsız edici bir şeyler vardı . Sonra, iki, üç, dört sayı çıkmış hevesli dergileri, küçüklü büyüklü şiir ve öykü kitapları, hapishane ve işkence
anılan, raflarda dururken, hiç açılmadıkları zaman bile, hep
bir ölümsüzlük ortamında dinlenir gibi görünmüşlerdi gözüne, §imdi, yerlerinden indirildikten sonra, kurşuna dizilmek
üzere elleri arkadan bağlanıp bir duvar dibine sıralanmış eski
devrim askerlerini andırıyorlardı.
” Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o.
Yoldaştı o ..
Neden sonra, evdeki bütün rakıyı bitirip
duvara tutuna tutuna yatağına giderken, Korkunç bir yazgı
bu benimki , diye söylendi, Nazım’ınkinin tam tersi: onunki hep bırakmak, benimki bırakılmak
‘ ama kendi kendine benzerliğinden fazla bir şey yitirmemişti.’
‘’ Bir zamanlar küçük Amerika olacağız deyip dururlardı, şimdi bir adım daha attılar, küçük Arabistan olmak istiyorlar.’’
ekonomik açıdan Marx’ın öngördüğü dönemin çok uzaklarında bulunsak bile, beğeni açısından yozlaşmanın son sınırına dayandığımız kuşku götürmezdi.
hep kolayın, hep bilinenin ardından koşuyor, ellerini uzatınca tutabilecekleri şeyleri arıyor, bunun için de gerçek özlemlerden ve gerçek bunalımlardan uzak kalıyorlardı.
Arada bir, kavşaklarda, ‘’Sağa mı? Sola mı?’’ diye sordu. Peygamber, içinden hep, ‘’Sola,’’ demek gelmesine karşın, tarihin akışı gereği ‘’dosdoğru’’nun da ‘’sol’’ olduğunu düşünerek, ‘’Dosdoğru, dosdoğru!’’ demekle yetindi.
Bilinmeyeni göğüslemesini de bilmek gerek,
Yani herkes suçludur mu diyorsun?
Hiç kimse suçsuz değildir diyorum.
Şurası bir gerçek ki, her şey bir kuşak sorunu, her kuşak kendi savaşını kendi yöntemleriyle yapıyor. Böyle olması da zorunlu, çünkü dünya dönüyor ve tarih dönüşü olmayan yolunda her geçen gün biraz daha ilerliyor.
Bu arada, sıra Nazım Hikmet’in kitaplarına gelip de kitapçı yerinden fırlayarak, ‘’Çocuklar, bunları alta koyun; bakarsın, yolda çevirip arama yapmaya kalkarlar, başımız belaya girmesin!’’ deyince, gülmekten kendini alamadı. Delikanlılardan biri de kendisi gibi güldü. ‘’Patron, bunların hepsi tehlikeli: hangi birini alta koyalım!’’ dedi.
kuramsal düzlemde inancı hep sürmekle birlikte, bireysel düzlemde her gün biraz daha derin bir umutsuzluğa gömülüyordu.
Öyleyse faşizm komünizmden daha kolay mı öğretiliyordu?
Bilinmeyeni göğüslemesini de bilmek gerek.
Ölüler genç kalır.
bunca yozlaşma tek bir sözcükle açıklanabilirmiş gibi, ‘’Yaşam,’’ deyip çıktılar işin içinden.
Ama, öyle anlaşılıyordu ki, bu çocuklar ya Nâzım’ı ve onu izleyen kuşağı bilmiyor, ya çağdaş Türk şiirini kendileriyle başlatmak istiyorlardı; kısacası, tarih bilincinden yoksundu hepsi de. ‘’Zavallı Türk şiiri, kimlerin eline düşmüş!’’ diye düşündü.
Neden sonra, evdeki bütün rakıyı bitirip duvara tutuna tutuna yatağına giderken, ‘’Korkunç bir yazgı bu benimki,’’ diye söylendi, ‘’Nâzım’ınkinin tam tersi: onunki hep bırakmak, benimki bırakılmak.’’
ülkenin solcularının ya Fehmi Gülmez gibi yozlaştırıldığını, ya Vantrilog Arif ve Mujik Necmi gibi içeri alındığını, solun tehlikede olduğunu gizlemek amacıyla, kendisine ‘’Gençlerle baş başa’’ sayfasında yanıt veren dergi gibi yalancı sol dergiler çıkarıldığını, kısacası, solun yolunun iyiden iyiye tıkandığını, evinde de Zarife’nin kenter değerlerini savunduğunu düşünüyor, bunalacak gibi oluyordu.