İçeriğe geç

Peygamberimizin Hayatı Kitap Alıntıları – Salih Suruç

Salih Suruç kitaplarından Peygamberimizin Hayatı kitap alıntıları sizlerle…

Peygamberimizin Hayatı Kitap Alıntıları

Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderinden kurtulamaz!
Zulme ve ahlaksızlığın her türlüsüne karşı, isim ve şekli ne olursa olsun, mücadele veren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak
Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!’
“Biz, ALLAH’tan başkasına secde etmekten yine ALLAH’a sığınırız!”

Dipnot: Hz. Cafer bu sözleri Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye söyleyerek Necaşi’nin saygısını kazanan ve Müslümanları Mekke müşriklerine teslim etmekten caydıran sahabe.  

Günümüzde insanlığın asıl ızdırabı, kâinatın efendisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.) tam mânâsı ile tanımamak, hakîkî şahsiyetini bilmemek ve getirdiği hayat bahşeden esaslara aşk ve şevk içinde kucak açmamaktan ileri gelmektedir. Dünyanın manevî sarsıntısı da, sıkıntısı da, anarşi ve huzursuzluk içinde bocalayışı da bundan doğmaktadır. Onu (a.s.m.) anlamadıkça, sevmedikçe ve hayat bahşeden prensiplerini kendisine rehber edinmedikçe de insanlığın bu sıkıntı, sarsıntı ve buhrandan kurtulması mümkün değildir. İnsanlık onu anlamak zorundadır!
Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur!
Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fanidir, gider.
Kalp sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Latife-i Rabbaniyedir.
Kalpten maksat, sanevberi(çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkarı dimağdır.
En küçük alışkanlığı bile , tiryakisine bıraktırmak çok zahmetli ve uzun zaman isteyen bir iş olduğu halde , Alemler Fahri O Şanlı Nebi, cahil, vahşi ve inatçı insanların dem ve damarlarına işlemiş hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş pek çok adetin kısa zamanda , tek başına, hiçbir zora başvurmadan kaldırmaya muvaffak olmuştur
Haram öyle acıdır ki ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helal ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helalinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?
(Hz. Abdullah)
Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Her kim Kevser Havuzu kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.
‘Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah Teâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!’
Şâhid ol yâ Rab!..
Şâhid ol yâ Rab!..
Şâhid ol yâ Rab!..
İmanın girmediği kalp taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalbe ve vicdana sahip insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir.
İnsanlardan hiçbiri, bana Resûlullah’tan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır!
Gerçi, zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir; ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez. En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte, bunu, İslâmiyet nâmına Peygamber Efendimiz gerçekleştiriyordu.
Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en acımasız kırbaçtı. Kuvvetli olan, zayıf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu.
Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet
Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zevâl bulur. Her şey fanidir, gider.
Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.
Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes’ûlsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’ûldür. Kişi, ehil ve iyâlini korumakla mükellef ve bundan mes’ûldür. Kadın, kocasının evinden mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan mes’ûldür. Kişi, babasının malının muhafızıdır ve bundan mes’ûldür. Hepiniz idareniz altında olanlardan mes’ûlsünüz.
Yâ Erhamerrâhîmin! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) hürmetine bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve Dâr-ı Saadet’te onun âl ve ashabına komşu eyle! Âmin. Âmin. Âmin.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fânidir, gider. Eivet, ben de öleceğim. Fakat, ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, tertemiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum.
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îman, ilim, hikmet, şefkat gibi maneviyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, maddî temizliğin de manevî temizlikle münâsebeti mevcuttur .
Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlakıyla haketmişti.
.. ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
Muhammed
Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin? dediler.
Cevabı şu oldu:
Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!..
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu semâvâtü zemin. diye haykırdı.
Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti!
Peygamber Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah b. Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan mübarek sımasını görünce, Şu sîmada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz! diye kendi kendine söylenmişti.
Resûli Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zahiren tatlı, fakat manen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dünyayla birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu, içinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Ensâr’dan Enes b. Mâlik ise, şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:
Ben, Resûlullah’ın (s.a.v.), Medine’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim!
Resûl-i Ekrem,.. masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve, Beni seviyor musunuz? diye sordu.
Hep bir ağızdan, Evet, seni seviyoruz ya Resûlallah!.. dediler.Kâinatın Efendisi ise, Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! buyurdu.
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullah’ın mübarek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Kadınlar, çocuklar, söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
Veda yokuşundan doğdu dolunay bize
Allah ‘a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes ‘ud hâlimize
Ey bize gönderilen Yüce Peygamber, sen, İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize!..
‘Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak, Cehennem’den başka bir şey görmeyecek! Öyle ise, her kim ki, kendisin velev ki bir yarım hurmayla olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bari Kelime-i Tayyibe ile [güzel sözle] kendisini kurtarsın
Resûl-i Ekrem Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe îrad buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senadan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitab etti:
Ey insanlar!.. Sağlığınızda âhiretiniz için tedarik görünüz.
Böylece, ibâdeti, takvası, sadâkati, metaneti, cesareti vesâir bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve çalışkanlığı ile de sahabîlere en güzel örnek oluyordu.
, Ey Arap topluluğu!.. İşte, beklediğiniz devletliniz geliyor! diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.
Bu müjde, Medine sokaklarında bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu!
Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahri Alem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zîra, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en âdisi sayılırdı!
Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalblerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz?
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zâten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
Şu hâlde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak, yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.
Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlâdlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız! Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım!
. biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz!
Yâ Resûlallah!.. dedi, Her davetin bir yolu var: O yol ya kolay olar ya da zor!.. Bugün senin yaptığın davet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takib ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik.
Medineli Müslümanlar, Resûlullah’tan kendilerine İslâm âdab ve erkânını öğretecek bir Kur’ân muallimi göndermesini istediler. Resûli Ekrem, onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nâzik ve medenî, aynı zamanda güzel bir sımaya sahip, Kureyş’in eşrafından genç sahabî olan Mus’ab b. Umeyr Hazretlerini gönderdi.
Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur! Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâb eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır!
Bir dâvanın hızla intişarı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiplerinin çokluğuyla doğru orantılıdır. Resûli Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem îmana davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle hacc mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o ânı(miraç) şöyle tasvir eder:
Söyleşirken Cebrail ile kelâm Geldi Refref önüne virdi selâm.
Aldı ol şahı cihanı ol zaman Sidre ‘den götürdü vü gitdi heman
Bir feza oldu o demde runüma Ne mekân var anda, ne arzü sema
Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal Aklüfikr etmez o hâlifehmü hâl
Bu sebeple,her dakikası bir nevi ibâdetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi; aksine, insanların îmana kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesi idi.
Allah’ım!.. Sen razı oluncaya kadar affını dilerim!
Allah’ım!.. Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!
Allah’ım!.. Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat, Senin af ve mağfiretin, bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
Allah’ım!.. Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan uzak kalmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhî nuruna sığınırım!
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı.. sonra şu hazin münâcâtta bulundu:
Allah’ım!.. Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak Sana arzeder, Sana şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah!.. Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriya’ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mâni olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revan içinde kaldı.
Lat ve Uzza’ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler, bu çirkin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Peygamberine, ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak saldırttılar.
Müşrikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin vefatlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize reva gördükleri eza ve cefaları birden kat kat artırdılar. Öyle ki, Efendimiz, onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dolayı dini neşretme vazifesini yapamaz hâle gelmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir