Arthur Schopenhauer kitaplarından Parerga ve Paralipomena 2 kitap alıntıları sizlerle…
Parerga ve Paralipomena 2 Kitap Alıntıları
(…) kendinde şey olarak nitelendirilenler esasında bizim tasavvur kabiliyetimizin formu ve tabiatı neticesinde ortaya çıkanlardır.
Her ayrılık geriye damağımızda ölüm tadı bırakır. Bu yüzden birbiriyle hiç ilgilenmeyen insanlar dahi yirmi veya otuz yıl sonra karşılaştıklarında olağanüstü sevinirler.
Bütün gün okuyan bir kişi boş zamanlarını düşünmeden geçirirse zamanla düşünme kabiliyetini yitirir.
Buna karşın cahil olan zenginler sadece zevklerini yaşar ve tıpkı her gün ortalıkta gördüğümüz öküzlere benzerler.
Karanlık, zor, çok anlamlı ve birbirine geçmiş olan yazıları yazanlar, kesinlikle ne ifade etmek istediklerini kendileri dahi bilmez. Onların kafalarında sadece henüz bir düşünceye ulaşamamış bir bilinç ve saçmalıktan başka bir şey yoktur.
Aynı şekilde eğer bu gezegen düşünen varlıkların yerleştiği bir yer olsaydı bu kadar pervasızca ve fütursuzca her türden gürültüye izin verilmezdi.Ve eğer tabiat insanı düşünen bir varlık olarak yaratsaydı o zaman insanın kulağı olmazdı veya en azından yarasalarda olduğu gibi hava geçirmeyen kapakçıklara sahip olurdu ki yarasaların bu özelliği gerçekten imrenilecek bir şeydir. Oysa insan gerçekte zavallı bir hayvandır ve bunun gücü sadece mevcudiyetini sürdürmeye yeterli gelir. İşte bu yüzden kulaklara ihtiyaç duyar ve bunlar gece gündüz kendisini korumak için çalışır.
Öyleyse her gerçek düşünür bir hükümdara benzer. Yalnızdır ve kimseyi kendisinin üzerinde görmez. Hükümleri tıpkı bir hükümdarın kararları gibi kendi egemenliğinden kaynaklanır ve doğrudan onun düşüncelerinden ortaya çıkar. Hükümdarın emir almaması gibi düşünür de asla otoriteyi kabul etmez ve kendisinin onaylamadığı hiçbir şeyi geçerli saymaz. Diğer beyinlerin büyük bölümüyse halkla eş değer görülmelidir, zira bunlar tıpkı halkın kendisi gibi sessizce emirlere ve kanunlara itaat ederler.
Konvansiyonel ve hatta bayağı saçmalıklar, gündelik kullanılan moda tabirler onun esas niteliğini ortaya koyar. Bunun durumu tam anlamıyla kendisi sikke basmadığı için sürekli yabancı sikkeleri kullanan ve tedavülde başka sikke olmayan küçük bir devletin durumuna benzer.
Kıskançlık, yoksunluğun işaretidir ve bu, başarıya yönelikse başarısız insanın hissettiği bir duygudur.
Kıskançlık her yerde ortalıkta dolaşan, sessizce ve anlaşmışçasına bir araya toplanan tüm orta düzey insanların ruhudur.
Güneşin parlaklığının görünmesi için bir göze, müziğin tonunun duyulması için bir kulağa ihtiyaç olduğu gibi sanat ve bilim alanlarındaki ustalık eserlerinin değerinin bilinmesi için de bunlara uygun büyük bir ruha ihtiyaç vardır.
Sonuçta her şey kişinin kendi kudretine bağlıdır ve bunu hiçbir gıda, ilaç veya başka bir şey telafi edemez. Tıpkı hiçbir kitabın veya öğrenimin insanın kendi ruhunun yerini tutmayacağı gibi
Bilimlerin dinin devam etmesini ve gelişmesini engellemeden ilerlemeye ve daha fazla yayılmaya devam edebileceğini zannedenler büyük bir yanılgı içindedir. Dinler cehaletin çocuklarıdır ve annelerinden uzun yaşayamazlar.
Öyleyse insan ya akla ya da yazıya(dogmaya) hizmet etmelidir. Kişi ya inanacak ya da felsefe yapacak!
İşte bu kavimler göçüyle sürüklenen kaba ve vahşi kalabalıklar için Hıristiyanlık bir ehlileştirme ve terbiye etme yöntemi olarak vazife görmüştür. Kaba insan önce diz üstüne çökmeli, saygı duymasını öğrenmeli ve itaatkar olmalıdır. Bu insan ancak bu sürecin ardından medenileşebilir.
Zira senin de bildiğin gibi dinler ateş böceklerine benzerler ve ışıldamak için mutlaka karanlığa ihtiyaç duyarlar.
İyi huylu bir insan veya bir dahi, herhalde kendisini bir kadırgada pek çok adi suçlunun arasında tutuklu olan savaş esiri gibi hissediyordur. İşte bu yüzden bu insanlar kendilerini izole etmek ellerinden geleni yapar.
İnsanda can sıkıntısı gerçek bir sorundur. Bunu sürekli keselerini dolduran ve hiçbir zaman kafalarını doldurmaya çalışmayan insanlarda çok güzel ve apaçık bir şekilde görebiliriz.
Cinsel tatmin zamanla az veya çok tutkulu aşka dönüşür.
İnsan her yerde kendisine karşıt insanlarla karşılaşır, sürekli kavga ederek yaşar ve elinde silahlarıyla ölür.
Şimdiki zamanın hazzına varılmalı ve bu anlayış hayatın amacı haline getirilmelidir. Üstelik bu en büyük hayat bilgeliği olarak kabul edilebilir çünkü sadece bu gerçektir ve bunun dışında kalan her şey düşünce oyunlarından ibarettir.
Günlük hayatta karşılaştığımız sıradan kafalar birbiriyle akraba gibi olan iki önemli meziyetten yoksundur; açıkçası bu insanlar asla kendi düşüncelerine sahip olamaz ve asla yargıda bulunamazlar. Bununla birlikte söz konusu iki meziyetin noksanlığı oldukça ilginç bir boyuttadır ve bu sınıftan insanlara dahil olmayan kimse kolay kolay bu durumu kavramsallaştıramaz ve onların acınacak mevcudiyetlerini; hallerini algılayamaz.
Oysa insan hafızasına katı ve despot davranmalıdır, zira aksi durumda itaat etmeyi unutur.
Eğer içeriye doğru bakarsak o zaman öncelikle her bireyin doğrudan sadece kendisiyle ilgilendiğini ve hatta kendisinin diğer bütün her şeyin toplamından daha fazla kendi kalbinde yattığını görürüz. Bu yüzden içeriden gelen her şeyi doğrudan tanır veya tanımlar; bunun dışındakilerin tamamını ise sadece dolaylı olarak tanır veya bilir.
Bir kirpi topluluğu soğuk bir kış gecesinde birbirine yaklaşarak isın- maya çalışmış ve bu şekilde donmaktan kurtulmak istemiş. Fakat kısa bir zaman sonra dikenleri birbirlerine batmaya başlamış. Bu- nun üzerine kirpiler tekrar uzaklaşarak yalnız başlarına beklemeye başlamışlar. Fakat isınma ihtiyacı onları tekrar birbirine yaklaştırın- ca yine aynı acıyı hissetmeye başlamışlar. Nihayetinde deneye yanıla birbirilerinden yeterli uzaklıkta durmayı öğrenmişler. Tıpkı bunun gibi insanlar da içlerindeki boşluk ve monotonluk yüzünden bu şe- kilde birbirine yaklaşarak toplumsallaşma ihtiyacı içerisine girerler. Ama iğrenç özellikleri ve dayanılmaz hataları onları tekrar birbir- lerinden uzaklaştırır. İnsanlar birlikte yaşamak için bulduklan orta yolu nezaket ve gelenek olarak adlandırmıştır. Bu mesafeyi koruma- yan insanlara İngiltere’de keep your distance, diye seslenilir. Gerçi bu şekilde karşılıklı ısınma ihtiyacı tam olarak tatmin olmaz ama buna mukabil diken batması ortadan kalkar. Yalnız kişisel iç isısı itibarıyla yeterince sicak olan kimse toplumdan uzak kalır ve bu şe- kilde ne birini rahatsız eder ne de birileri tarafından rahatsız edilir.
Yeşil ve canlı bir vaha bir gün etrafina bakınmış ve çevresinde çöl- den başka hiçbir şey olmadığını fark etmiş. Umitsizce dört bir ya- ninda kendisine benzer bir vahanın arayışına girmiş ve en sonunda kendinden geçerek şöyle demiş: Zavallı ben! Her zaman yalnız ve mutsuz yaşamak zorundayım. Hiçbir yerde bir eşim yok! Hatta benim yeşilliğime, sularıma, palmiyelerime ve çalılarıma sevinecek bir tek kişi bile yok! Hayır, çevrede sadece üzgün, taşlı, kumlu ve cansız çöl var. Bu yalnızlıkta bütün bu zenginlikler, güzellikler ve ayrıcalık- lar benim ne işime yarar?! Bunu duyan hüzünlü ve yaşlı çöl ana ona seslenmiş: Sevgili ço- cuğum eğer ben üzgün ve kurak çöl olmasaydım da yeşil, canlı ve neşeli olsaydım sen vaha olmazdın. O zaman sen uzaktaki yolcu- ların dahi büyük bir şevkle anlattığı ayrıcalıklı bir yer olmazdın ve benim küçük bir parçam olurdun. İşte bunun için sabırla kaderini ve ayrıcalıklarını yaşamasını öğren.
Bir kır çiçeği bulduğumda onun güzelliğine hayran kalmış ve onun yapısının mükemmelliği karşısında kendimi tutamayarak haykırma- ya başlamıştım: Ama bu ve bunun gibiler çoğu zaman hiçbir insan tarafından görülmeden solup gidiyor. Çiçek ise duraksamadan beni yanıtladı: Seni budala! Sen benim görünmek için mi açtığımı zan- nediyorsun? Ben sadece ve sadece kendim için çiçek açarım ve hiç kimse beni ilgilendirmez. Bunu sadece hoşuma gittiği için yaparım. İşte benim sevincim ve neşem bundan gelir.
Eğer ağırkanlı bir mizaca sahip bir kimseyi salak olarak adlandırılmak gerekirse o zaman iyimser bir mizaca sahip kişiyi de ahmak olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Herkes ufkunun bittiği yeri dünyanın sonu zanneder. Fiziksel anlamda gözlerimiz ufukta güneşin denize düştüğünü nasıl görüyorsa entelekt de ufkunun bittiği yerde her şeyin bittiğini düşünür. İşte herkesin bizi kendi ölçütleriyle değerlendirmesi buna dayanır. Evet, bu değerlendirme çoğu zaman uyduruktur ve sonuçta biz bu uydurukluğa katlanmak zorunda kalırız.
Bununla birlikte doğasında bulunan ve kendisini istisnai insanlarda gösteren asil ve yüksek nitelikler bu dünyada izole olmaya mahkumdur. Çünkü bu dünyada en fazla rastlanan ve her yeri kaplayan şey bayağılıktan başka bir şey değildir.
Neden çok sayıdaki aynanın varlığına rağmen insan neye benzedi- ğini bilmez? Ve neden insan diğer tüm insanlara yaptığı gibi kendi görüntüsünü, hayal gücünü kullanarak ölçemez? İnsan bu kendini bil durumunun daha ilk adımında önemli ölçüde zorlanır.
Bunun bir nedeni insanın kendisini aynada sadece hareketsiz olarak ve belirli bir bakış açısıyla görmesidir. Fakat bu şekilde özellikle gözlerin veya bakışın bütün karakteristik niteliği kaybolur. Bu fiziksel imkânsızlığın yanında buna benzer etik bir neden daha vardır. İnsan aynadaki kendi görüntüsüne yabancılaşmış bir nazarla bakamaz. Oysa bu nesnel algılamanın ilk şartıdır. Çünkü sonuçta bu bakış, ahlaki egoizm ve derinde yatan ben-olmayan hissine dayanır. Evet, bu, tüm noksanlıkları saf nesnel olarak algılamamızı sağlar ve ancak bunun üzerinde söz konusu resim aslına uygun bir şekilde ortaya çıkar. Buna karşın kendimizi aynada gözlemlediğimizdeyse egoizm, hemen Ben olmayan değil-Ben diye fisıldar ve noli me tangere* etkisi yaratarak saf nesnel algılamayı engeller. Şüphesiz bu durum mayamızda kötülük tohumları olmasaydı gerçekleşemezdi.
Bunun bir nedeni insanın kendisini aynada sadece hareketsiz olarak ve belirli bir bakış açısıyla görmesidir. Fakat bu şekilde özellikle gözlerin veya bakışın bütün karakteristik niteliği kaybolur. Bu fiziksel imkânsızlığın yanında buna benzer etik bir neden daha vardır. İnsan aynadaki kendi görüntüsüne yabancılaşmış bir nazarla bakamaz. Oysa bu nesnel algılamanın ilk şartıdır. Çünkü sonuçta bu bakış, ahlaki egoizm ve derinde yatan ben-olmayan hissine dayanır. Evet, bu, tüm noksanlıkları saf nesnel olarak algılamamızı sağlar ve ancak bunun üzerinde söz konusu resim aslına uygun bir şekilde ortaya çıkar. Buna karşın kendimizi aynada gözlemlediğimizdeyse egoizm, hemen Ben olmayan değil-Ben diye fisıldar ve noli me tangere* etkisi yaratarak saf nesnel algılamayı engeller. Şüphesiz bu durum mayamızda kötülük tohumları olmasaydı gerçekleşemezdi.
*Bana dokunma.
İnsanı mutlu eden olaylar genelde uzaktan bakıldığında güzel gö- rünen fakat yaklaşıldığı zaman güzelliği ortadan kaybolan bir ağaç türüne benzer. İnsan bu güzelliğin nereye gittiğini anlayamaz ve ağaçların arasında onu arar. İşte bizim diğer insanların durumunu kıskanmamız genellikle bu mantığa dayanır.
Bizim okuduklarımızı doğal olarak başka birisi düşünmüştür; dolayısıyla bu anlamda sadece onun zihinsel sürecini beynimizde tekrarlarız.
Bize ne kadar güzel ve sevimli görünse de gerçeklik âleminde biz daima yer çekimine bağlı olarak yaşarız ve bunu aşmanın bir yolunu bulamayız. Buna karşın ruhlar âleminde bedeni olmayan ruhlarız ve herhangi bir kanuna tabi değiliz. Bu yüzden dünyadaki hiçbir mutluluk, güzel ve bereketli bir ruhun mutlu bir anında kendini içinde buldığu mutluluk kadar insanı tatmin edemez.
Birinci sınıf ruhların doğrudan yargı gücüne sahip olmaları onlann belirgin karakteristik niteliklerinden bir tanesidir. Ortaya çıkardık. ları her şey kendilerine has düşüncelerin neticesidir ve bu durum kendisini naklettikleri içerisinde de gösterir. Evet bunların tıpkı bir prens gibi ruhlar âleminde dokunulmazlıkları ve ayrıcalıkları vardır. Diğerleriyse medyatikleşmiştir ve bu durum onların kendine has olmayan üsluplarından hemen anlaşılır.
Öyleyse her gerçek düşünür bir hükümdara benzer. Yalnızdır ve kimseyi kendisinin üzerinde görmez. Hükümleri tıpkı bir hükümdarın kararları gibi kendi egemenliğinden kaynaklanır ve doğrudan onun düşüncelerinden ortaya çıkar. Hükümdarın emir almaması gibi düşünür de asla otoriteyi kabul etmez ve kendisinin onaylama- dığı hiçbir şeyi geçerli saymaz. Diğer beyinlerin büyük bölümüyse halkla eş değer görülmelidir, zira bunlar tıpkı halkın kendisi gibi sessizce emirlere ve kanunlara itaat ederler.
Öyleyse her gerçek düşünür bir hükümdara benzer. Yalnızdır ve kimseyi kendisinin üzerinde görmez. Hükümleri tıpkı bir hükümdarın kararları gibi kendi egemenliğinden kaynaklanır ve doğrudan onun düşüncelerinden ortaya çıkar. Hükümdarın emir almaması gibi düşünür de asla otoriteyi kabul etmez ve kendisinin onaylama- dığı hiçbir şeyi geçerli saymaz. Diğer beyinlerin büyük bölümüyse halkla eş değer görülmelidir, zira bunlar tıpkı halkın kendisi gibi sessizce emirlere ve kanunlara itaat ederler.
Evet, milliyetçilik bilime bulaştığı anda gerçekten büyük bir yara alır ve büyük ruhlar yabancı ülkelerde görmezden gelinir.
Evet, Tanrı binbir zahmetle hayat verdiği bu insanları, onun istediklerini yerine getirmedikleri için veya onun istediği şeyleri düşünmedikleri için cezalandırıyor. Onun bu tarifsiz acımasızlığı karşısında cehennemde yanan ağır gü- nahkârların çektikleri acılar kayda değer bile değildir. Hatta sonuçta cehennemdeki şeytan bile sadece onun emrinde çalışan bir melek olduğuna göre gerçek öfke ancak onun varlığıyla açıklanabilir.
Ama bununla birlikte bir yüksek eğitimli Asyalı bana Avrupa’nın ne olduğunu sorsaydı o zaman ben; Avrupa’nın, insanın doğumunu hiçbir şeyden oluşmuş bir başlangıç olarak kabul eden ve bu inanılmaz çılgınlığa inanan bir dünya bölgesi olduğuna dair bir açıklama yapmak zorunda kalırdım.
Sonuçta yaratan varlık her şeyin bilincinde olduğu için ve her şey onun eseri olduğu için insanlara tuzak kurmuş ve bunların günah işlemelerini sağlamıştır. Ayrıca düşmanları dahi affetmeyi buyuran ve onlara hoşgörü gösterilmesi gerektiğini emreden Tanrı’nın hiç affetmediği ve hiç hoşgörülü olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü olaya bu açıdan baktığınızda insan ırkının daha yaratılış aşamasında lanetlenmiş ve adeta işkence çekmesi için yaratılmış olduğunu dü- şünürsünüz. Az sayıdaki istisnaysa Tanrı’nın inayetine sahip olan kimselerdir. Bunun sonucunda sevgili Tanrı’nın dünyayı sadece şey- tan için yaratmış olduğu sonucu çıkar. Bu durumda şeytanın eline geçecek bir dünya söz konusu olduğu için Tanrı’nın bu dünyayı hiç meydana getirmemiş olması akla yatkın görünüyor.
Bilge adamların düşüncelerinin dışında bir vahiy yoktur. Bununla birlikte bu bilgelikler mucizeyi mecazlarla ve mitlerle süslemişse bunlara din denir.
Bunlar din adı altında dayatılan halk metafiziğinin başarıları (!) değil miydi? Evet dikenli çalıdan üzüm, yalan dolandan iyilik çıkmaz.
Dünyanın ruhu: Demek ki çalışmalarının ve acılarının bütün çıkarımı bundan ibaret! Üstelik sen diğer bütün şeyler gibi bunun için varsın.
Insan: Peki ama bu varoluştan ben ne anladım? Eğer bu meşgulse yokluk içerisindeyim, yok eğer meşgul değilse sıkılıyorum. Bu kadar yoğun bir iş ve çektiğim bu kadar yoğun sıkıntı karşısında nasıl olur da bu denli küçük bir ücreti bana reva görebilirsin.
Dünyanın ruhu: Hayır bu çabalarına ve emeklerine denk gelen bir karşılıktır. Üstelik bu karşılık tam anlamıyla senin ihtiyacını karşılar.
İnsan: Demek öyle! Eh bu nihayetinde benim algılama kabiliyetimi aşar.
Diinyanın ruhu: Bunun zaten biliyorum. Bu arada asıl söylemek istedigim sey, hayatın değerinin esasında onu istememeyi öğretmek oldugunu bilmendir. İste insanın bu gerçekligi anlayabilmesi için hayatın öncelikli olarak insanı buna hazırlaması gerekir.
Insan: Peki ama bu varoluştan ben ne anladım? Eğer bu meşgulse yokluk içerisindeyim, yok eğer meşgul değilse sıkılıyorum. Bu kadar yoğun bir iş ve çektiğim bu kadar yoğun sıkıntı karşısında nasıl olur da bu denli küçük bir ücreti bana reva görebilirsin.
Dünyanın ruhu: Hayır bu çabalarına ve emeklerine denk gelen bir karşılıktır. Üstelik bu karşılık tam anlamıyla senin ihtiyacını karşılar.
İnsan: Demek öyle! Eh bu nihayetinde benim algılama kabiliyetimi aşar.
Diinyanın ruhu: Bunun zaten biliyorum. Bu arada asıl söylemek istedigim sey, hayatın değerinin esasında onu istememeyi öğretmek oldugunu bilmendir. İste insanın bu gerçekligi anlayabilmesi için hayatın öncelikli olarak insanı buna hazırlaması gerekir.
Bu türden incelemelerin neticesinde mutluluğumuz için yokluk ve acının ne kadar gerekli olduğunu fark eden kişi başka insanların mutluluğunu veya mutsuzluğunu kıskanmanın bir anlamı olmadı- ğını anlar. Stoacılık aynı nedenden dolayı kadere kafa tutar. Gerçi bu hayatın acılarına karşı iyi bir zırhtır ve şimdiki zamana katlan- mayı kolaylaştırır ama bununla birlikte gerçek mutluluğa aykırıdır.
Biraz daha derin düşünebilme kabiliyetine sahip olan kimse, insani hırsların bireysel yönelimlerin birbiriyle tesadüfen kesişmesi ve bir tarafın fenalık diğer tarafıin kötülük yapmaya başladığı anda günah olarak ortaya çıkmadığını anlar. Bunun yerine günah kökensel olarak vardır varlığın kendisi günahkârdır. Bunun sonucunda ise bütün hayat iradesini günahkâr olarak kabul etmek durumundayız. Bizzat kendi varlığımızın suçlu olduğunu zaten ölüm ispatlar.
İntihar aynı zamanda bir deney olarak görülebilir. Buna göre intihar tabiata yöneltilmiş bir sorudur ve bu sorunun cevabına zor kullanarak ulaşılmaya çalışılır. İşte bunun sonunda varoluş ve in- san bilgilenmesinin ölümden sonra hangi değişiklikleri geçirdiği ortaya çıkar. Ama bununla birlikte bu deney başarısızlığa uğramaya mahkûmdur, çünkü intiharla birlikte sorunun cevabını algılayacak olan bilinç ortadan kalkar.
En korkutucu ve dehşetli rüyalarda hissedilen korku doruk nokta- sına ulaştığı anda insan kendiliğinden uyanır ve bütün korkutucu unsurlar gecenin karanlığında kaybolur. Aynı durum hayat hülya- sında gerçekleşir. Burada korkunun en yüksek derecesine ulaştığımız anda kendiliğinden rüyayı sonlandırırız.
Dünyanın ve insanın esasında olmaması gereken iki unsur olduguna yönelik inanış bizi birbirimize karşı hoşgörülü olmaya zorlar. Çünkü böylesi bir oluşuma sahip olan bir varlıktan ne bekleyebilirsiniz? Bu bakış açısından yola çıkarak insanların birbirine yöne- ik hitap şeklinde monsieur, sir, beyefendi ve buna benzer kelimeler kullanmak yeriìne birbirlerine keder arkadaşı, soci malorum, compagnon Y de miseres veya my fellow-sufferer olarak hitap etmeleri daha doğru olacaktır. Bu retorik ne kadar komik görünse de gerçekliğe oldukça ygundur. Çünkü böylece diğer insanı oldukça doğru bir şekilde ta- mlamakla kalmaz; aynı zamanda insanlara göstermemiz gereken toleransı, sabrı, anlayışı ve özeni bize hatırlatır. Şüphesiz hepimizin bunlara ihtiyaca vardır ve hepimiz birbirimize bu dünyada bu nezaketi borçluyuz.
Bu cezaevinin fenalıkları arasında için- de yaşadığımız toplum da vardır. Toplumun hangi koşullar altında oluştuğunu ve içinde bulunduğu durumu okurlarım benim uyarılarim olmadan anlayabilir. İyi huylu bir insan veya bir dahi, herhâlde kendisini bir kadırgada pek çok adi suçlunun arasında tutuklu olan savaş esiri gibi hissediyordur. İşte bu yüzden bu insanlar kendileri- ni izole etmek için ellerinden geleni yapar. Fakat bununla birlikte yukarıda ortaya koyduğumuz argümanlar doğrultusunda insanlığın büyük bir bölümünün ahlaki, entelektüel ve fiziksel olarak yetersiz olduklarını belirtme yetkinliğine sahip oluruz. Ayrıca bu duruma sinirlenerek veya öfkelenerek bakmak yerine her zaman nerede bulunduğumuzu hatırlamakta fayda vardır.
Brahma bir günah veya yanılgı sonucunda dünyayı meydana getirir. Ama bunun diyetini ödeyene kadar kendisi de dünyanın için- de kalır. Mükemmel! Budizm dünyanın uzun süren bir sükûnetin ardından gökyüzünün berraklığının anlaşılmaz bir şekilde bulanık håle gelmesiyle yani Nirvana’nın ruhani durumu veya bir tür kısmet sonucu oluştuğunu varsayar. Bununla birlikte bu öngörü ahlaki an- lamıyla kabul edilmelidir. Hatta eğer bu varsayıma fiziksel açıdan bakılırsa Güneş’in ve Dünya’nın anlaşılmaz bir kökensel sis kitlesinden oluştuğu kabul edilebilir. Harikulade!Yunanlılar için dünya ve tanrılar sonsuz bir ihtiyacın neticesidir. Sonuçta bu insanları tatmin ettiği sürece kabul edilebilir bir durumdur. Ormuzd, Ahriman ile olan kavgasından sonra yaşamaya devam eder. Fena değil! Ama Tanrı Yehova’nın şaka olsun diye ve şehvet için bu yoklukların ve acının dünyasını meydana getirmesi ve bundan sonra Ne güzel oldu! diyerek kendi kendini alkışlaması artık dayanılacak gibi değildir.
Eğer yokluğun, acının ve sefaletin gerçek boyutları bilinseydi o za- man insanların büyük bölümü bunun önlenmesi için her şeyi göze alabilirdi. Bizim hayatımız aynı zamanda hiçliğin ruhani sessizliği içerisinde ortaya çıkan işe yaramaz ve rahatsızlık veren bir periyot olarak değerlendirilebilir.
Gençlik yıllarımızda gelecekteki hayatın önünde dururuz ve tipkı tiyatro perdesinin açılmasını bekleyen çocuklar gibi neşeli ve heyecanlı bir beklenti içerisinde karşımıza nelerin çıkacağını merak ede- riz. Gerçekte bizi nelerin beklediğini bilmemek büyük bir şanstır. Çünkü bunları bilen biri için böylesi bir hayatın önünde duranlar ölüme değilse bile yaşamaya mahkûm edilmiş ama henüz hakların- da verilen hükümden habersiz, suçsuz insanlar olarak görünebilir. Aynı şekilde herkes yaşlanmak ister yani bir yerde bir atasözünün dediği gibi Bugün kötü bir gün ve gerçekte durum her gün biraz daha kötüye gidiyor; bir gün en kötüsü de gelecek. durumunu ken- diliğinden arzular.
Bizim varoluşumuzun belalarından biri de zamanın bizi sürekli ola- rak baskılaması sonucu nefes almaya vakit bulamamamızdır. Zaman bu anlamda herkesin peşinde, onları koşturan bir kırbaç vazife- si görür. Ama bununla birlikte zaman sadece ve sadece can sıkıntısı yaşayan insanlara dokunmaz.
Tarih bize halkların hayatını anlatırken savaş ve isyandan başka kayda değer hiçbir şey bulamıyor. Barış içerisinde geçen yıllar kısa molalardan veya ara sıra ortaya çıkan geçici dönemlerden başka bir şey değildir. Aynı şekilde tekil kişinin hayatı da sürekli devam eden bir kavga görünümündedir. Bu kavga mecazi anlamda kullanılmış bir kelime olmaktan çok gerçek anlamda insanın diğer insanlarla sürekli didişme içerisinde olduğunu belirtmek için kullanılmıştır. İnsan her yerde kendisine karşıt insanlarla karşılaşır, sürekli kavga ederek yaşar ve elinde silahlarıyla ölür.
Buna uygun olarak genelde sevinçler bizim beklentilerimizin çok altında gerçekleşirken acılar beklentilerimizin çok üstünde kendisini gösterir.
Dünya üzerinde hazzın acıdan fazla olduğunu veya en azından bunun dengede olduğunu iddia eden kimse bir hayvanı yiyen bir başka hayvan örneğinde olduğu gibi yiyenin hazzıyla yenilenin acı- sını birbiriyle karşılaştırabilir.
Dünya üzerinde hazzın acıdan fazla olduğunu veya en azından bunun dengede olduğunu iddia eden kimse bir hayvanı yiyen bir başka hayvan örneğinde olduğu gibi yiyenin hazzıyla yenilenin acı- sını birbiriyle karşılaştırabilir.
Eğer hayatımızın son ve doğrudan hedefi acı çekmek değilse o zaman bizim varoluşumuz dünyanın en amaçsız olgusudur. Zira dünyanın her yerinde olan ve hayatın bizatihi içinde bulunan sonsuz acının, tamamen bir tesadüf sonucu ve hiçbir amaç gütmeden ortaya çıktığını varsaymak absürttür.
Bizim başlangıcimızla sonumuz arasındaki mesafe, sanrılı arzu ile schvet düşkünlüğü ve organlarımızın tahrip olmasıyla cesetlerimi- zin kokmaya başlaması arasındaki mesafedir. Üstelik başlangıç ile son arasında refah ve haz bağlamında yol daima aşağıya doğru iner. Gönülden görülen çocukluk rüyaları, neşeli gençlik, zorlu ergenlik dönemi, sıkıntılı yaşlılık çağı, son hastaliklar ve nihayetinde bir olüm kalım savaşı: Sizce bu durum bize varoluşun bir yanılgı ol- duğunu gitgide artan şiddette göstermiyor mu? Hayatı desengano olarak algılamamız en doğru yaklaşım olacaktır. Zira açık bir şekilde bütün kurgulama bu doğrultuda yapılmıştır.
Bu değersizlik kendisini varoluşun tüm formunda gösterir. AyrIca zaman ve mekânın sonsuzluğu ve bireyselliğin her ikisi karşısın- daki sonluluğu bize aynı değersizliği gösterir. Sonuçta bireyselliğin gerçekliği, varoluşun tüm formu ve şimdinin süreksizliği karşısın- da bir hiçtir. Mevzu bahis hiçlik kendisini tüm şeylerin bağımlılık ve rölativite içinde var olmadan var olmamasında gösterir. Ölümün kuşatttığı yaşamda da onu oluşturan arzuların tatmin olmakla sonu gelmemektedir. Söz konusu tüm bu değersizlik ise hayatın şekil bulduğu formun ölüm tarafından aşılmasına kadar devam eder.
Philalethes: Etrafına bir bak sana ne sesleniyor: Ben, ben, ben var olmak istiyorum. Söz konusu benliği bir tek sen oluşturmuyorsun ve bir nebze bilinç taşıyan her şey buna dâhildir. Sonuçta bu içindeki istek aslında bireysel olmayanın isteğidir ve hiçbir fark gözet- meksizin her şeyin isteğidir. Söz konusu bu istek ise bireysellikten değil varoluşun kendisinden kaynaklanır. O herkes için var olandır ve hangi vasıta üzerinde var olduğu önemlidir, ayrıca tatmin olabil- mesi için mutlaka varoluş gerekir. Bu yüzden herhangi bir birey- sel varoluşun bir önemi yoktur, zira aslında böylesi bir bireyselliğe yönelmemiştir. Her zaman bu şekilde bir görüntü vermesinin ne- deniyse sadece bir bireysel varlık içerisinde bilince ulaşabilmesin- den ileri gelir ve bunun için sadece ona yönelimli olduğu izlenimi uyanır. Oysa bu görünüşten başka bir şey değildir. Gerçi bireysellik bunu gerektirir. Fakat düşünce bunu yıkabilir ve bizi bundan kurtarabilir. Zira bu kadar şiddetli bir şekilde varoluşu arzulayan sadece ve sadece bireyselliktir. Aslında bu doğrudan ve gerçekte her şeyin içerisinde bir ve tek olan iradenin kendisidir. Fakat varoluşun kendi- si, iradenin özgür bir eseri olduğu için hatta onun salt yankısı oldu- ğu için var olanlar bu ortak kökenden kurtulamaz. Dahası bu irade ancak varoluş üzerinde geçici olarak tatmin edilir. Tabi ki bu her zaman tatminsiz olan birini olabildiğince tatmin etmek mahiyetin- dedir. Bireysellikler irade için önemli değildir ve esasında bunların lafını bile etmez.
Buna göre o anda yaşayan her varlık helevekte yaşayacak olan varlıkların asıl çekirdeğini taşır ve buna göre gelecekte yaşayacak olanlar başka bir şekil ve surette şu anda vardır. Bununla birlikte her kanlı canlı olan bize bir mesaj verir: Ne diye hayatın geçicili- ğine takılıyorsun? Eğer benim türümden olan ve benden önce ya- şayan bütün havyanlar ölmemiş olsaydı ben nasıl var olabilirdim? Öyleyse bu dünyada sergilenen oyunlar ne kadar değişirse değişsin gerçekte bu oyunlarda rol alanlar aynı kalmaktadır.
İrade ise bunların formu olan zaman-mekân içerisinde kendisini gösterir.Bilinç doğrudan iradeye bağlı olmak yerine entelekte bağlı olduğu ve bu organizmayla sınırlandırıldığı için ölümle birlik- te bilincin söneceği konusunda bir şüphe yoktur; tıpkı uyku veya bayılmada olduğu gibi. Peki, ama bu nasıl bir bilinçtir?.. Hayvani ve serebral bir bilinç. İnsan ırkıyla doruğa ulaşan hayvani bilinç bu niteliği bakımından diğer hayvani bilinçlerden farksızdır. Daha önce ispatladığım gibi bu, esasında amacı ve kökeni itibarıyla tabiatın bir yönlendirmesidir ve gerçekte hayvani varlığın ihtiyaçlarına ulaşması için verilmiş bir michani’dir*.
*makine
Hayat bu durumda bir rüya, ölüm uyanma olarak değerlendirilebilir. Fakat bu durumda kişilik ve bireysellik uyanık bilince ait olmak yerine rüya görene ait olur ve işte bu yüzden ölüm kişi için bir yok oluşu simgeler. Bu bakış açısından hareketle yeni ve yabancı bir duruma geçiş olarak değerlendirilemez. Hatta sadece bizim kõ- kensel durumumuza bir geri dönüş olarak görülebilir ve buna göre hayat bu bütünün içerisinde küçük bir epizottur.
Öyleyse bu etki dışarıda değil içeride oluştuğu için kişi kendi varlığının yok edilme ihtimalinin olmadığını fark eder. Hatta bunun ötesinde ölümüyle birlikte nesnel dünyanın ve kendi entelektinin battiğını fakat bunun, mevcudiyetini etkilemediğini düşünür. Çünku iç gerçeklik miktarıyla dış gerçeklik miktarı aynıdır.
Tüm bunları kabul etmeyen kimseyse bunların tam tersini gecerli saymalı ve şunları söylemelidir: Zaman benden tamamıyla bağımsız şekilde var olan saf nesnel ve reel bir olgudur. Ben tesadü- fen bunun içerisine atıldım, bunun küçük bir parçası olarak bunun farkına varabildim ve şu anda bir hiç olan benden önceki binlerce kişi gibi onun geçici gerçekliğine ulaştım. Sonuçta bununla birlikte ben de yakında hiç olacağım. Zaman ise bu anlamda reel olandır ve ben olmadan yoluna devam edecektir. Ben ise bunun tam zıddına inanıyorum. Bunun dışında bu görüşün absürtlüğü, gerçekte onun ifadesinde yatan kesinlikte dahi gizlidir.
Tüm bunları kabul etmeyen kimseyse bunların tam tersini gecerli saymalı ve şunları söylemelidir: Zaman benden tamamıyla bağımsız şekilde var olan saf nesnel ve reel bir olgudur. Ben tesadü- fen bunun içerisine atıldım, bunun küçük bir parçası olarak bunun farkına varabildim ve şu anda bir hiç olan benden önceki binlerce kişi gibi onun geçici gerçekliğine ulaştım. Sonuçta bununla birlikte ben de yakında hiç olacağım. Zaman ise bu anlamda reel olandır ve ben olmadan yoluna devam edecektir. Ben ise bunun tam zıddına inanıyorum. Bunun dışında bu görüşün absürtlüğü, gerçekte onun ifadesinde yatan kesinlikte dahi gizlidir.
Eğer gündelik hayatta her şeyi bilen ve hiçbir şeyi öğrenmek istemeyen insanlardan biri ölümden sonraki varoluş üzerine bir soru yöneltirse o zaman buna verilebilecek en uygun cevap şu şekilde olmalıdır: Sen öldükten sonra doğmadan önce neysen o olacak- sın. Çünkü bu soru aynı zamanda talebin yanlışlığını içerir yani başlangıcı olan bir sürecin sonsuz olmaması gerektiğini bildirir. Fakat dahası iki türlü varoluş ve bağlı olarak iki türlü hiçlik olduğunu betimler. Buna uygun olarak farklı bir yanıt vermek mümkündür. Ölümden sonra ne olursan ol -ki bu bir hiçlik bile olabilir- senin şu andaki organik ve bireysel varlığın senin için ne kadar doğalsa ölümden sonraki hâlin de bir o kadar doğal olacaktır.
Unusquisque tantum juris habet, quantum potentia valet. *
*Her insan sadece kuvveti ve kudreti ölçüsünde hak sahibidir.
Çünkü bizim tabiatımızın barındırdığı nefret duygusu, belki de kor- ku hissimiz olmasa hepimizi bir gün katil olmaya sürükleyebilirdi. Zira aksi durumda nefretimizi kontrol altında tutmak olanaksız hâle gelebilirdi. Ama böyle bir korku duygusu tek başına bizi çoluk ço- cuğun önünde dahi rezil ederdi. Oysa öfke, her daim korkumuzun bekçisi olarak bizi uyanık tutmak için yeterli olabiliyor.
Öyleyse her insanın kalbinde vahşi bir hayvan gizlidir. İşte bu vahşi- lik başkalarının canını yakmak ve hatta ona engel olmaya kalkarlarsa onları tamamen imha etmek için fırsat kollar. Tüm çatışmalar-savaş arzusu buradan doğar ve bilgi daima bunun bekçisi olarak bu dürtü- yü kısmen kontrol altında tutmaya çalışır.
İnsan esasında vahşi ve korkunç bir hayvandır. Biz insanı sadece medeniyet dediğimiz evcilleştirilmiş ve terbiye edilmiş hâliyle ta- nırız. Bu yüzden insan tabiatının zaman zaman gerçek yüzünü gördüğümüz zaman dehşete kapıilırız. Ama hukuksal düzen sarsılmaya başladığında ve anarşi ortaya çıktığında insanın hayvani tabiatı ken- disini bütün haşmetiyle gösterir.
Eğer bir Asmodeus* ahlakının köleleri gibi sadece çatı ve duvarlar ardında saklananları değil de her türlü peçeyi şeffaf hâle getiren bir yöntem. olsaydı o zaman dünya üzerinde ne kadar az insanın hakikaten namuslu olduğunu görürdük ve pek çok temiz görünen insanın ger- çekte hain, ikiyüzlü, sahtekâr ve iftiracı olduğunu fark ederdik. İşte bu yüzden pek çok insanın hayvanlarla kurduğu dostluklar çok daha samimidir. Bu kadar pisliğin, hainliğin ve gaddarlığın içerisinde olan insanlar ahlaki duygularını ancak köpeklerle kurdukları dostluklar aracılığıyla giderebilir durumda değil midir? Çoğu zaman sadece hayvanların dürüst yüzlerine baktığımızda herhangi bir şüpheye kapılmayız.
*Büyük günahlardan şehvet günahını temsil eden şeytan.
Ama bununla birlikte insan varlığının iradesinin günahkar, ruhunun kısıtlı ve bedeninin kolayca yaralanabilecek nitelikte oluşu onur kavramının sadece alaysı bir ifadeyle kullanılabileceğine işarettir:
Quid superbit homo? Cujus conceoptio culpa,
Nasci poena, labor vita, necesse imor!*
*İnsan nasıl onurlu olabilir? Gebeliğin cezası doğum, çalışıp didinmek hayat, ölüm yazgı iken.
Qui non libere veritatem pronuntiat preditor veritatis est.*
*Gerçeği özgürce itiraf etmeyen ona ihanet etmiştir.
Eğer amacına uygun davranmak isteyen kendine has bir tabiat gücü vücut denen bu komplike organizmayı yönetmiyorsa, bunun bütün yaşam enerjisini sağlamıyorsa ve tüm hareketliliğini idare et- miyorsa o zaman her varlık şüphesiz bir otomattan ibarettir. İşte bu yüzden söz konusu çevreler için her şey bir sanatçının tesadüfen veya keyfi bir şekilde bir araya getirdiği mekanik, fiziksel ve kimya- sal bir oyundur.
Zira burada söz konusu olan tanrı herhâlde espri kabiliveti pek gelişmemiş bir varlık ola- rak, daha iyi bir espri yapamayacak durumda olduğu için kendisini bizim bildiğimiz bu dünyaya dönüstürmüştür. Bu kadar aç adamın yaşadığı ve sayısız şekilsiz insanın korkarak yaşadığı dünyadan başka olacak bir şey bulamayan tanrı inandırıcılıktan uzaktır. Dünya üstündeki bu işkence görmüş varlıklar üreme sonucu birbiri ardına ortaya çıktıkları için varlığını devam ettirir. Bu insanlar hiçbir ölçü tanımadan her türlü sıkıntıya katlanır ve hatta hedefi olmayan bir ölüm çukurunun içinde yaşar. Orneğin 6 milyon zenci köle günde ortalama 60 milyon kırbaca katlanır veya 3 milyon Avrupalı tekstil işçisi açlık çekerek karanlıktaki fabrikalarda ömürlerini tüketir. Bana kalırsa bir tanrı için bunlar yeterince eğlendirici değil, kaldı ki tanrı olarak herhâlde çok daha iyi eğlencelere alışık olması gerekir.