İçeriğe geç

Parerga ve Paralipomena 1 Kitap Alıntıları – Arthur Schopenhauer

Arthur Schopenhauer kitaplarından Parerga ve Paralipomena 1 kitap alıntıları sizlerle…

Parerga ve Paralipomena 1 Kitap Alıntıları

Üç yüz milyon fabrikasyon üretiminde bir tek büyük ruh çıkarmadığına göre doğa fazlasıyla aristokrat kabul edilmelidir.
Bir devletin başına gelebilecek en kötü olay, toplumun en aşağı sınıfının iş başına gelmesidir.
Gerçeği ve hakiki olanı dile getiren herkes; çürümüşlüğün, çıkarın, kıskançlığın ve anlayışsızlığın ittifakına karşı müthiş bir savaş vermek zorundadır.
Kıçlarıyla felsefe yapanlara hayran olanlar, gelecek nesillerce aşağılanacaktır.
Filozofların kendi eserlerinde öğretileri üzerine bütün sunumlarını okumak yerine, felsefe tarihini incelemek kişinin yemeğini başkasının çiğnemesini istemesi gibi bir şeydir.
Spinoza yer kaplayanın içerisinde gerçeği yakaladığına inandığı için tamamıyla dünyanın ideal tarafında kalmıştır. Buna göre bizim dışımızda gözlemlenebilir dünya, tek gerçektir ve düşünen (cogitans) bizim içimizdeki tek gerçek olandır. Spinoza bunun üzerine reel bir gerçeklik olan iradeyi, ideal olana dönüştürür.
.
Felsefe bir bilimdir ve bu nedenle hiçbir inanç maddesi yoktur; buna göre, onda ya pozitif olarak ampirik olarak verilenler ya da şüphe götürmez sonuçlarla gösterilenler dışında hiçbir şeyin var olduğu varsayılamaz.

gerçeğin
yerine
kendi mamasını
arayan
insanlar
”Anlaşılıyor ki, her insanın, her zaman bir miktar sıkıntı, acı veya derde ihtiyacı vardır. Tıpkı geminin düzgün ilerleyebilmek için bir miktar ağırlığa ihtiyaç duyduğu gibi. ”
Kıçlarıyla felsefe yapanlara hayran olanlar, gelecek nesillerce aşağılanacaktır.
Az veya hiç ithalat yapma gereği hissetmeyen bir ülke nasıl en mutlu ülke oluyorsa, aynı şekilde insan da kendi iç zenginliğiyle yetindiği oranda ve kendisini eğlendirmek için dışarıya fazla bağımlı olmadığı oranda mutludur.
Fakat tecrübenin bize gösterdikleri doğrultusunda özgür zamanın pek çok insan için bir şey ifade etmediği ortadadır. İnsan kendi kendisiyle ne yapacağını bilmediği zaman, özgür zaman bile işe yaramaz ve kendi kendine yük olan insanın can sıkıntısı aynen devam eder. “
Bu bağlamda onun doğal yapısı, nesneli öznele olabildiğince uydurmak için onu sevk ve idare eder. Yani daha yüksek oranda etkilendiği acının kaynağına yönelik daha büyük ve geniş tedbirler almak. Ruhi kabiliyetleri gelişmiş olan insan, her şeyden önce acısız ve sakin bir hayata ulaşmaya çalışmalıdır. Bunun neticesinde sessiz, mütevazı ama olabildiğince rahat bırakılmış bir hayat aramalı ve buna uygun şekilde bu türden insanlarla ilişki kurarak kendi köşesine çekilmiş bir hayatı tercih etmelidir. Hatta söz konusu olan daha büyük bir ruhsa o zam yalnızlığı bile kabullenmelidir. Çünkü bir insanın nitelikleri ne kadar gelişkin ise dışarıya aynı ölçüde daha az bağımlıdır ve bununla beraber aynı ölçüde bunlara sahip olma olanağı azalır. Bu yüzden gelişmiş maneviyat, ister istemez toplumdan uzaklaşmayı beraberinde getirir.
Bir insanın gerçekte taşıdığı nitelikler ve sahip olduğu özellikler, başka bir ifadeyle kişiliği ve bunun değeri, doğrudan mutluluk ve refaha götüren tek vasıtasıdır. Diğer her şey ve bunların tüm etkileri dolaylı yollardan gerçekleşir, ama kişilik asla! Bu yüzden kişisel ayrıcalıklara yönelik kıskançlık, en amansız kıskançlık olmakla birlikte aynı zamanda en sinsi olanıdır. Bunun ötesinde sadece bilincin niteliği, sabit ve süreklidir.
Dahası biz çevremizde, karınca gibi durmadan çalışan, sabahtan akşama kadar sadece servetlerini artırmaya yeltenen insanları görürüz. Zaten böylesi bir insan, bu yaptığından başka bir şey bilmez ve ruhu boştur. Bu yüzden diğer tüm olup biteni kesinlikle algılayamaz. En yüksek hazlar olan manevi hazlar, onun içni tamamıyla yabancıdır. Arada bir yaşadığı kaçamaklar ve pahalı hislerle manevi tatmin arar. Hayatının sonundaysa bütün mutluluğuna ulaşılmıştır, yani önünde tomarla para vardır. Artık bunları çoğaltmaktan veya varisinin çoğalmasını beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. Gerçekten ciddi ve önemli olduğunu düşündüğü bir tavır içerisinde, bu hayatı yaşayan kişi, tıpkı dalkavuk külahını kendisine sembol yapan kişi kadar ahmaktır.
Maneviyatı zengin olan bir insan; bütün yalnızlığı içerisinde dahi kendi düşünceleri ve fantezileri üzerinden olabildiğince mutlu olur. Oysa bir ahmak, sürekli çevresindeki insanların, oyunların, zevklerin ve hazların değişmesine rağmen üzerinde taşıdığı sıkıntıdan bir türlü kurtulamaz. İyi, sakin ve ölçülü bir karakter, zor şartlar altında mutlu olabilir. Hırslı, kıskanç ve kötü bir karakter ise dünyanın bütün nimetlerine sahip olsa yine mutlu olamaz. Hatta olağanüstü, manevi öneme sahip bir bireyselliğin hazzını yaşayanlar için, çoğunluğun peşinde koştuğu hazların pek çoğu anlamsız ve sadece rahatsızlık vericidir.
Buna uygun olarak her insanın hayatı, dışarıdan akseden bütün değişikliklere rağmen daima aynı karakteri taşır ve bir konu üzerine olan bir dizi varyasyonla karşılaştırılabilir. Bu durumda berrak bir şekilde ortaya çıkan, mutluluğumuzun ne kadar bizim kendimize ve kendimizin ne olduğuna bağlı olduğudur. Halbuki çoğu zaman mutluluğumuzun sadece kaderimizle ve sahip olduklarımızla hatta neyi tasavvur ettiğimizle bağlantılı olduğu varsayılır. Oysa insanın kaderi değişebilir, üstelik manevi zenginliğe sahip bir kimse, büyük beklentiler içerisinde değildir. Buna karşın bir ahmak, daima bir ahmak olarak kalır. Kaba bir mahluk, her zaman kaba bir mahluk olarak yaşamaya mecburdur. Üstelik bu durum, en sonuna kadar devam eder. İsterse cennette, cennet hurileri içerisinde yaşasın, sonuçta ahmak yine ahmaktır.
Çünkü insan için var olan ve oluşan her şey, sadece onun bilinci içerisindedir ve sadece bilincin içerisinde işlerlik kazanır.
Bunun doğrultusunda ise her insan, tamamıyla bireysel ve kendine özgü yaşama iradesiyle bunun bireyselleşmiş bir eyleminden başka bir şey değildir.
Her şey bizi böylesi bir varsayıma sürüklüyor. Gerekliliğin ve zorunluluğun derininde yatan köklerinin bütünlüğünden ortaya çıkan ve ispatlanamayan gücü dikkate alarak belirlenmiş olan ve kendine özgü nitelikler taşıyan bireysellik; her insanın fiziki, ahlaki ve entelektüel bakımdan tüm varlığını teşkil ettiği için en yüksek metafiziksel gereklilikten ortaya çıkmış olmalıdır. Diğer yandan ise bu bireyselliğin; babanın ahlaki karakterinden, annenin entelektüel kabiliyetinden ve her ikisinin tüm korporasyonundan oluştuğunu daha önce ifade etmiştim. Oysa ebeveynlerin birleşmesi ise genelde tesadüfi olayların neticesinde gerçekleşir. Öyleyse burada gerekliliğin veya tesadüfün son bir biriminin, talebinin veya metafiziksel-etik postulatının, kendisini zorla kabul ettirdiğini, kabul etmemiz gerekir.
Sadece teoloji! Bedeli ne olursa olsun, illa teoloji! Teolojinin yerine göre çok değerli olabileceğini bu beylere hatırlatmak isterim. Ama ben çok daha değerli olan başka bir şey daha biliyorum: namus. Ticaretin, dönekliğin, öğretinin ve kuramın içindeki bu namussuzluğun bedelini, benim için hiçbir teoloji ödeyemez.
Felsefe tıpkı bir Alp gülü gibi, sadece temiz dağ havasında açar ve suni havada boğulur gider.
Ayrıca dünya üzerindeki olaylar konusunda geçerli olan, gerçekte ne oldukları değil onların yansımaları ve bilinirlikleridir. İşte bu yöntemler, basık kafalılarının bildikleri en iyi yöntemlerdir. Çünkü daha yüksek kabiliyet gerektiren alanlardan geçimlerini sağlamak, şüphesiz onlar için söz konusu bile olamaz.
Sanki duvarın dibine bağlanmış bir köpek gibi ülke dinine bağlanan felsefe, insanlığın en yüksek ve asil uğraşısının, üzüntüye boğan bir tablosudur.
Bu arada belirtilmesi gereken şey şudur: Felsefeye kabiliyeti olanlar ve bunun için ona ihtiyaç duyanlar, ona artık başka kanallardan da ulaşabilmekte ve tanıyabilmektedirler. Zira birbirini seven ve birbiri için dünyaya gelenler süratli bir şekilde birbirlerine kavuşur. Birbirlerine akraba ruhlar uzaktan bile selamlaşır. Böylesi bir gencin eline düşen gerçek bir filozofun herhangi bir kitabı, bir kilise (veya kürsü) felsefecisinin ona verebileceğinden daha fazlasını verir.
Gerçeği ve hakiki olanı dile getiren herkes; çürümüşlüğün, çıkarın, kıskançlığın ve anlayışsızlığın ittifakına karşı müthiş bir savaş vermek zorundadır.
Yaratılmış olan bir varlığın özgür olabileceği iddiası, yani bazı şartlar altında farklı davranabileceği söylemi, bunun özü olmadan varlık sahibi olduğunu söyler. Ve bu yüzden hiçbir şey olmadan, sadece vardır. Veya bir başka deyişle bir yandan yoktur diğer yandan vardır, belki de hem var hem de yoktur. Sonuçta absürtlüğün zirvesi işte burasıdır. Oysa bu, gerçeğin yerine kendi mamasını arayan insanlar için idealdir. Çünkü bunlar kendi işlerine gelmeyeni ve içinde yaşadıkları çarpık hayallerine uymayanları hiçbir zaman geçerli kabul etmezler. Onların iktidarsızlığı bunu reddetmek yerine, ancak inkar etmeye yetebilir.
Akıl, kendi dürtüsüyle harekete geçtiği zaman tabiatı gereği gerçekliğin dışında başka bir hedefe yönelmez. Bu yüzden filozof olmak ve bu yüzden bilgeliğin aşığı olmak için (ki bu, esasında gerçeklikten başka bir şey değildir), gerçekliğe âşık olmak yeterlidir. Ama sözü edilen bu gerçeklik bireysel çıkarlara veya varsayılanın doğrultusuna veya Kilisenin kurallarına veya zamanın anlayışı ve estetiğine boyun eğmemelidir. Bu şartlar yerine gelmediği takdirde, kişi bir hayırsever olabilir ama filozof olamaz. Zira bu onur; şüphesiz gerçeğin, kalbin derinliklerinde hissedilmesi neticesinde bilgelik ve güzelliğini sunar. Yalnız aşk, bu her şeyin üzerinde olmalı, önyargısız olmalı ve gerekirse her şeye karşı olmalıdır.
Tanrı buyurduğunda
ve Tanrı adına,
şeytanın yanına bile gidilebilirdi.
Güneşi ve yıldızları fazla sevme, benden sana tavsiye, gel benimle karanlığın alemine!
Goethe (Iphigenie 3.I)
Bu yaşam iradesi iç alemde de etkileyen ve yönetendir, o burada bile kati kanunları vasıtasıyla amaçları doğrultusunda faaliyet gösterir; dünyanın temelini ve bunun düzenini kurgulamaya çalışır.
Tüm bunlar, bizim davranışlarımızın, iki faktörün zorunlu ürünü olduklarını gösterir. Bunlardan ilki bizim karakterimizdir ve vazgeçilmez bir şekilde sabittir. Fakat bununla birlikte biz karakterimizi, sadece a posteriori, yani yavaş yavaş tanıyabiliriz. Diğeri ise motiflerdir. Bunlar bizim dışımızdadır ve dünyanın seyri sonucu oluşur. üzerinden, Fakat bununla birlikte, belirmiş özelliklerinin varsayımı mekaniğe benzer bir gereklilikle bizim karakterimizi tayin eder. Böylesi şekillenen bir sürecin üzerinde hüküm veren ben olgusu, yani bunu bilmenin öznesi ise bu anlamda her ikisine yabancı olan ve sadece onların etkilerinin eleştirel seyircisinden ibarettir.
Goethe de Götz von Berlichingen içerisinde (dosya 5), şu ifadeleri kullanmıştır: Biz insanlar kendimizi, kendimiz gibi hissetmeyiz. Bizim üzerimizdeki egemenlik, kötü ruhların elindedir. Ve bunlar kendi taşkınlıklarını, bizim çöküşümüz üzerine sınar. Hatta İrmiya davranışları, onun hükmünde değildir. Ayrıca nasıl yönlendiği veya nasıl dönüştüğü konusu, kimsenin egemenliği altında değildir. (Yeremya) Peygamber bile, benzer sözler söylemiştir: İnsanın davranışları, onun hükmünde değildir. Ayrıca nasıl yönlendiği veya nasıl dönüştüğü konusu, kimsenin egemenliği altında değildir.
Wieland, bir Alman olarak dünyaya gelmeyi, büyük bir talihsizlik olarak niteler ve pek çok sayıda vatandaş, örneğin Mozart ve Beethoven ona, bu konuda katılmıştır. Ben de ona aynı şekilde katılıyorum, zira önemli olan ne olduğun değil, nasıl olduğundur.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
çünkü tüm nesnellik daima ikincildir, yani daima tasavvurdur. Bu yüzden varlığın en iç çekirdeğini, yani nesnelliğin kendisini, dışarıda aramak yerine sadece kendi içimizde, yani yegâne vasıtasız kabul edilen öznellikte aramalıyız. Dahası nesnellikte hiçbir zaman bir huzur noktasına, son ve kökensel bir neticeye ulaşamayacağımız kesindir. Zira ken- dimiz tasavvur alanı içerisindeyiz.
Tanrı olacaksa o zaman günahın ve kötülüğün yaratıcısı olma fiili, onun tanrısallığına ters düşer.
Erigena’nın ele aldığı konularda Hıristiyanlık, Yahudi inancıyla aşılanmıştır. Oysa onun çabalari, bu gerçeği daha fazla gün yüzüne çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. Buna göre Tanrı her şeyi, her şeyin her şeyini yaratmıştır. Hal böyle olunca, kötülük ve fenalık da Tanrı’dandır. Bu kaçınılmaz netice ortadan kaldırılmalıdır ve Erigena bunun için zavallı kelime oyunlarına başvurmak zorunda kalır. Buna göre kötülük ve fenalık esasında yoktur ve bununla birlikte şeytan da yoktur. Veya özgür irade, tüm kötü Iugün ve fenalığın sorumlusudur, gerçi, özgür iradeyi de nihayetinde Tanrn yaratmıştıir, ama onu özgür kılmıştır. Bu yüzden kişinin (veya özgür iradenin), daha sonra yaptıkları Tanrı’yı ilgilendirmez, zira kişi dzgürdür. İyi veya kötü davranmak özgür iradenin elindedir. Bravo doğrusu! Ama gerçekte yaratılmışlık ve özgürlük, birbirine tezat ve birbirini ortadan kaldıran iki niteliktir.

Bunun için Tanrı insanları yarattı ve onları özgür kıldı demek esa- sında Tanrı insanları yaratmadı, demektir. Çünkü var olması mümkün olan bir maddenin etkisi ve eylemselliği, hiçbir zaman onun yaratılışının bir neticesi olmaktan farklı olamaz. Hatta maddenin kendisi bile, sadece bu etki ve eylemsellik vasıtasıyla tanımlana- bilir. Bu yüzden buradaki anlamıyla özgür olan bir varlığın, hiçbir zaman yaratılmamış olması gerekir. Yani hem yaratılmış hem de yaratilmamıştır. Zira var olan, aynı zamanda bir varlık olmalı. Operari sequitur esse, yani eylem öze bağlıdır. Eğer bir varlık yaratılmışsa o vakit yaratılış şekliyle vardır. Bununla birlikte kötü yaratılışa sahipse kotü yaratılmıştır. Kötü yaratılış ise kötü eylemselliğe bağlıdır. Buna Bore dünyada dönüp duran kötülükler inkâr edilemeyecek biçimde aratana geri döner. Bu anlayıştan kurtulmayı daha önce Augustinus enemiş ve şimdi de Erigena, beyhude bir çabayla bunun üstesinden elememiştir.

Bu öğreti kısaca şu şekilde tanımlanabilir: Bizim içimizde bulunan bilen; bedenden tamamen farklı, maddi olmayan bir cevherdir ve biz bunu ruh olarak adlandırırız. Beden ise bilgilenmenin önünde bir engeldir. Bunun için duyular üzerinden elde edilen tüm bilgilenmeler sahtedir. Buna karşın gerçek ve güvenilir bilgilenme, duyusallıktan uzak (tamamen telakki ile) ve özgür saf düşünce’dir ve Platon bu yüzden sadece soyut kavramlar kullanarak çalışır.
Büyük bir yetenek, sürüye karşı değil insanlığa karşı olan sorumluluğunu kabul etmek durumundadır, ço- banlara dâhil olduğunu anlamalıdır. Benim kastettiğim insan irkını yetiştirenlerdir. Dahası bunun gereğini yerine getirip, kesin ve doğ- rudan etkisini sadece çevresindekilerle sınırlamayıp tüm insanlığa yaymalarıdır. Sonuçta insanlık ender, önemli ve istisnaî olana başka türlü erişemez. Oysa insanlığa seslenilen yegâne vasıta yazıdır.
Cartesius ünlü Dubito, cogito, ergo sum! ( Şüphe duyuyorum, düşünüyorum öyleyse varım! ) özdeyişiyle geriye kalan tüm problemselliğin dışında sadece öznel bilinci ortaya çıkartmak istemiştir. Böylece öznel veya ideal olan ile nesnel veya reel arasındaki ayrılığı ortadan kaldırma amacı gütmüştür.
Teolojinin yerine göre çok değerli olabileceğini bu beylere hatırlatmak isterim.Ama ben çok değerli olan başka bir şey biliyorum: namus.
Ticaretin, dönekliğin, öğretinin ve kuramın içindeki bu namusuzluğun bedelini, benim için hiçbir teoloji ödeyemez.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Başeserimde belirttiğim gibi müziğin metafiziği, Pythagorasçı sayı felsefesi varyasyonu olarak görülebilir. Orada kısaca değindiğim bu konuyu, burada daha yakından işlemek istiyorum. Buna göre melodi, insan bilinci içerisinde iradenin tüm hareketlerini ifade eder. Yani tüm efektleri, hisleri ve bunun gibi olguları ifade eder. Harmoni ise tabiat içerisinde iradenin nesneleşmesinin basamağı olarak görülebilir. Müzik bu manada ikinci bir gerçekliktir ve bu ilk gerçeklikle tamamen paraleldir. Bununla birlikte türü, tamamen farklıdır ve değişik niteliklere sahiptir. Yani ilk gerçeklikle hiçbir benzerlik taşımamasına rağmen mükemmel bir analojidir. Oysa müzik, bir bakıma sadece bizim sinirlerimizde ve beynimizdedir. Bunun dışında ve başka bir bakımdan, sadece sayısal ilişkilerden meydana gelir (LOCke mantığına göre).
”Zira açlık, en iyi aşçıdır. ”
”Kişi, mutluluğun yahut mutsuzluğun kapısını kendisinde bulunanlar üzerinden açar. ”
.
Gerçek ifade kısalığı, bir insanın yalnızca söylemeye değer olanı söylemesinden ve aynı zamanda herkesin kendisi için düşünebileceği şeylerin tüm dağınık açıklamalarından kaçınmasından ibarettir.

Yani, neyin gerekli ve gereksiz olanı doğru bir şekilde ayırt etmesinden ibarettir.

.

.
Fikir bir sarkaç gibidir ve aynı yasaya uyar.

Bir tarafta ağırlık merkezini geçerse, diğer tarafta benzer bir mesafeye gitmesi gerekir; ve ancak belirli bir süre sonra dinlenebileceği gerçek noktayı bulur.

.

“Fakat insanın ümit beslediği ve kaygı duyduğu şeyler onun hükmü altında değildir.”[s. 118]
.
Tamamen konusu için yazmadığı sürece kimse yazmaya değer bir şey yazmaz.

.

.
Nefret yürekten gelir; kafadan hor görme; ve hiçbir duygu kontrolümüz dahilinde değil.

.

.
İnsanlığın belli bir miktar saçmalık olmadan devam edemeyeceğini, saçmalığın varlığının bir unsuru olduğunu ve yanılsamanın vazgeçilmez olduğunu kabul etmeliyiz.

.

-“Mutluluk, her zaman, olumsuz bir durumun ya da acının yokluğunda baş gösterir.”
Her insan kusurunu, hatasını ve suçunu hoşgörüyle karşılamalı, karşımızda yalnızca kendi kusurlarımız, hatalarımız ve suçlarımız olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Çünkü bunlar yalnızca bizim de bir parçası olduğumuz insanlığın hatalarıdır ve bundan dolayı hepimizin içinde aynı kusurlar vardır. Sırf o sırada bizde görünmüyorlar diye bu suçlar yüzünden başkalarına kızmamalıyız.
Mutluluk, her zaman, olumsuz bir durumun ya da acının yokluğunda baş gösterir.
Gerçekten önemli olan şöhret değil, onu nasıl hak ettiğimizdir Bir insanın gerçek mutluluğu kendisinden sonra gelenlerin onun hakkında bir şeyler bilmesi değil, yüzyıllar boyunca üzerinde düşünülmeyi ve korunmayı hak eden düşünceler geliştirmesidir.
İsteklerimizi sınırlamalıyız, arzularımızı dizginlemeli, öfkemizi bastırmalı, bireyin sahip olmaya değecek şeylerden yalnızca sınırlı bir paya erişebileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız.
İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın başınıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığınızı açıklamaktan daha başka yolları da vardır.
Akıl kendi dürtüsüyle harekete geçtiği zaman tabiatı gereği gerçekliğin dışında başka bir hedefe yönelmez.
”Dünyanın şeytanın kendisi olduğunu iddia etmek daha doğru olurdu oysa.. ”
Schopenhauer’a göre, çok soğuk bir kış gününde bir araya gelen yalnız kirpiler ciddi bir ikilem ile karşı karşıya kalacaklardır: Ya birbirilerinden uzak durarak tek başlarına soğuktan ölecek ya da birbirilerini ısıtmaya çalışırken birbirilerine dikenlerini batırarak canlarını acıtacaklardır. Kirpiler önce donmamak için birbirlerine bir hayli yaklaşırlar, yaklaştıkları anda dikenlerinin farkına varır ve ayrılırlar. Pek çok bir araya gelme ve dağılma döngüsünden sonra nihayet kirpiler birbirlerine ne fazla uzak ne de fazla yakın olmanın hem soğuğa hem de karşındaki kirpinin dikenlerine karşı korunmada en iyi yol olacağını keşfederler. Ama bu “mükemmel” mesafenin hem öğrenilmesi hem de muhafaza edilmesi zordur. İkili ilişkilerin bütün problemi bu. “Mükemmel mesafe” eksikliği. İnsan insanın kara sularına girdikten sonra daha fazlasını ister. Daha çoğunu. Daha fazlasını. Ama insanın da dikeni vardır. Yaklaştıkça batar. Girdikçe boğar. Uzaklaşmak zaten dondurucu İlişkilerin huzursuzluğu burda tezahür eder. Uzaklaştıkça donma, yaklaştıkça can yakma acıtma. Mükemmel mesafeyi yakalayanlar zaten mutlu. Yakalayanların içinde lirik bir sessizlik!
Omnia enim stolidi magis admirantur amantque,
Inversis quae sub verbis latitantia cernunt.
Lucretius.

Alıklar; kendilerine süslü biçimde ya da tuhaf, şaşırtıcı sözlerle söylenen her şeye saygı duyar.

Rahip cübbesi, rahip yapmaz.
Birinin insanlıkla konuşmasını sağlayan araç yalnızca yazıdır.
Onlar(Hegel, Schelling etc. Den bahsediyor)ın felsefede ele avuca gelir bir şey başaramamaları anlama yetilerinin özgür olmamasına, isteklerinin hizmetinde kalmasına bağlıydı. Çünkü anlama yetisi, isteme uğruna, istemenin amaçları uğruna olağandışı şeyler başarabilse bile, istemenin buyruğu altında kaldıkça sanat gibi felsefe için de biçbir şey yapamaz.
Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.
İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar.
Bir insan ve diğeri arasındaki gerçekten uygun hitap şekli Sir , Mösyö yerine acı çeken yoldaşım olmalıdır.
İnsan usunun en yüce çabaları kârla bağdaşmaz, onların soylu doğası, kazançla uyumlu değildir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir