Jack Zipes kitaplarından Peri Masalları ve Yıkma Sanatı kitap alıntıları sizlerle…
Peri Masalları ve Yıkma Sanatı Kitap Alıntıları
Örneğin, 1955’te California’da ilk Disneyland’ı kurmasının ardından EPCOT’un planları üzerinde çalışmaya başlamıştı, ki bu projeyi “PLanlıi kontrollü bir topluluk, Amerikan endüstrisi ve araştırmaları, okullar, kültür ve eğitim toplulukları için bir vitrin” biçiminde betimlemişti. Tüm Disney faaliyetleri ve filmlerinde olduğu gibi, vurgu kontrol üzerindeydi ve EPCOT Disney’in ölümünden sonra hayata geçirildiğinde, hayal gücü ve hareket özgürlüğünün sınırlı olacağı ortadaydı. Alexander Wilson’ın belirttiği gibi, “EPCOT manzarasının örgütleyici ilkesi kontroldür. İzleyicinin bakışına yön verilir; izin verilen görsel perspektifler, işitsel bölgeler ve hareket türlerinden hepsi merkezin çeşitli izleklerini güçlendirip yeniden yorumlar… EPCOT kusursuz bir ortamdır; Disney tesisinin yöneticileri tarafından görsel, işitsel ve kokusal olarak programlanmamış tek bir uzamsal alan barındırmaz.”
Kral Valour’un sarayında yaşayan hiç kimse ilk savaşı hatırlamıyordu. Ne nazırlar, danışmanlar, ne sekreterler, gözlemciler ya da diktatörler, ne gazeteciler, stratejistler veya diplomatlar, hatta generaller, albaylar, binbaşılar, yüzbaşılar veya teğmenler. Yaraları dikilmiş ve yeniden dikilmiş, tek gözlü, bir bacağı tahta ve bir eli kanca olan, hayatta kalmış en yaşlı asker Terence Wild bile anımsamıyordu. Çünkü ilk savaştan sonra bir ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi ve sonra yirmincisi, ardından yirmibirincisi yaşanmıştı ve bu böyle devam ediyordu. Kral Valour’un sarayındaki hiç kimse şeftalileri, serçeleri, tekir kedileri, yabanmersini reçelini, kırmızı turpları ya da yeşil çayırlarda kurumaları için ipe asılan çarşafları da anımsamıyordu. Üstelik Kral Valour heyecanla yirmi ikinci savaşı da planlıyordu: “Ayakta tek bir ağaç bile kalmayacak, ne de bir ot sapı; hayır ne tek bir dört yapraklı yonca ne de bir çekirge kalacak hayatta,” şeklindeydi öngörüsü, “çünkü nihai silahımız var, ölüm saçan ışınlarımız, felç eden gazımız ve hedefi mükemmel tutturan toplarımız.”
Mesele şu ki antik dünyayı biz oluşturmadık; o bizi oluşturdu. Çocukluğumuzda onu bir bütün olarak içimize çektik; onun değerleri ve bilinci, yetişkin birer kadın ve erkek olmamızdan çok önce usumuza kültürel mutlaklar olarak kazındı. Yenilip yutulmuş, ama hala midemizde duran çocukluğumuzun peri masallarını beraberimizde olgunluk çağımıza gerçek bir kimlik gibi taşıdık. Pamuk Prenses ve onun kahraman prensi arasında asla çok da şansımız yoktu. Bir noktada Büyük Bölünme gerçekleşti: Onlar (oğlanlar) cam kanatlı küheylana atlayıp Pamuk Prenses’i cücelerden satın almayı hayal ederken; biz (kızlar) her nekrofilin şehvet duyduğu nesne olmayı, masum, kurbanlaştırılmış Uyuyan Güzel, nihai uykudaki iyiliğin o güzel et parçası olmayı arzuladık. Kendimize rağmen, bazen bilerek, istemeden, aksini yapamadığımız için bize öğretilen rolleri oynuyoruz.
Andrea Dworkin, Woman Hating (1974)
Andrea Dworkin, Woman Hating (1974)
İsa’nın aksine, “modern dünyanın planları var. Yoksulluğu ve onun çektirdiği ıstırapları ortadan kaldırmayı arzu ediyor. Yöntem olarak Sosyalizm’e ve Bilim’e güveniyor. Hedeflediği, kendini sevinç yoluyla ortaya koyan bireyselliktir.” Paradoksal biçimde, topluma karşı bireysel mücadele, yeryüzünde kolektif olarak bir cennet inşa etmenin önünü açacak bireyselliğin yaratılmasında yeterli değil.
Açıkça özdeşleştiği İsa’nın noksanlarını tartışırken Wilde belli ölçüde kendini de eleştiriyordu.
Açıkça özdeşleştiği İsa’nın noksanlarını tartışırken Wilde belli ölçüde kendini de eleştiriyordu.
“Her Şey Ait Olduğu Yere” (1853) adlı masalında, bir malikenin kibirli aristokrat sahibi, kaz güden kızı köprüden aşağı iterken pek eğlenir. Bu sahneyi gören ve kızı kurtaran seyyar satıcı “Her şey ait olduğu yere!” diye bağırarak efendiyi lanetler. Kuşkusuz, bunun üzerine, aristokrat altı yıl içinde malikanesini içki ve kumar nedeniyle kaybedecektir. Malikanenin yeni sahibiyse sokak satıcısından başkası değildir. Ve elbette o da kendisine eş olarak kaz güden kızı ve kılavuz olarak da İncil’i seçecektir. Bunu izleyen yüz yıl boyunca aile “her şey ait olduğu yere” düsturuyla zenginleşir. Bu aşamada anlatıcı bizi, artık servet sahibi ve soylu olan ailenin mütevazı kızına ders veren bir öğretmenle tanışır; bu genç adam rahibin oğludur. İdealist öğretmen aristokrasi ve burjuvazi arasındaki farkları tartışırken şunları söyleyerek alçakgönüllü baronesi şaşırtır (s.111):
“Biliyorum, zamanın hakim fikirleri şunu iddia ediyor – ve pek çok şair de bu konuda hem fikir: Soylular kötüdür ve aptaldır. Sadece fakirlerin – ve ne kadar fakirse o kadar çok – zeki ve aydınlık olduğunu söylüyorlar. Ben bu fikirde değilim, bu tamamen yanlış! Daha yüksek mertebede olanlar arasında çok insancıl davrananlar vardır… Fakat ne zaman ki adam sırf saf kan ve unvan sahibi olduğu için şahlanan bir Arap atı gibi davranırsa asalet yozlaşır. Soylu bir adam bir salona girip orada halktan kişileri gördüğünde “burada adi, sıradan insanlar var’” diye söylenirse kendi kendine, işte o zaman asalet kaybolur. Çünkü bu tavır soyluluğun belirtisi değildir ve Thespis’in dediği gibi sadece bir çeşit maskedir ve böyleleri alay konusu olmaktan kurtulamaz.”
“Biliyorum, zamanın hakim fikirleri şunu iddia ediyor – ve pek çok şair de bu konuda hem fikir: Soylular kötüdür ve aptaldır. Sadece fakirlerin – ve ne kadar fakirse o kadar çok – zeki ve aydınlık olduğunu söylüyorlar. Ben bu fikirde değilim, bu tamamen yanlış! Daha yüksek mertebede olanlar arasında çok insancıl davrananlar vardır… Fakat ne zaman ki adam sırf saf kan ve unvan sahibi olduğu için şahlanan bir Arap atı gibi davranırsa asalet yozlaşır. Soylu bir adam bir salona girip orada halktan kişileri gördüğünde “burada adi, sıradan insanlar var’” diye söylenirse kendi kendine, işte o zaman asalet kaybolur. Çünkü bu tavır soyluluğun belirtisi değildir ve Thespis’in dediği gibi sadece bir çeşit maskedir ve böyleleri alay konusu olmaktan kurtulamaz.”
Öncelikle, iyi kalpli ve ataerkil Çin imparatoru bülbülü ormandan alıp sarayına getirmiştir. Bülbülü gören üst düzey bir saraylı haykırır: “Nasıl olur bu? Hiç böyle bir şeyi aklıma getirmemiştim! Sıradan bir kuş bu! Karşısında bunca soylu insanı görünce tüylerinin rengini kaybetti herhalde.” Sıradan görünümlü kuş (Andersen’e açık bir gönderme) eşsiz bir sanatçı yeteneğine sahip olduğu için imparatora hizmet etmek üzere görevlendirilir. Hükmeden-hükmedilen ilişkisinin, bülbülün esaret altındaki hizmetkarlığına dayanan bu ilk aşaması, imparatora, şarkı söylemekten asla yorulmayan, mücevherlerle süslü mekanik bir kuşun verilmesi ile birlikte ihmal edilmeye dönüşür. Bülbül kaçıp ormana döner ve mekanik kuş da eninde sonunda bozulur. Beş yıl sonra imparator hastalanır ve artık ölmeye yatmış olduğu görülmektedir. Bülbül, kendi tercihi dışında bile olsa saraya döner ve ölümü imparatorun penceresinden kovalar. Bu noktada hizmetkarlık ilişkisi yenilenir; ancak bülbül artık yeni bir piyasa değeri taşımaktadır: İstediğinde gelip gitmesi koşuluyla sonsuza dek imparatorun şakıyan kuşu olmayı kabul eder. Feodalizmin yerini serbest pazar sistemi almıştır; bununla birlikte, kuş/sanatçı sadakatle hizmet etmeye ve otokratı iktidarda tutmaya isteklidir. “O zaman akşamları gelir, şu dala tüner ve şarkı söylerim; hem neşelenirsin hem bazı şeyleri düşünürsün. Ben şimdiye dek duyulmamış neşeli ve de kederli şarkılar söyleyeceğim. Kötülüğü ve iyiliği dile getireceğim. Küçük şarkıcı kuş senden ve sarayından çok uzaklardaki bu fakir balıkçılarla köylülerin yanına da gidecek. Ben senin kalbini tacından daha çok seviyorum. Yine de bu tacın kutsal bir havası var. Geleceğim ve senin için şakıyacağım.” (s.350) Aslında bülbülün şarkısı imparatorun hayatta kalması için bir mecburiyettir. Andersen hakiki şiirin (livspoesi, hayatın şiiri) sıradan insanların gerçek yaşamlarıyla benzersiz bir temas kurduğunu ve aynı zamanda imparatorun yaşamının kaynağı olduğunu savlıyor gibi.
Gökkuşağının üzerinde, yüksekte bir yerlerde, düşlediğim bir ülke var.
Mesele şu ki antik dünyayı biz oluşturmadık; o bizi oluşturdu. Çocukluğumuzda onu bir bütün olarak içimize çektik; onun değerleri ve bilinci, yetişkin birer kadın ve erkek olmamızdan çok önce usumuza kültürel mutlaklar olarak kazındı. Yenilip yutulmuş, ama hala midemizde duran çocukluğumuzun peri masallarını beraberimizde olgunluk çağımıza gerçek bir kimlik gibi taşıdık. Pamuk Prenses ve onun kahraman prensi arasında asla çok da şansımız yoktu. Bir noktada Büyük Bölünme gerçekleşti: Onlar (oğlanlar) cam kanatlı küheylana atlayıp Pamuk Prenses’i cücelerden satın almayı hayal ederken; biz (kızlar) her nekrofilin şehvet duyduğu nesne olmayı, masum, kurbanlaştırılmış Uyuyan Güzel, nihai uykudaki iyiliğin o güzel et parçası olmayı arzuladık. Kendimize rağmen, bazen bilerek, istemeden, aksini yapamadığımız için bize öğretilen rolleri oynuyoruz.
Andrea Dworkin, Woman Hating (1974)
Andrea Dworkin, Woman Hating (1974)