Lesley Hazleton kitaplarından Peygamberden Sonra kitap alıntıları sizlerle…
Peygamberden Sonra Kitap Alıntıları
O son gece uzun bir gece oldu. Dua ve hazırlık gecesi oldu. Hüseyin üzerindeki zincir zırhı çıkarıp basit, beyaz ve dikişsiz bir entari giydi – bir kefendi bu. Bir kâsede mür eritti, kendisine sürdü ve askerlerinin vücutlarına da bu kokudan sürdürdü, hepsi de bunun ölüme hazırlık olduğunun bilincindeydi. Onlar ölenlerin vücuduna sürülen bu kokuyu önceden sürüyorlardı.
Hüseyin’in büyük oğlu Ali Ekber yetişkinlik çağına yeni gelmişti, güçlü bir delikanlıydı ve o da susuzluktan ölmektense, savaşarak öleyim bari diyerek kamptan çıktı. Ona saldıranlardan biri olayı, “Yüzü ay gibi parlayan bir delikanlı üzerimize geldi, ” diye anlattı. “Ayaklarındaki sandaletlerden birinin bir bağı kopmuştu, ama sağ mıydı, sol muydu hatırlamıyorum. Sanırım soldu. ”
Ali Ekber öldürülünce Hüseyin koşup bir şahin gibi üzerine kapandı, kollarına aldı onu. Şii posterlerine ikisi hâlâ böyle gösterilir. Mehdi Ordusu komutanı Muktada el Sadr’ın da babasını kollarına almış halde gösteren böyle bir posteri vardır ve onun saygın bir vaiz olan babası Muhammet Sadık el Sadr da, 1998’de iki büyük oğluyla beraber Saddam’ın katilleri tarafından öldürüldü.
Ama belki de en ironik imaj, Hüseyin’in hâlâ bebek oğluna ait olandır. Bu küçük oğlan çocuğu susuzluktan o kadar zayıf düşmüştü ki, ağlayamıyordu bile. Hüseyin büyük bir umutsuzluk içinde onu kollarına aldı ve çadırların önüne çıkıp düşmana gösterdi. Susuzluktan kurumuş, çatlamış dudaklarını zorlukla açıp, Şimr’in askerlerine yalvardı, en azından çocuklara su vermelerini istedi.
Ama ona cevap olarak atılan ok, Hüseyin’in ileriye doğru uzanmış kollarında yatan bebeğin boynuna saplandı.
Anlatılanlara göre, bebeğin kanları Hüseyin’in parmakları arasından süzülüp yere damlarken, Hüseyin Allah’tan intikam istedi. Ama kuşaklar boyu tekrar tekrar anlatılan hikâyelerin kendiliğinden oluşan bir mantığı vardır. Zaman içinde hikâyelerde değişiklikler oldu ve bazıları Hüseyin’in Allah’tan intikam değil, merhamet dilediğini söylediler. Onlara göre Hüseyin, “Oh, Allah’ım, şahidim ol ve bu kurbanı kabul et!” dedi ve bebeğin kanı yerçekimine karşı koyup gökyüzüne doğru aktı ve bir daha da yere düşmedi.
‘Müminlerin Komutanı öldürüldü! ’ diyerek Müslüman kanı dökmeyin sakın. Bu adamı da kesip parçalamayın, çünkü ben Allah’ın Habercisinin, ‘Vahşi bir köpeği bile kesmeyin, ’ dediğini duydum. ”
Hz. Ali için hurma ağaçları altında işlenen cinayetler korkunç bir şeydi, kabul edilecek gibi değildi. Vahab’a bir mesaj gönderdi ve katilleri teslim etmesini, istedi. “Kuran’ın söylediği gibi, ‘Bu büyük suç ve günahtır, ’” diye yazdı. “Allah aşkına! Bir tavuğu bile bu şekilde öldürseniz Allah’a karşı günah işlemiş olursunuz. Allah’ın bir insanın öldürülmesini yasakladığını bilerek bunu yapmak ne anlama gelir?” Vahab ona şöyle cevap verdi: “Hepimiz onların katiliyiz. Ve hepimiz diyoruz ki: Senin kanın şimdi helaldir, Ali – bunun için bize izin verildi. ”
Mekke’nin eskiden hüküm süren sınıfı kontrolü yine ele geçirdi ve hem de intikamını aldı. Sütü kimin sağdığı açıktı ve iltimas ve yolsuzluk olayları artarken, boynuz tutanlar açıkça konuşmaya başladılar: haksız istimlâk olayları, sürgünler, hapis cezaları ve hatta infazlar devam ediyordu. Hz. Muhammet’in saygın eski dostları ve bir araya gelip Osman’ı Halife seçmiş olan diğer beş kişi ve en çok da Hz. Ali, açıkça muhalefete başladılar, olanları protesto ettiler.
Hz. Ali, İslam’ın mülklerinin zimmete geçirildiğini söyleyerek herkesi uyardı. Ümeyyeler aç bir kurt sürüsü gibi gördükleri her şeyi yiyip yutuyorlardı. “Osman küstah bir tavırla omuzlarını silkerken, kardeşleri de yanında duruyor, develerin baharda ot yemeleri gibi, Allah’ın mülklerini yiyorlar, ” diye konuştu. Bu kısa süreli bolluk sona erince, ellerinde sadece çıplak çöl kalacaktı.
Ayşe bir sonraki cuma, sabah namazında camiye gitti ve bir zamanlar Hz.Muhammet’in giydiği mesti elinde sallayarak, o keskin ve yüksek sesiyle Osman’a, “Baksana buraya sen, Hz. Peygamber’in mesti bile hâlâ sapasağlam duruyor, parçalanmadı!. . ” diye bağırdı. “Sen onun sünnetini, uygulamalarını bu kadar çabuk mu unuttun?”
Fatıma baskılara boyun eğmedi. Ölümün yaklaştığım hissedince Hz. Ali’ye, öldüğü zaman, üç aydan az bir zaman önce toprağa verilen babası gibi, gizlice gömülmesini istedi. Ölüm haberinin Ebubekir’e verilmesini istemiyordu; cenaze namazını o adam kıldırmamalıydı. Fatıma sessizce gömülmeli, cenazesinde sadece gerçek Ehlibeyt bulunmalıydı.
Ayşe rakibinin ölüm haberini aldığında sevindiyse bile, bunu hiç belli etmedi. Böyle bir konuda sevinmeye hiç ihtiyacı yoktu zaten. İki kez onurlandırılmıştı o; hem Hz. Peygamber’in dul eşi, hem de onun halefinin kızıydı. Aslında üç kez onurlandırılmış sayılırdı, çünkü cami duvarına bitişik olan kulübesi şimdi Hz. Muhammet’in mezarıydı.
Ebubekir, Fatıma’nın talebini reddederken, halkçı bir mesaj vermiş oluyor ve “Hz. Muhammet’in Evi İslam’ın Evidir ve onun içinde herkes’ eşittir, ” demek istiyordu. Ama her zaman olduğu gibi, bazıları diğerlerinden biraz daha fazla eşit oluyordu. Ebubekir, Hz. Muhammet’in diğer dul eşlerine çok cömert davrandı – ve özellikle kendi kızı Ayşe’ye Medine’de ve Arap Yarımadası’nın diğer tarafında, Bahreyn’de değerli mülkler bağışladı.
Fatıma bu duruma çok kızdı. Babasının en genç karısı ödüllendiriliyor, ama onun ilk ve en sevgili karnından doğan en büyük kızı geri itiliyor, her şeyden mahrum bırakılıyordu. Fatıma ölü doğan çocuğunun ve Ebubekir’le tartışmasının acısını bir türlü unutamadı. Ama üçüncü çocuğunu kaybettikten sonraki o aylarda ona en büyük acıyı veren şey, Ebubekir’in, Hz. Ali’yi saf dışı bırakması, adeta sürgün etmesi oldu.
Kapalı bir toplumda boykot güçlü bir silahtır. İnsan üzerine yapılan baskılar karşısında günler, haftalar geçerken gittikçe ortadan kaybolur, görünmez olur. İnsanlar size sırt döner; dostlar uzaklaşır, tanıdıklar sanki orada değilmişsiniz gibi, yanınızdan geçerken sizin ötenize bakarlar. Hz. Ali camide bile tek başına namaz kılmaya başladı.
Fatıma’ya karşı yapılan saygısızlık yetmezmiş gibi, kadın şimdi sahibi olduğu mülkü de kaybedecekti. Ölü çocuk doğurduktan kısa bir süre sonra Ebubekir’e haber gönderip, babasından kendisine miras kalan toprağı istedi – Medine’nin kuzeyinde, büyük Hayber ve Fadak vahalarında bulunan hurma bahçeleriydi bunlar. Ama Ebubekir’den gelen cevap çok şaşırttı onu. Ebubekir’e göre, o topraklar kişilere değil, topluma aitti. Orası Müslümanlara hayır için ayrılmış bir yerdi ve Halife olarak onun tarafından idare edilecekti. Bu durumda Ebubekir o toprakları kimseye veremezdi. Söylediğine göre, Hz. Muhammet ona, “Bizim vârisimiz yok. Geride bıraktıklarımız zekâttır, ” demişti.
Hz. Muhammet’in cenaze töreni garip bir şekilde düzensiz, karmaşa içinde oldu. Aceleyle -aslında gizlilik içinde- ve daha sonraki hac seferleri ve kutsal yerler düşünüldüğünde, oldukça sade ve heyecansız bir biçimde yapıldı.
Hz. Ali ve yakınları Ebubekir’in Halife seçildiğini öğrendikleri zaman, Hz. Muhammet’in ölümü üzerinden bir buçuk gün geçmişti ve haziran ayı sıcağı düşünülünce hemen gömülmesi gerekiyordu. Âdetlere göre, cenaze yirmi dört saat içinde gömülmeliydi, ama bütün kabile ve klan reisleri şûrada olduğu için beklemek zorunda kaldılar. Fakat şimdi şûra bir lider seçmişti ve Ebubekir seçildiğini herkese onaylatmak için hiç kuşkusuz muhteşem bir cenaze töreni yapacaktı, ama Ali ona bu fırsatı vermeyecekti. Büyük bir tören yapılmayacak, Hz. Muhammet’in cenazesi gece vakti sade, normal bir törenle toprağa verilecekti.
Hz. Muhammet’i güzelliğiyle cezbetmek için ona bir soru sormak hoşuna giderdi sanki Ayşe’nin. Bir gün, sadece bir genç kızın sorabileceği ve yıllar sonra olayı anlatırken yaşlı bir kadının üzüleceği, pişmanlık duyacağı bir soruydu bu. Ayşe bir gün Hz. Muhammet’e, tam da ona yaraşır bir dille -başka hiç kimse Hz. Muhammet’le bu kadar açık konuşamazdı- Tanrı ona daha iyilerini vermişken, nasıl oluyor da o dişsiz yaşlı kadının anısına bu kadar sadık kalabildiğini sordu.
Ayşe’nin bu soruyu eğlence olsun diye, etkisinin ne olacağını hiç düşünmeden sorduğunu anlayabilirsiniz. Fakat soru genç ve hayat dolu insanların, yaşlı ve ölmüş insanlara karşı saygısız davrandıklarını gösteren bir tarzda, zalimce sorulmuştu. Ve Ayşe bir an için, Hatice’ye bu şekilde üstünlük sağlayacağını düşünmüş olsa bile, Hz. Muhammet’in cevabı onu hemen susturdu.
Hz. Peygamber, “Hayır, Allah aslında onun yerine daha iyisini göndermedi bana, ” diye cevap verdi. “Allah diğer kadınların çocuklarını tutarken, bana onun çocuklarını bahşetti. ” işte her şey söylenmişti: Hatice sadece tüm eleştirilerin ötesinde olmakla kalmamış, Hz. Peygamber Ayşe’nin hamile kalmamasının da onun hatası olduğunu belirtmişti. Ayşe ona bir bakire olarak gelmişti, ama kadınların anne olarak değer kazandıkları bir toplumda o bir anne değildi ve asla da olamayacaktı
fakat inanç karşısında mantık bir işe yaramıyordu.
”Ağlıyorum , çünkü zenginlik düşmanlığa ve ortak acılara neden olur, ”
Hz.Ömer
“Hüseyin açıkta , her yeri kesilmiş yerde yatıyor. Ey Hz. Muhammed. Kızların esir alındı, torunların öldürüldü ve doğu rüzgârı toz savuruyor onların üzerine. “
Batılılar yüzyıla yakın süren bir başarısız müdahale sürecinden sonra, sonunda geri çekilip Sünni – Şii bölünmesinin duygusal derinliğini anlayıp onaylamak ve istenen saygıyı göstermek ihtiyacını hissettiler. Kerbela hikâyesi sadece derin ahlaki sorulara – idealizme karşı faydacılık, uzlaşmaya karşı saflık sorularının derinliğine ulaştığı için devam edip güçlenmedi. Onun DNA’sı, hem politikaları, hem de inancı test eden ve ikisinin kesiştiği geniş ve çoğu zaman dehşet verici arenayı canlandıran maddedir.
Mehdi mağarada ölmedi, ama ghrayba (gizleme) haline girdi, ruhani anlamda mükemmel bir tercümedir bu, astronomiden gelir, bir gezegenin diğerinin önüne geçip onu saklaması demektir. Güneş ya da ay tutulması da bir gizlemedir, ışık kaynağı gizlenir ama ışığı, önünü kapayanın kenarlarından sızar. Ama ghrayba’ya basitçe “saklama” demek daha doğru olur ve bu nedenle Mehdi’ye çoğu zaman Saklanmış imam da denir.
Kerbela hikâyesi hâlâ kullanılıyordu, ama artık daha kararlı bir hileli yönlendirme ile yapılıyordu bu iş. 1980lerde yaşanan İran – Irak savaşında binlerce İranlı gence, başlarına takmaları için üzerinde “Kerbela” yazan bantlar verildi ve bunlar canlı mayın taramacı olarak araziye gönderildi. Pek çoğu Irak’ta İran askerlerinin yolunu açmak için mayın tarlalarına girip öldüler ve bunu yaparken, şehit olup cennete gideceklerine inandılar. Cephedeki askerlere şehitlik ilhamı vermek için, acıklı, ağlatıcı Kerbela şarkıları söyleyen şarkıcılar gönderildi ve bunların en ünlüsü “Humeyni Bülbülü” idi. Humeyni, Kerbela faktörü sayesinde iktidara geldi, sonra onu kontrolüne aldı ve Şariati’nin uyardığı gibi, bir uysallık ve itaat aleti haline getirdi.
Hz. Peygamber öleli daha elli yıl bile olmamıştı, ama ailesinin erkekleri öldürülmüş ve kadınlarına hakaret edilmişti. Haberler İslam âleminde yayılırken, onlarla beraber acı bir utanç hissi de yayıldı ve Hz. Muhammet’in ailesine yeni bir isim bulundu: Beyt-el-Ahzan, Keder Hanesi dendi.
İbn Taymiya, kötü bir liderle geçirilecek altmış yılın, beceriksiz bir liderle yaşanacak bir tek geceye tercih edileceğini söylemişti. Onun mantığına göre, etkili bir şekilde, iyi yönetilmeyen bir ülkede İslam yasasının uygulanması mümkün değildi.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Amacına ulaşamayacağını bildiği halde neden yoluna devam etmişti Hüseyin? Talebi konusunda haklı olduğuna aşırı inanmıştı ve artık gerçekleri göremiyor muydu acaba? Nasb ile -doğuştan olan asalet ve onur- o kadar doluydu ki, haklı olduğundan ve zafer kazanacağından başka bir şey düşünemez mi olmuştu? Sonunda aklı havalarda mıydı, saflaşmış mıydı? Umutsuzluktan mı, yoksa temiz motivasyondan uzak kaldığı için mi öyle davranmıştı? Çılgınca mı yoksa aşın akıllıca mı düşünmüştü?
Retçiler kendi hayatlarını hiçe sayarak Hz. Ali’nin büyük, güçlü ordusuna saldırdılar. Saldırırken birbirlerine, “Gerçek bizim için parladı!” diye bağırdılar. “Allah’a kavuşmaya hazır olun!” “Cennet’e acele koşun! Cennete!” haykırışları da modern intihar bombacılarına meşum bir çağrıydı sanki.
Eğer Hz. Ali, Şii İslam’ın kurucu figürü ise, Hüseyin onun kurban edilmiş ikonu olacaktır. Irak’a vardığı zaman onun başına gelenler, Şiiliğin hırs, öfke, tutku hikâyesi – duygusal ve ruhani çekirdeği olacaktı.
Hz. Ali’nin hayatını alan kılıç darbesi aynı zamanda onunla ilgili tüm kuşkuları da alıp götürdü. Hayatta iken onu küçümseyen Iraklılar, ölümünden sonra iyice yücelttiler, neredeyse Hz. Muhammet düzeyine çıkaracaklardı.
Muaviye bir gün ordusunun başındaki generaline, “Ne kadar kurnaz bir adamsın sen?” diye sordu. General gururlu bir ifadeyle, “Hiçbir zaman içinden çıkamayacağım güç bir duruma düşmedim, ” diye cevap verdi. Muaviye bu fırsatı kaçırmadı ve Ama ben hiçbir zaman, içinden çıkma ihtiyacı duyacağım bir duruma düşmedim, ” dedi.
Selefi Ömer hiç kuşkusuz tahmin etmişti bunu. Pers sarayından ganimetler Medine’ye geldiği zaman Ömer herkesin beklediği gibi memnuniyetle gülümsememişti. Gelen altınlara, kabzaları mücevher kaplı kılıçlara, işlemeli ipek kumaşlara baktı, gözleri yaşardı ve “Ağlıyorum, çünkü zenginlik düşmanlığa ve ortak acılara neden olur, ” diye konuştu.
Haşimiler Hz. Peygamber’i kendi klanlarından çıkardıkları için onurlandırılmıştı. Ama artık Hz. Peygamber olmadığına göre, liderlik onuru diğer Kureyş klanlarından birine verilmeliydi. Hz. Muhammet her zaman gücü yaymak, bir klanın diğerlerinden üstün olmasını önlemek istemişti. Bir başka Haşimi olan Ali’yi halef olarak seçmek, İslam liderliğini bir tür aile monarşisine dönüştürme gibi olacaktı ki, Hz. Muhammet bunu hiçbir zaman istememişti. Liderlik toprak sahipliği gibi babadan oğula miras olarak geçmemeliydi. Liderlik soyla değil, insan değerine göre
verilmeliydi. Bu, her zaman Hz. Muhammet’in arzusu olmuştu. Bu
nedenle bir halef seçmemişti. Halkın düşünüp kendisine yaraşır, doğru bir lider seçeceğinden emindi o.
Bir tek silahı var ve o da ölüm. Düşmanı yenemezse, en azından kendi ölümüyle rezil eder, gözden düşürür onları.
..çünkü yeminini bozan insan kendi ruhunu bozmuş olur.
“İnsanlar her zaman satın alınabilir, onlar dirheme esirdir. Korkarım seni terk ederler ve hatta seninle savaşabilirler bile.”
Böylece savaşın, hiç kimsenin istemediği, ama kimsenin de kaçınamayacağı ilk muharebesi başladı – ve bu iç savaş, yirmi birinci yüzyılda da, ilk başladığı yerde, Irak’ta hâlâ devam ediyor.
Birisi çıkıp, “Bu fitneye inanan hiç kimse kendisini ondan kurtaramayacak,” diye konuştu. Bir başkası, “Bu işin sonu en çok nefret ettiğiniz şeyden bile kötü olacak,” dedi. “Yamanması mümkün olmayan bir yırtık, asla onarılmayacak bir çatlak olacak bu.”
“Başkalarına karşı birleşmiştik,” diye mırıldandı. “Ama şimdi, demirden iki dağ gibi ayrıldık, birbirimizi bitirmek istiyoruz.”
Şiiler hâlâ, Bağdat’ın yaklaşık yüz mil güneyinde, Hz. Ali’nin altın kubbeli türbesinin bulunduğu Necef’ten kumlu toprak alıp küçük kutulara koyar, namaz kılarken boyunlarına asarlar ve bir Şii, dünyanın neresinde namaz kılarsa kılsın, secdeye vardığı zaman alnı o kutsal toprağa değer.
Eğer Hz. Muhammet ondan bir an için kuşkulanmış olsa bile onu affetmek kolaydı, ama Hz. Ali’yi affedemezdi Ayşe. Yedi yıl sonra, Hz. Muhammet ölmek üzereyken, yeni gelişmeler yaşandı ve Ayşe, Hz. Ali’ye karşı hazırladığı ordunun başına geçti. Ayşe onun Hz. Muhammet’e verdiği tavsiyenin acısını ömür boyu unutmayacaktı. Ve bugün bile devam ediyor o acının etkisi. Sünniler Ayşe’ye El Mubra, yani Temize Çıkmış diyorlar ama bazı Şiiler farklı bir ad veriyor ona ve hiç de uygun olmayan bir ifadeyle, El Fahişe diye hitap ediyorlar.
Fakat Ayşe gerçekten de o kadar küçük bir yaşta evlendiyse, diğerleri o zaman bunu mutlaka fark etmiş olmalıydılar. Aslında raporların çoğunda onun dokuz yaşında nişanlandığı, on iki yaşında da evlendiği yazılmıştır, çünkü o devirde âdetlere göre kızlar ergenlik çağından önce evlenemezdi. Ama normal âdetlere göre evlenmek Ayşe’yi yine normal, herkes gibi bir kız yapacaktı ki, Ayşe hiçbir zaman başkalarına benzemek istemedi.
Ayşe’nin ömrünün sonuna kadar kendini dinleyenlere söylediğine göre – hikâyede adı geçenlerin hepsinden daha uzun yaşadı- o, Hz. Muhammet’in sadece en genç karısı değil, aynı zamanda evlendiği zaman bakire olan, daha önce hiç evlenmemiş ya da önceki kocası ölmemiş olan tek eşiydi. En önemlisi de Hz. Peygamber’in en çok sevdiği karısıydı.
Yedinci yüzyıl Arap kadınları asla korkak değillerdi ve özellikle Ayşe çok sert konuşurdu ve çok zeki bir genç kadındı. Düşmanı lanetlemeyi, kendi tarafının mertliğini övmeyi ve yıllar sonra, muharebelerde etrafında insanlar ölürken, askerleri cesaretlendirip saldırıya teşvik etmeyi öğrendi. Hakaret dolu sözlerinin insanları kızdırdığını ama yine de güçlü olduğunu biliyordu – çok yüksek, adeta korkutucu bir sesle bağımdı. Fakat o gün orada adeta dili tutuldu, cesaretini yitirdi.
Hz. Muhammet, fakirler, yetimler, köleler gibi, herkesin Allah’ın gözünde eşit olduğunu söylüyordu. Ona göre, insanın doğduğu kabile, o kabile içindeki klan ve aile hiç önemli değildi. Hiçbir grup diğerleri üzerinde hak iddia edemezdi. Müslüman olmak -Allah’ın emirlerini yerine getirmek- eski bölünmeleri unutmak demekti. Kabileler ya da zenginle fakir karşı karşıya gelmemeliydi. Onlar insandı, bir toplumdu, tanrılar değil, bir tek Allah’a inanarak birbirlerine bağlanmışlardı.
Hz. Peygamber’in Hatice’den sonraki eşlerinin çocukları vardı ama babaları Hz. Peygamber değildi. En genç eşi Ayşe dışında, diğer eşleri boşanmış ya da kocaları ölmüş dul kadınlardı ve çocukların babaları başka erkeklerdi. Bu durum tamamen doğaldı. Zengin erkekler aynı zamanda dört kadınla evlenebiliyordu ve Hz. Muhammet siyasi bağlar kurmak için daha da fazla kadınla evlenebilirdi, ama kadınlar da istedikleri takdirde iki, üç hatta dört erkekle evlenebiliyordu. Fakat kadın erkek arasında bir fark vardı, bir erkek aynı zamanda birkaç kadınla evlenebilirdi, ama bir kadın ya boşandıktan -o devirde kadınlar da erkekler gibi kolayca boşanabiliyordu- ya da kocası çoğu zaman bir savaşta öldükten sonra evlenebiliyordu.
Ali Şeriati : Din insanların hayatında aykırı, çelişkili roller oynayan şaşırtıcı bir fenomendir. Din tahrip edebilir, hayat verebilir, uyutabilir ya da uyandırabilir, esir edebilir ya da özgür kılabilir, uysallık ya da isyan öğretebilir..
Tarih, çoğu zaman dikkatsiz, düşüncesiz insanlar tarafından yazılır..
Ali Şariati, öğrencilerinden çoğu Şah’ı kovmak için sokaklarda yürüyüp vurulmadan iki yıl önce, 1977’de öldüğü zaman 44 yaşındaydı. Ölüm nedeni, İngiltere’ye kaçtıktan üç hafta sonra geçirdiği kalp kriziydi.
Hz. Ali ve Muaviye’nin mücadelesi gibi, bugün Şii İran ve Sünni Suudi Arabistan da İslam dünyasında siyasi liderlik ve güç mücadelesi yapıyorlar ve bu güç mücadelesi en acı şekilde, Irak şehirlerinde ve Afganistan ve Pakistan dağlarında yaşanıyor.
Hz. Ali sabah namazı için Kufa’da camiye gitmişti. Cami girişinde, sabah karanlığında parlayan kılıcı ancak havaya kalkınca fark etti ve Retçi saldırganın, “Hükmü sadece Allah verir Ali! Sadece Allah verir!” diye haykırışını duydu.
“Muaviye ölürken yanında Yezid, aklında ise Hüseyin vardı. Son sözlerinde oğluna uyarı da vardı: “Hüseyin zayıf, önemsiz bir adamdır,” diye konuştu. “Ama Irak halkı onu isyan ettirene kadar bırakmayacaktır. Eğer öyle birşey olur ve onu yenersen affet, çünkü Hz. Peygamber’e çok yakın biri o ve buna hakkı da var.”
Eğer Yezid onu dinleseydi, yüzyıllar süren didişme, kavgalar ve bölünme belki de yaşanmayacaktı. Ama öyle ya da böyle, tarih çoğu zaman dikkatsiz, düşüncesiz insanlar tarafından yazılır.”
Hz. Ali oğullarına, “Bu dünyanın size davrandığı gibi davranmayın siz ona,” demişti. “Sizden alınan bir şey için ağlamayın sakın. Fitneden ve kavgadan kaçının.” Sonra Kur’an’dan bir ayet okuyarak, “İnsanları suçlarken Allah korkusunu düşünün,” diye eklemişti.
Kırbacımın yeterli olduğu yerde kılıcımı, dilimin yeterli olduğu yerde de kırbacımı kullanmam.
Muaviye
Hz. Peygamber bile bu ikili arasındaki düşmanlığın İslam’ın geleceğini nasıl etkileyeceğini düşünmedi.Yedi yıl önce kaybolmuş bir kolye olayı gibi küçük bir olayın, ileride yüzyıllar boyunca yaşanacak bir bölünmeye sebep olacağı kimin aklına gelirdi ki?
Hüküm sürmek bazılarının hakkı gibi görünür
Şiiler için kutsal olan , toplum değil , liderlikti.
Hz. Peygamber, Hatice’den sonra dokuz kez daha evlendi, ama bunların çoğu siyasi nedenlerle yapıldı; o zaman adet olduğu üzere, liderler arasında evlilik bağları yoluyla diplomatik ilişkiler sağlanıyordu..
Bir zamanlar Hz. Muhammed’e karşı olan ve tuzak kuran bazı kişiler artık büyük yardımcıları arasındaydı.Barış sağlanmış, toplum birleşmişti. Yeni bir çağın şafağı değildi bu, sabahı ölmüş , güneş parlıyordu, önlerinde umutlu bir gelecek vardı. Arabistan siyasi ve kültürel karanlığından çıkacak, dünya sahnesinde büyük bir rol oynayacaktı.böyle bir başarını kıyısındayken onun lideri ölebilir miydi? Ama Hz. Peygamber de her fani gibi ölecekti- savaşlardan, suikast girişimlerinden kurtulmuştu artta ömrü o kadardı, doğal nedenlerle ölüyordu
Bu olay hiç unutulmamış,gittikçe büyüyen bir sarmal haline gelmiş, geçmişi, şimdiki zamanı, inanç ve siyaseti, kişisel kimlikleri ve ulusal kurtuluşu da kapsayan bir yumak olmuştur
Kerbela iki Arapça sözcüğün bir araya gelmiş şekliydi; karab tahribat ya da harap olma,bala ise dert, keder ya da felaket anlamına geliyordu
Hz. Ali hem Sünnilerden ve hem de Şiilerden saygı gördü ve hâlâ da görür. Sünniler idolleştirmeden nefret ettikleri halde, kutsal yerlere yapılan ziyaretler ve kutsal insanlara edilen dualar hem Sünniler ve hem de Şiiler arasında sürdürüldü. Bazı yerlerde Aşure törenlerine Sünni saldırıları görüldü ama Sünniler çoğu zaman Şii komşularıyla bu törenlere katıldılar. Olanlar teolojik farklılıktan daha çok, zamanın siyasi farklılığından doğdu. Dinsel inanışların her zaman kullanılması ve yüzyıllar öncesi Ortadoğu’da ve modern Amerika’da da olduğu gibi, Sünni – Şii bölünmesi her zaman siyasi avantajlar sağlamak için kullanıldı.
Ali Şeriati, Batı’da pek tanınmaz, ama İran’da yıllarca Ayetullah Humeyni kadar saygı gördü. O bir din adamı değil, teolojiyi iyi bilen bir sosyoloji hocasıydı. Sorbonne’da eğitim gördü, Batı felsefesi ve edebiyatında çok okunan bir adamdı, Sartre, Fanon ve Che Gue- vara’yı Pers diline çevirdi. Onun sosyoloji ve teolojiyi karıştırması milyonlara ilham veren yeni bir tür İslam hümanizmi yaratacaktı, çünkü çok karizmatik bir konuşmacıydı o. 1970’lerin başlarında bazı konuşmalarını binlerce insan dinler, Tahran’da konuşma yaptığı salon çevresinde onu hoparlörlerde dinleyenler sokakları doldurur, konuşmalarının basıldığı kitaplar İran’ın en çok satan kitapları olurdu. Şariati hemen hemen tek başına Şii İslam’a yeniden hayat verirken, öğrenciler, işçiler, dindarlar, laikler, kadın erkek herkes -bir süre sonra Şah rejimine isyan edecek olan herkes yoğun bir umut ve büyük bir güçle ona cevap verdiler.
“İnsanlar her zaman satın alınabilir, onlar dirheme esirdir. Korkarım seni terk ederler ve hatta seninle savaşabilirler bile. ”
Şii-Sünni ayrışmasında, teolojik farklılıktan çok, zamanın siyasi farklılığından doğdu.
Irak ve İran pazarlarında satılan posterlerde, çok yakışıklı bir genç adam olarak görülür. Resimlerde uzun siyah saçları omuzlarına dökülmüştür, sakalında bir tek kır görülmez. Yüzü kırışıksızdır, etrafa gençlik parıltısı yayar.
Hz. Ali oğullarına, “Bu dünyanın size davrandığı gibi davranmayın siz ona, ” demişti. “Sizden alınan bir şey için ağlamayın sakın. Uyumlu ve iyi olun. Fitneden ve kavgadan kaçının. ” Sonra Kuran’dan bir ayet okuyarak, “İnsanları suçlarken Allah korkusunu düşünün, ” diye eklemişti.
Tarih çoğu zaman dikkatsiz, düşüncesiz insanlar tarafından yazılır.
Deve sanki sırtında Hz. Ali’nin ölü bedenini taşıdığını biliyor ve çok üzgünmüş gibi, ağır adımlarla yarım gün yol aldı.
Hamile kadının ve karnındaki çocuğun öldürülmesi bile Allah yoluna yapılmıştı.
Fakat inanç karşısında mantık bir işe yaramıyordu.
Hz. Ali’nin askerleri Ayşe’nin askerlerine bağırıp teslim olmalarını söylüyor, adeta yalvarıyorlardı.
İnsanlar Ayşe’nin, müminlerin anası olduğunu söylüyorlardı ama bir anne nasıl olurda oğullarını göz göre göre ölüme terkediyordu?
Asiler, Hz.Osman’ın soluğu kesildikten sonra bile vurdular ona.
Hz. Ali bir gün kuzenine, “Halife olduğumdan beri her şey bana karşı gelişti, beni küçülttü, zayıf düşürdü, ” diye konuştu. “Eğer yolsuzluklara, çürümeye karşı durma ihtiyacı duymasaydım, liderliği bırakıp bir kenara çekilir ve tatsız tuzsuz bir yaşama başlardım. ”
Vahhabilerin ilk İslam’ın temizliğine geri dönüş dedikleri çağrıları, yirminci yüzyılda ve yirmi birinci yüzyıl başlarında sadece Suudi Arabistan’da değil, Taliban olarak Afganistan’da, Selefiler olarak Mısır’da ve El Kaide olarak da birçok yerde güç kazandı.
Ölümünü yaklaştığını hisseden Fatma, sessizce gömülmesi ve Hz. Ebubekir’in katılmamasını ister.Ve sadece gerçek Ehlibeyt bulunmalıdır, dedi.
Ölüm haberini duyan rakibi Ayşe, buna sevinmişti.
Ama her zaman olduğu gibi, bazıları diğerlerinden biraz daha eşit oluyordu.
Bağırarak Ali’ye, dışarıya çıkıp Ebubekir’e bağlılık sözü verilmesini istedi. Bu yapılmazsa adamları ile beraber evi yakacaktı.
Zorla kapıyı açtı, kapının yanında duran Hz. Peygamberin kızı Fatma’ya çarptı. Fatma yere düştü, doğum aşamasında olan Fatma acı çekmiş ve Hz. Ömer bunu görünce evden çıkıp gitmişti.
Birkaç hafta sonra Fatma bebeği ölü şekilde dünyaya getirdi. Fakat bu asla konuşma konusu olmadı.
Hz. Muhammed’in cenaze töreni garip bir şekilde düzensiz, karmaşa içinde oldu.
Çünkü, onun toplumu ihtirasları için, lider seçme toplantısındaydılar. Hz. Ali’ye haksızlık yaparak lider seçme derdindeydiler.
Hz. Muhammed,
“Benim toplumum asla yanlış karar vermez.”
Hz. Muhammed halen gömülmemişken, Hz.Ali dışında herkes toplantı kararı almış ve halefi seçecekti.
Hz.Muhammed, ölümün pençelerinde kağıt kalem istiyor, fakat odada bulunan yakınları bunu vasiyet olduğunu hissedince, hiçbiri bu isteği yerine getirmiyor çünkü yerlerini kaybedecek diye korkuyorlardı.