Italo Calvino kitaplarından Palomar kitap alıntıları sizlerle…
Palomar Kitap Alıntıları
Bir adam adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hala varamadı.
Eskiden onun için dünya, dünya artı o demekti; şimdi, o, artı onsuz dünya söz konusu.
Acı çekerek yaşamış olan biri, acısından oluşmuş olarak kalır; acısını almaya kalkışacak olurlarsa, artık o olmaz.
Görünüşte bir başka sessizliğe eşit bir sessizlik, yüzlerce değişik niyeti dile getirebilir.
Suskunluk, kimi sözcükleri dışlamaya ya da daha iyi bir olanak çıktığında kullanılmaları için yedekte tutmaya yarar. Bunun gibi, şimdi söylenen bir sözcük, yarın yüz sözcüğün söylenmesini gereksiz kılabilir ya da bin başka sözcük söylenmesini gerektirebilir.
Herkesin çok laf ettiği dönemlerde, önemli olan, laf kalabalığı arasında yitip gidecek doğruyu söylemek değil, bunu öncüllerden yola çıkarak ve söylenem şeye en büyük değeri verecek sonuçları içerecek biçimde söylemektir.
Her madde saydam olsaydı, bizi taşıyan toprak, bedenlerimizi kuşatan kılıf, her şey, ele gelmeyen bir yelken dalgalanması gibi değil de, öğüten ve yutan bir cehennem gibi görünecekti.
Bir adam adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hâlâ varamadı.
Çünkü yarısına uyulan uzlaşmalar, davranışa özgürlük ve açıklık yerine, güvensizlik ve tutarsızlık veriyor.
Kendi üstümüzden geçerek, kendimizin dışındaki hiçbir şeyi tanıyamayız(…)
Görüşlerini ya da düşüncelerini açıklamak için herkesin kendini paraladığı bir çağda ve bir ülkede, Bay Palomar, her hangi bir şey öne sürmeden önce, dilini üç kez ısırmak alışkanlığını edindi. Dilini üçüncü kez ısırdıktan sonra da, söylemek istediği şeye hala inanıyorsa, söylüyor: İnanmıyorsa susuyor. Bu nedenle haftalar ve aylar boyunca suskun kaldığı oluyor.
(…) sessizliğin, sözün söyleyebileceğinden biraz daha fazla bir şey içermesini umuyor hep.
Bilgiye erişimimiz kolaylaştıkça, hürmetimiz azalıyor.
Gerçekten de, doğmadan önce, gerçekleştirmesi söz konusu olacak ya da olmayacak sonsuz sayıda olasılık arasında bulunuyoruz.
Her madde saydam olsaydı, bizi taşıyan toprak, bedenlerimizi kuşatan kılıf, her şey, ele gelmeyen bir yelken dalgalanması gibi değil de, öğüten ve yutan bir cehennem gibi görünecekti.
Evren, içinde, yalnızca kendimizde tanımayı öğrendiklerimizi görebileceğimiz bir aynadır.
Evren, evrenin dostu olanın dostudur.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Acı çekerek yaşamış olan biri, acısından oluşmuş olarak kalır; acısını almaya kalkışacak olurlarsa, artık o olmaz.
Suskunluk, kimi sözcükleri dışlamaya ya da daha iyi bir olanak çıktığında kullanılmaları için yedekte tutmaya yarar.
Herkesin çok laf ettiği dönemlerde, önemli olan, laf kalabalığı arasında yitip gidecek doğruyu söylemek değil, bunu öncüllerden yola çıkarak ve söylenen şeye en büyük değeri verecek sonuçları içerecek biçimde söylemektir.
Hiçlikten daha dengeli bir şey olabilir mi? Ne var ki, hiçliğe de yüzde yüz güvenilemiyor.
Kendi üstümüzden geçerek, kendimizin dışındaki hiçbir şeyi tanıyamayız.
Hepimiz ellerimizin arasında, sözcüklerin ulaşamadıkları en son anlamlara erişebilmek amacıyla, eski bir boş lastik döndürüyoruz.
Hepimiz ellerimizin arasında, sözcüklerin ulaşamadıkları en son anlamlara erişebilmek amacıyla, eski bir boş lastik döndürüyoruz.
İnsan olgunluk çağında kendisi için önemli bir kitap okuyup “Bunu okumadan nasıl yaşayabilirdim” ya da “Gençliğimde okumamış olmam ne yazık” diyebilir. İşte bu söylenenlerin fazla bir anlamı yoktur. Özellikle de ikincinin, çünkü o kitabı okuduğu andan başlayarak, o kişinin yaşamı, o kitabı okumuş bir kişinin yaşamı olur ve kitabı erken ya da geç okumuş olmak bir önem taşımaz, çünkü okumadan önceki yaşam da, şimdi bu okumanın belirlediği bir biçimi almıştır.
Başkasını tanımanın şu özelliği vardır. Yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer.
..Neden belki de, çevresindeki dünyanın uyumsuz bir biçimde devinmesi ve kendisinin bunda hep bir kasıt, bir değişmezlik araması. Belki de, kendisinin de iyi düzenlenmemiş ve birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmayan ve herhangi bir iç uyum modeli içine yerleştirmenin daima daha zorlaştığı, zihinsel dürtülerle hareket ettiğini duyumsaması.
“başkasını tanımanın şu özelliği vardır:
yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer ”
yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer ”
Bay Palomar, sessizliğin, sözün söyleyebileceğinden biraz daha fazla bir şey içermesini umuyor hep. Ama, ya gerçekten de söz, var olan her şeyin yöneldiği varış noktası ise? Ya da zamanın başlangıcından bu yana, var olan her şey söz olmuşsa?
Bay Palomar kendisinin olmadığı dünyayı düşünüyor: Doğumundan önceki sınırsız dünyayı ve ölümünden sonraki çok daha karanlık dünyayı; gözlerden önceki, herhangi bir gözden önceki dünyayı tasarlamayı deniyor; bir de gelecekte, yıkım ya da yavaş yavaş yozlaşma sonucunda kör olacak bir dünyayı. Neler olur (olmuştu, olacak) acaba bu dünyada?
Bay Palomar, sessizliğin, sözün söyleyebileceğinden biraz daha fazla bir şey içermesini umuyor hep. Ama, ya gerçekten de söz, var olan her şeyin yöneldiği varış noktası ise? Ya da zamanın başlangıcından bu yana, var olan her şey söz olmuşsa? Burada Bay Palomar’ın yine yüreği daralıyor.
Gerçekten, suskunluk da, başkalarının sözcük kullanımına karşı çıkan bir söylem sayılabilir; ama bu suskun söylemin anlamı, arada sırada söylenen ve söylenmeyene bir anlam veren kesintilerinde yatar.
Bir adam adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hala varamadı.
“başkasını tanımanın şu özelliği vardır:
yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer ”
yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer ”
Kendi üstümüzden geçerek, kendimizin dışındaki hiçbir şeyi tanıyamayız, evren, içinde yalnızca kendimizde tanımayı öğrendiklerimizi görebileceğimiz bir aynadır.
Başkasını tanımanın şu özelliği vardır: Yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer
“Gerçekten, suskunluk da, başkalarının sözcük kullanımına karşı çıkan bir söylem sayılabilir; ama bu suskun söylemin anlamı, arada sırada söylenen ve söylenmeyene bir anlam veren kesintilerinde yatar.”
kuş ötüşleriyle uyanan düşüncelerinin akışını izleyince, yaşamı, yitirilmiş bir fırsatlar dizisi gibi geliyor ona.
Her madde saydam olsaydı, bizi taşıyan toprak, bedenlerimizi kuşatan kılıf, her şey, ele gelmeyen bir yelken dalgalanması gibi değil de, öğüten ve yutan bir cehennem gibi görünecektir.
Tanrı çatlama cesareti gösteren her tohuma, gördüğünün ötesini hissetmek için, acıyı göze alan ruhta deneme cesareti gösteren her düşüncede var olur. Korkusuzca ve doğallıkla kendini deneyimler.
– (…) Hislerin ve zihnin illüzyonu, hepimizi esir kılar, hep
– (…) … kuş ötüşleriyle uyanan düşüncelerinin akışını izleyince, hayatı, yitirilmiş bir fırsatlar dizisi gibi geliyor ona
– (…) Hepimiz ellerimizin arasında, kelimelerin ulaşamadıkları en son anlamlara erişebilmek amacıyla, eski bir boş lastik döndürüyoruz ”
Çözülen dünyada kurtarmak istediği şey çok kırılgan: Gözleriyle batan güneş arasındaki şu deniz köprüsü
Kendini nesnelerde bulmak, belirtilerde kendini tanımak, dünyayı bir simgeler bütününe dönüştürmek; uzun biyolojik gecede, kültürün neredeyse ilk şafağı.
Hepimiz ellerimizin arasında, sözcüklerin ulaşamadıkları en son anlamlara erişebilmek amacıyla, eski bir boş lastik döndürüyoruz.
Bir dalganın yapısını anlamak için, bir anlamda birbirlerini dengeleyen ve bir ölçüde birbirlerine eklenen ve köpüğün olağan taşmasında, bütün itmelerin ve karşı itmelerin genel kırılımına yol açan, karşıt yönlerdeki itmeleri de dikkate almak gerekiyor.
Evren, içinde, yalnızca kendimizde tanımayı öğrendiklerimizi görebileceğimiz bir aynadır.
Yoksa, kendimizi evrenin içinde rahat hissetmemize engel olan, duygularımıza duyduğumuz bu güvensizlik mi?
İnsan kişiliğini nesne düzeyine indirmek, eşya yerine koymak, ve daha da kötüsü, insanda dışı cinsiyete özgü olanı, nesne yerine koymak olmuyor mu? Geleneksel bir küstahlığın zamanla nasırlaştığını, eski erkek üstünlüğü alışkanlığını yinelemiyor muyum acaba?
“Susmaya elverişli fırsatların yokluğu duyulmuyor hiç.”
Görüşlerini ya da düşüncelerini açıklamak için herkesin kendini paraladığı bir çağda ve bir ülkede, Bay Palomar, herhangi bir şey öne sürmeden önce, dilini üç kez ısırmak alışkanlığı edindi. Dilini üçüncü kez ısırdıktan sonra da, söylemek istediği şeye hâlâ inanıyorsa, söylüyor: İnanmıyorsa susuyor. Bu nedenle haftalar ve aylar boyunca suskun kaldığı oluyor.
“Herkes, yaşadığından ve bu yaşayış biçiminden oluşmuştur, kimse elinden alamaz bunu. Acı çekerek yaşamış olan biri, acısından oluşmuş olarak kalır; acısını almaya kalkışacak olurlarsa, artık o olmaz.”
“Başkasını tanımanın şu özelliği vardır: Yolu mutlaka kendini tanımaktan geçer.”
“Bir yanlış ahlak geleneğinin ölü ağırlığının, en aydınlık niyetlerin hak ettikleri gibi değerlendirilmelerini engellediği sonucuna varıyor Palomar, acı bir biçimde.”
Kendi üstümüzden geçmeden, kendimizin dışındaki hiçbir şeyi tanıyamayız.Kainat;içinde yalnızca kendimizde tanımayı öğrendiklerimizi görebileceğimiz bir aynadır,diye düşünüyor şimdi.
Evren, evrenin dostu olanın dostu. Keşke, ben de böyle olabilsem -diye imreniyor, Bay Palomar-.
Yaşlıların gençlere, gençlerin yaşlılara hoşgörüsüzlüklerinin doruğa ulaştığı, yaşlıların, sonunda, gençlere hak ettiklerini söylemek için kanıt biriktirmekten başka bir şey yapmadıkları ve gençlerin de, yaşlıların hiçbir şeyi anlamadıklarını göstermek için bu fırsatı bekledikleri bir dönemde, tek söz söylemeyi başaramıyor Bay Palomar.
Suskunluk, kimi sözcükleri dışlamaya ya da daha iyi bir olanak çıktığında kullanılmaları için yedekte tutmaya yarar. Bunun gibi, şimdi söylenen bir sözcük, yarın yüz sözcüğün söylenmesini gereksiz kılabilir ya da bin başka sözcük söylenmesini gerektirebilir.
Vermeyi tasarladığı özenli ve zengin sipariş belleğinden uçup gidiyor; kekeliyor, kitle uygarlığının tekdüzeliği kendisini yeniden egemenliği altına almak için bu kararsızlık anını bekliyormuş gibi, en bilinende, en sıradanda, en çok tanıtılanda karar kılıyor.
Kötüler, öyle yoğun bir biçimde karışıyorlar ki iyilerin arasına, el daldırarak kopartılamıyorlar.
kuş ötüşleriyle uyanan düşüncelerinin akışını izleyince, yaşamı, yitirilmiş bir fırsatlar dizisi gibi geliyor ona.
Oysa biz, nasıl çalıştığını bilmediğimiz, tekleyebilen, tutukluk yapabilen, denetlenemez özdevimler başlatabilen bir aygıtlar bütününün tutsaklarıyız
Ama, ya yeryüzündeki yaşam yazgısı önceden çizilmişse? Ya ölüme koşuş, her türlü geciktirme olasılığından daha güçlü olursa?